Sekülerleşme, dinin toplumdaki otoritesini ve kişisel rehberlik rolünü büyük ölçüde zayıflattı. Bu boşluğu modern psikoloji, özellikle popüler terapi ve danışmanlık akımları doldurmaya başladı. Psikoloji neredeyse yarı dini bir konum kazandı. Ritüel gibi tekrarlanan terapi seansları, tanrıya benzer mutlak uzman otoritesi ve tartışılmayan DSM* teşhis listeleri, psikolojinin “dünyevî bir dine” dönüştüğünü gösteriyor. Bilimsel terimlerle sunulan bu sistem, kişinin anlam boşluğunu doldurduğunu iddia etse de onu kendini tanımaktan tamamen uzaklaştırıyor.
-
Bunalım ve intihar
-
Bunalım, başıboşluk ve ötelere duyulan özlem
-
Bu caddenin insanı
-
Mutlak Fikir’siz psikolojinin iflası: Ruhsuz bedenler çağı
-
Hasta insan uygarlığına karşı halife insan medeniyeti
-
Ritmi bozulmuş modern insan
Günümüz psikolojisinin genel çerçevesine baktığımızda dindeki “günah-sevap” kavramını “sağlıklı-hastalıklı” ölçeği alıyor. Dua, secde ve cemaatle ibadet gibi bizi bir arada tutan dini uygulamaların yerini ise “kişisel rahatlık” odaklı psikolojik teknikler alıyor. Bu vaziyet karşısında çeşitli vücut egzersizleri, yoga, meditasyon, “toksik ilişki”den uzak durma, beğenilmeyen aileden, akrabadan, eşten dosttan uzak durma gibi yalnız yaşamayı öz-bakımın şartı sayan, egosunu şişirmeye yönelik olumlamalar yapan kibir abideleri giderek yaygınlaşıyor. Danışana, “kendi enerjini koru” başlığı altında ilişkileri asgarî düzeye indirmesi, kalabalıktan çekilip solo-retreat adı verilen yalnız inzivalara yönelmesi gibi hiç de İslâm ahlâkına uygun olamayan reçeteler sunuluyor.
Böylece İslâm kültüründe önemli olan nasihat, helalleşme, kardeşini dinleme, derdiyle dertlenme ve sohbet gibi iyileştirici yöntemler devre dışı kalıyor. Kişi yalnızlaştırılarak, toplumu hiçe sayan “kişisel alan” putu inşa ediliyor. İbadetin cemaat ruhu, haftalık seanslardaki tek kişilik “benlik projesi”ne dönüşürken insan, iyileşme çabası içinde yalnız bir ada hâline geliyor ve ahlâkî-kültürel kurallara değil, terapi listelerine uymaya başlıyor.
Ortaya çıkan tablo, ferdin varoluşsal acziyetini Allah'a arz etmek yerine kimyasal tedavi reçetelerine ve davranış değiştirmeye yönelik talimatlara devretmesine yol açıyor. Böylece modern insan, ruhî arayışını ilahî bir referansa yöneltmek yerine “bilimsel” görünen fakat felsefenin bir ürünü olmaktan öteye gidemeyen bir otoriteye teslim ediyor.
Bunu biraz açalım: Psikoloji, modern çağın din merkezli insan anlayışından uzaklaşmasıyla doğan büyük bir boşluğun ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bilim ve akıl eksenli yeni paradigmanın insanın ruhî yönünü dışlaması (daha doğrusu tanıyamadıkları için reddetmeleri), ferdin anlam, kimlik arayışı, ruhî bunalımları, aidiyet ve yön duygusunda ciddi bir problem oluşturmuş, bu problemle başa çıkabilme iddiasıyla psikoloji sahneye çıkmıştır. Özünde ferdin iç dünyasını analiz ettiğini iddia eden fakat hep dışta kalan bu disiplin; insanın davranışlarını yalnızca biyolojik, içtimaî ya da cinnî saiklerle açıklamaya kalkışan indirgemeci yaklaşımlarıyla, insanı bir bütün olarak ele almakta yetersiz kaldı. Ruh, nefs, ilahi irtibat gibi unsurları görmezden gelen bu anlayışlar, ferdin varoluşsal sancılarını çoğu zaman daha da derinleştirmiştir. Bu sebeple psikoloji, bir bilimden ziyade insanı belli bir tasavvura göre şekillendiren bir felsefe ve hatta seküler bir inanç sistemi olarak işlev görmeye başlamıştır.
Freud ruhun gizemini bilinçaltı dürtülerle açıklarken, Jung eski mitleri “kolektif bilinçdışı” diye adlandırıyor. Adler aşağılık duygusunu merkez alırken, Skinner davranışı uyarı-tepki yasasına indiriyor, Rogers “koşulsuz kabul” vaadiyle öz-benliği kutsuyor, Maslow insanı “kendini gerçekleştirme” piramidinde konumlandırıyor, Ellis düşünceleri yeniden çerçevelemeye çağırıyor, Frankl anlam arayışını terapiye taşıyor; Nietzsche ise “Tanrı öldü” diyerek insana tanrı rolü biçiyor. Hepsi bilimsellik iddiasıyla konuşsa da gerçekte yeni bir inanç dili kurmuş oluyorlar. Bilimsel metodolojiye yaslandığını söyleyen bu kurucu figürler, aslında bir bakıma yeni bir metafizik dil ürettiler. Dinle olan ilişkisi de bu noktada çatışmalı hâle geliyor. Böylesi bir konumda insanın boşalan manevî cephesini psikolojinin kendi terimleriyle doldurmaya çalıştığı gerçeğiyle karşılaşıyoruz.
Bu gerçeğin otoritesi ise Allah ve Resulü’nün değil, kâğıt üzerinde kodlanmış sınıflandırmaların yahut videolar aracılığıyla millete boca edilen söylemler oluyor. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin her yeni baskısıyla genişleyen DSM listesi, “günah katalogu”na benzer bir işlev yükleniyor adeta. Batılı değerler, davranışın sınırını belirliyor, sapmayı isimlendiriyor, sapana tedbir öneriyor. Kategoriye giren artık mecazen değil fiilen hasta konumuna sokuluyor. Modernitenin “bilim, illa da bilim” diyerek baskı oluşturduğu psikoloji ise, kendi içindeki tenakuzun ve sıkışmışlığın tezahürü olarak “kutsalları” kendi jargonuyla kamufle ediyor, değiştiriyor.
Psikolojinin kutsallaşan niteliği, yalnızca teorik çerçevede kalmıyor; popüler kültür tarafından da tüketilebilir hâle getiriliyor. Ekranlarda her sabah bir “uzman” çıkıp ideal serotonin seviyesinden söz ederken, cümle arasında sabrın değil, dopaminin önemini hatırlatıyor. Tüketici bu sözleri tıpkı bir vaaz gibi dinliyor. Davranışları, diyet listesi misali önerilerle düzenlemeye kalkışıyor.
Kült endüstrisinin terimleri de bu kutsallaşma sürecine hizmet ediyor. Travma anlatısı her platformda çoğaldıkça, insan hikâyesi günahın yerini dolduran bir “yaralanmış kimlik” mitine dönüşüyor. Affın ve tevbenin bağışlayıcı iklimi yerini “tetiklenme”ye bırakıyor. Kişi kırılganlığını bir kimlik zırhına dönüştürerek savunmaya başlıyor. Böylece psikoloji, seküler toplumda hem norm koyucu hem de affedici otorite rolünü üstlenmiş oluyor. Tanıyı o koyuyor, ruhun çığlıklarını, içimizdeki bunalımları bastırıcı tarifler veriyor, Allah’a olan hasretimizi çeşitli seans ve ilaçlarla örtüyor.
Klinik ayinler
Terapinin düzeni, modern çağın gizli mabedi gibi işliyor. İç dünyadan yükselen itiraf, analistin yorumuyla nihai anlamını buluyor; tıpkı günahın kefareti gibi, çözüm de otoritenin dilinden geliyor. Adeta bir kilise kültürü inşa ediliyor ve kişiden günahlarının ortaya dökülmesi bekleniyor. Fert, içini tamamen boşaltıyor ve mahremini bir başkasına yüklemenin verdiği rahatsızlığı ise, ondan aldığı yeni normlarla rahatlığa dönüştürüyor. Böylece haya duygusunu da yitirmeye başlıyor. Artık o “acziyetlerinden kurtulmuş olmanın” verdiği duyguyla kibirleniyor, ben’i şişiyor.
Bu ritüelde en etkin aracı, ilaç tedavileridir. Antidepresan, sabrın kimyasal muadili olarak konumlandırılmış durumda sanki. Huzursuzluk anında onunla başa çıkmaya yönelik teşvik, sabır, nasihat değil doz artışı öneriliyor. Hastalık tanımlanıyor fakat tedavi hiçbir zaman tamamlanmıyor. Sürekli farklı veryasyonlarıyla içine aldığı kişiyi sündürdükçe sündürüyor. “Yönetilebilir kaygı”, “sürdürülebilir iyilik hâli” gibi terimlerle belirsiz bir son hedef tanımlıyor.
Psikolojinin pratikleri ilaçla sınırlı değil tabii ki. Buna bir de yukarıda bahsettiğimiz üzere dini unsurlar bilimsel diye dayatılıyor. Din ihtiyacı psikoloğun direktifleriyle ortadan kaldırılmaya çalışılırken, ruhun sesi de bastırılıyor. Burada tabiri caizse; kutsal mekân olarak klinikler, kutsal metin olarak DSM ve benzeri rehberler, kutsal ritüel olarak seanslar, kutsal emanet olarak ilaçlar adeta seküler bir dini meydana getiriyor.
Bakıldığında insanın ruhî açlığı yatıştırılmış görünse de aslında ertelenmiş oluyor. Nitekim İslâm’ın nefsi tezkiye ve ruhu tatmin edici rolü; sabır, rıza, anlayış, tefekkür, dua, murâkabe ve zikir gibi unsurlar, psikolojinin bu yarı-kutsal düzeninde “mistik” başlığı altında eleniyor, duygusal açlığı kimyasal müdahale ve davranışçı teknikle giderme yoluna gidiliyor.
Psikologların fetvaları ve içtimaî bozulmalar
Günümüzde insanlar dinî ölçülere ya da aile büyüklerinin nasihatine göre karar vermiyor, genellikle “uzman” raporlarına bakıyor. Bir evlilikte anlaşmazlık yaşandığında psikolog “kişilikleriniz uyuşmuyor” teşhisi koyuyor; mahkeme bu raporu boşanma gerekçesi olarak kabul edebiliyor. Başka bir çiftten biri, eşinin duygusal tepkilerini “narsistik eğilim” etiketiyle raporlayıp ayrılık talebinde bulunabiliyor. Hatta “toksik iletişim örüntüsü” tanımı üzerine kurulu dosyalar, velâyet ve nafaka kararlarını bile yönlendirebiliyor. Böylece sabır, danışma, helâlleşme gibi geleneksel çözüm yolları devre dışı bırakılıyor, ailevî meseleler tıbbî terimlerle daha büyük bir soruna dönüşmeye doğru evriliyor.
Sorun şu ki bu etiketler kesin hükümler değil. Bir terapist “eşinizle sınır koyun” derken, diğeri “duygusal bağınızı güçlendirin” diyebiliyor. Bir psikolog “çocuğunuzla mesafe koyun” derken, başka bir uzman “daha çok vakit geçirin” diyebiliyor. Taraflar hangi görüşe uyarsa ötekine ters düşüyor. Böylece kendilerini değişen raporlar ve belirsiz “uzman fetvaları” arasında savrulmuş buluyor. Bu değişim, “psikoloji insanı” diyebileceğimiz yeni bir tip ortaya çıkarıyor. Bu kişi, sürekli “kendimi geliştiriyorum” diyerek kendi üstünde çalışıyor, ama bu arada ailesinden, komşusundan, bağlı olduğu dünya görüşünden kopuyor. Fertlerin zihnine empoze ettikleri “Kendini sev, iyileşmeye başla”, “duygularına kulak ver, huzura yol al”, “Zihnini dinle, iç dengeni bul”, “Güç senin içinde; keşfet, geliştir”, “Anı fark et, kaygıyı serbest bırak”, “Sınır çiz, huzur inşa et”, “Zor duyguları tanı, sağlıklı adım at”, “İç sesinle barış, benliğini onar”, “Paylaş, hafifle, yenilen” ve “Kabul et, dönüştür, özgürleş”... gibi sloganlar ilk bakışta faydalı gibi görünse de, insanı ortak sorumluluklardan uzaklaştırıyor, içtimaî bağları zayıflatıyor, gururlu, kibirli ve ahlakî kurallardan uzak bir hayat yaşamasına sebebiyet veriyor. Her terapi seansı, size yeni bir “olası benlik” öneriyor. Haliyle kişi hangi kimliğe tutunacağını bilemiyor. Sonuçta kimlik bölünüyor, aidiyet duygusu zayıflıyor.
Sosyal medyayı da bu bağlamda değerlendirebiliriz. Sosyal olduğu iddia edilen bu mecralar psikolojik söylemi yalnızca yaygınlaştırmakla kalmıyor, ya insanların idraklerini dumura uğratıyor ya da iyice hasta ediyor. Topluma zerk edilen ne idiğü belirsiz, nereden geldiği meçhul, dinleyeni ikna edebilen fakat tamamen karma karışık, hiç bir bağlamı olmayan, neresinden tutsanız elinizde kalacak olan “psikolog tavsiyeleri”, adeta psikolojik normlara uyum göstermeyen duygu ve davranışları da anında negatif geri bildirimle cezalandırarak tek tip insan modeline sürüklüyor, insanın tabii akışını bozarak hasta olmayanı hasta yapıyor.
Genişleyen mistik pazar
Psikoloji kılığındaki bu “mistik pazar” her gün genişliyor. Hipnoterapi, kristal taş seansı derken şimdi astrolojiyle süslü testler moda oldu. “Yükselenin eşinle uyuşmuyor, boşan” diyen burç yorumları bile var. Tarot kartları “içsel rehberlik” diye satılıyor. Renkli aura fotoğraflarıyla “enerjin tıkanmış” teşhisi konuyor. Çakra masajı, olumlama cümleleri eşliğinde yapılıyor. Numeroloji koçu doğum tarihinize bakıp kariyer haritası çiziyor, ses banyosu ve gong terapisi titreşimle stres atmayı vaad ediyor. Geçmiş hayat travması arayan hipnoz seansları, enneagram atölyeleri, yeni ay-dolunay kampları listeye ekleniyor. Bütün bu yöntemler bilimsel görünmeye çalışsa da dinden kopuk. Verdiği huzur kısa sürüyor. Kalıcı huzur vermediği için kişi, aynı susuzlukla bir sonraki ürüne yöneliyor ve manevi boşluk, piyasada bitmeyen bir talep üretmeye devam ediyor.
Dikkat çekici olan nokta ise şu: Psikoloji bu uygulamaları tamamen reddetmiyor, tersine “kontrol altında” içeri alarak onlara klinik meşruiyet kazandırıyor. Böylece dinî geleneğe bağlı olmadan, “akıl dışı” görülen pratikler bile ticarileştirilip satılabilir hâle geliyor.
Sonuç ve öneri
İslâm medeniyeti, asırlar boyunca ruh ve nefsi birlikte ele alan tasavvufî birikimiyle insana bütüncül bir terbiye yolu sundu. Bizdeki ruh-beden dengesini koruyan birikimimiz, Batı’daki gibi ayrı bir “psikoloji bilimi” arayışını uzun süre gereksiz kıldı. Bugün depresyon, anksiyete ve kimlik bunalımı gibi kavramlar yaygınlaştı fakat bu kavramlar İslâm, kültür ve aile yapısıyla bağdaşacak şekilde yeniden yorumlanamadı. Haliyle Batı normlarına göre kurgulanmış psikoloji, bu toplumun ihtiyaçlarına tam karşılık veremiyor. Ne var ki küreselleşme, teknolojinin gelişimi, dünyanın dengesinin bozulması, medya ve tüketim kültürüyle birlikte Batı merkezli tanı-tedavi modelleri İslâm toplumlarına da nüfuz etti. Bizim toplumumuzdaki eksik ise, Gazâlî’den Mevlânâ’ya, İbnü’l-Arabî’den İmam Rabbani’ye, Feridüddin Attar’dan İbrahim Hakkı’ya kadar zengin bir müktesebata sahip olduğumuzun göz ardı edilmiş olması. Bugün Batı dünyasında psikolojinin ve içindeki dalların her yönden ele alınmaya çalışılması, özellikle Batılı düşünürlerin modern psikolojiyi tenkit etmesine yönelik dinden soyutlanmasını işlemesi de sadece bizde değil, tüm dünyada psikolojinin ciddi derecede sorgulanıyor oluşunu gösteriyor.
Bu vaziyet, “namaz kıl, geçer”, “bir yere bağlan, huzuru bul” tarzı yüzeysel nasihatlerle de çözülemiyor. İslâmî mirasın içindeki hazine, modern ölçme-değerlendirme yöntemleriyle birleştirilerek yeni bir ruh bilimine dönüştürülmesi kaçınılmaz bir gerçek artık. Gazâlî’nin, İbnü’l-Arabî’nin, İmam Rabbani’nin, Mevlânâ’nın, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın, Feridüddin Attar’ın ve tüm dünyaya şifa olacak geniş hazinemiz, günümüz araştırma teknikleriyle desteklenerek, insanı tanımaya ve anlamaya yönelik doğru bir kavram haritası üretilebilir.
Bu çaba, yalnız yerli psikologların değil sosyolog, ilahiyatçı ve tarihçilerin de ortak masada çalışmasını gerektiriyor. Bölgesel veri toplamak, vaka incelemeleri yapmak, gençlerin travma kaynaklarını ayrı bir başlıkta ele almak elzem. Çünkü hadiselere sadece insan merkezli değil, sosyolojik açıdan da bakmak gerekiyor. Ayrıca insanın ruhî sıkıntılarını kimyasal müdahaleyle bastırmak yerine, onun bu sıkıntılarını iyi-doğru-güzele yönlendirici biçimde kullanımını sağlayacak sahların genişletilmesi gerekiyor. Kısacası Batı’nın ürettiği psikoloji külliyatı, kendi tarihî-dinî ve içtimaî boşluğunu doldurmak yahut kendi buhranından sıyrılmak için ortaya çıktı. İslâm dünyasının ise hazır bir manevî reçetesi var, fakat bu reçete, yeni bir dünya görüşü ile modern dile çevrilmeyi bekliyor. Yapılması gereken, Batı’dan gelen yöntemsel imkânları kökten reddetmeden, onları İslâm’ın irfan atlasıyla birleştirerek yerli bir psikoloji inşa etmektir. Böyle bir girişim, Müslüman toplumla birlikte modern dünyanın da aradığı kalıcı şifa için yeni ufuklar açabilir.
***
*DSM, İngilizce adıyla Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı), Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) tarafından hazırlanıp periyodik olarak güncellenen kapsamlı bir tanılama rehberidir. İlk baskısı 1952’de yayımlanan bu el kitabı, depresyon, şizofreni, anksiyete bozuklukları, obsesif kompulsif bozukluk gibi yüzlerce psikiyatrik tabloyu tanı ölçütleri ve kodlarıyla ayrıntılı biçimde sınıflandırıyor. Amaç, klinisyenlerin, araştırmacıların ve sağlık sigorta sistemlerinin ortak bir “dil” kullanmasını sağlamak. Yani bir hastaya “majör depresif bozukluk” dendiğinde, dünyanın başka bir yerindeki uzmanın da aynı tanı ölçütlerini referans alması bekleniyor. Zaman içinde DSM, sadece kılavuz değil, ruh sağlığı alanında fiilî otorite konumuna geliyor. Mahkeme raporlarından sigorta geri ödemelerine, bilimsel araştırma protokollerinden kamu politikalarına kadar geniş bir alanda “son söz” niteliği taşıyor.
Bir yandan normal yaşantının iniş-çıkışlarını “bozukluk” kategorisine sokarak tıbbîleştirme yaparken, diğer yandan Batı-merkezli ölçütleri evrensel standart olarak dayatıyor. Ayrıca her yeni baskıda tanı sayısını artırarak, ilaç endüstrisinin pazarını da genişletiyor. Buna rağmen DSM, günümüzde psikiyatri ve klinik psikolojinin en yaygın başvuru kaynağı olma niteliğini sürdürmeye devam ediyor.
Aylık Baran Dergisi 40. Sayı Temmuz 2025