İnsan sürekli kendisiyle ve bin bir türlü “gerçek”le çatışma halindedir. Onun bunalımları; basit bir baş ağrısı gibi değildir. Ölene kadar bir sızı halinde onu sürekli sarsar, silkeler, kıvrandırır, rahatsız eder, ona varlığını hatırlatır. Kim olduğunu, nereden geldiğini, nasıl, niçin ve ne yapacağını, nereye gideceğini sürekli kendisine sorar. “Ben kimim?” diye sorar ve hep bu soruya cevap vermek üzere yaşar. O, sürekli bilinmez bir sızıyla kıvranıp durur. 

Her şey her şeye sığar da insan kendine sığamaz. Yaprakları ve dalından mutludur ağaç; hele köklerini yerin bilmem kaç katı altına doğru salmışsa ondan daha huzurlusu yoktur. Gölgesine sarkıttığı uzuvlarıyla bir bütündür ve yerinden memnundur. Hatta en güçlü pençeleriyle bir ceylanı yakalayan aslan, onunla doyurmuşsa yavrularını ve uykuya dalmışsa daha rahatı düşünülebilir mi?

Fakat bilinmezlikle kuşatılmış bir canlı olan insan nasıl rahat edecek? Gölgesinde uzanıp yattığı şu dünya bir türlü ona rahat vermemektedir. Biliyoruz ki insan, diğer canlılar gibi şuursuz değildir ve şuuru sürekli onu uyaran haldedir. O sürekli rahatsız olan bir haleti ruhiye içindedir. O ruhuyla sürekli irtibat halinde olduğundan oradan bakar, oradan konuşur, oradan düşünür, oradan görür. Çünkü insanın içinde kaynayan, yoğrulan, pişmekte olan, çığlık çığlığa haykıran hep ruhudur. Onun tüm sayhası oradan gelmektedir. Onun tüm sıkıntısı, bunalımı ruhundandır.

Peki, bunalıma Batılı fikir adamları ne diyor, önce buna bakalım.

Bunalımı, Sigmund Freud’a sorarsak; bilinçdışı arzuların ve bastırılmış duyguların yüzeye çıkması, der. O bunalımın-içsel sıkıntıların kaynağını bilinçdışı arzuların ve bastırılmış duyguların varlığına bağlar.

Carl Jung’a sorarsak; kişinin ruhî dengeyi kaybettiği ve kendini gerçekleştiremediği durumlar olarak teşhis ederler. Bunalımı, kişinin iç dünyasındaki arketipik güçlerle olan ilişkisinin dengesiz olduğunu gösterir.

Viktor Frankl’a sorarsak; bunalımı, anlamsızlık ve amacın kaybı olarak değerlendirir. Ona göre; bunalım, insanın hayatın anlamını bulamadığı zaman ortaya çıkar. Frankl, bunalımı aşmak için kişinin anlam arayışına yönelmesini, içsel değerlerini keşfetmesini ve amacı olan bir hayat sürdürmesini önerir.

Albert Ellis ise; bunalımı, yanlış inançlar ve irrasyonel düşüncelerle ilişkilendirir. Ona göre insanlar, kendi düşünceleri ve inançları tarafından bunalıma sürüklenebilir. Ellis, bunalımın üstesinden gelmek için insanın irrasyonel düşüncelerini belirlemesini, sorgulamasını ve yerine daha sağlıklı inançlar yerleştirmesini önerir.

Yine kimi psikologlar bunalımı; içsel çatışmayı içinde yaşadığı tutarsızlıklar, temel güven ve sevgi ihtiyaçlarının karşılanmaması olarak belirtirler. Sanki insan içindeki dengeyi kurduğunda tüm çatışmalardan ve buhranlardan kurtulacaktır da içsel çatışmanın çözümünü çelişkilerin giderilmesine bağlıyorlar.

Psikanalistler, psikiyatristler, psikologlar bunalımı iç dünyalarında oluşan bir sanrı olarak görür; stres ve travma, genetik ve biyolojik etkenler, düşünce ve inanç kalıpları, sosyal etkileşimler, psikolojik danışma ve tedavi gibi teşhislerle yönlendirmede bulunurlar. Bunalımlı biri, onların gözünde; olumsuz düşüncelere, düşünce hatalarına, kendisine yönelik eleştiri ve düşük benlik saygısı gibi faktörlere, depresyona, anksiyete ve diğer ruhsal sıkıntılara sahip biridir ve fertlerin düşünce kalıplarını sorgulayarak, olumsuz inançları değiştirmelerine, duygusal sorunlarını “düzeltme”ye, duygusal refahlarını artırmaya yardımcı olmak üzere harekete geçerler, terapide bulunurlar.

Depresyon ilaçlarını insana bir gereklilik olarak sunan psikiyatristler, bu ilaçları; ruh halinin düşüklüğü, umutsuzluk, ilgi kaybı, enerji eksikliği, uyku problemleri ve olumsuz düşünceler gibi belirtileri olan bir ruh sağlığı durumunu tedavi etmek için kullandıklarını söylüyorlar. Bu ilaçların, beynin kimyasal dengesini düzenleyerek ve sinir hücreleri arasındaki iletişimi etkileyerek depresyon semptomlarını azaltmaya yardımcı olduğunu belirtiyorlar. Aynı zamanda Fluoksetin, sertralin, fluvoksamin, paroksetin, sitalopram gibi depresyon ilaçlarının beyindeki sinir hücreleri arasında iletişimi düzenleyen ve ruh halini etkileyen önemli kimyasallar olduğu söyleniyor. Yine bu ilaçların temel amaçlarından birinin ruh halini düzenlemek, duygusal dengeyi geri kazandırmak, depresyon semptomlarını hafifletmek, enerji düzeyini artırmak, uyku düzenini sağlamak, konsantrasyonu ve motivasyonu artırmak olduğu belirtiliyor.

Elbette bu tür teşhisleri kökten reddetmiyoruz, fakat içsel buhranını yaşayan fertlere haksızca konulan teşhisleri ve ardından tedavi edilmesi için tonlarca ilaç dayatılmasını tenkit ediyoruz.

Çünkü, psikolojik vakaların fazlalığı, ilaç tüketiminin fazlalığı ve ideolojik travmaların hiçbiri sorgulanmıyor. Sorgulandığı zaman psikolojinin felsefeden doğduğu ve mutlak olmadığı açığa çıkıyor. Fakat mutlak gibi de körü körüne dayatılıyor.

Bütün bunlara ek olarak modern dünya, ferdin, içindeki çığlıklara kulaklarını tıkaması için her türlü yolu, imkânı sunmuş vaziyette. Ferdi kendi haline bırakmamak üzere meşgul edip aptallaştırıyor. Düşünmesine, hayal kurmasına, kendini dinlemesine izin vermiyor ve eşya ve hadiseler karşısında şuurunu köreltiyor. Ruhunun çırpınışlarını bastırıyor ve ferdi yürüyen ölü haline sokuyor.

Depresyon ilaçları gibi, kişisel gelişim kitapları ve bu doğrultuda verilen seminerler, sempozyumlar da insana tamamen mutlu olmayı bunun da içsel sıkıntılarından arınmayla olacağını ihtar ediyor. Bu anlayış insanı kibirli, gururlu, bencil, sadece kendisi için yaşayan, hırslı ve bir türlü doymak bilmeyen; ama sürekli iç huzuru yakalama hayaliyle dışarısını süsleyip duran, bunalımı insanda fazlalık olarak gören ve bu sızıyı reddeden durumundadır. İç çatışmalarını problemli bir kavga olarak görür ve giderilmesinin yollarını sunar. Malum, modernizmin insana sunduğu hayat tarzı, onu fıtratından çok uzaklara fırlattı. O artık “makineleşmek istiyorum” diye homurdanan bir şairin duası haline gelmiş vaziyettedir. İç sesini kaybetmiştir ve artık idrakiyle birlikte içindeki sesi uyuşturmuştur. Yatağından kalkıp gece yatağına girip uyuyana kadar hiçbir hayal, düşünce “rahatsız” etmez onu. Her an “dopdolu”dur, hiç zamanı yoktur, hiçbir şeye yetişememekten kaygılıdır ve bu kaygısıyla sürekli meşguldür. Yürüyen merdivenler, hızlı ulaşım araçları, fastfood yemekler, pratikleşen ve makineleşen hayat, onun varlığının bir parçasıdır ve ruhuna yaklaşmaya fırsat bulamaz. Onu dinleyemez, kendisini yavaşlatamaz. Nefes nefese kaldığında bile onu içine yönlendirebilecek bütün unsurlar yok edilir. O artık bir makineden ibarettir.

Tekrar yukarı dönüp Freud’un dediklerine baktığımız zaman şu soru akla geliyor: Mutlak Fikir olmasa ruh ile nefsi nasıl ayırt edeceğiz? Ayırt edemediğimiz yerde ister buna bilinçdışı arzuların ve bastırılmış duyguların yüzeye çıkması diyelim, istersek de bastırılmış duygular diyelim, bir şey ifade etmeyecek.

Frankl’ın düşüncesinden ise şöyle bir anlayış ortaya çıkıyor; “İyi bir bisiklet sürücüsü olmak hayatın anlamını bulmaktır.” Peki, iyi bir bisikletçi olan kişi, sonra ne yapacak? Jack London’ın Martin Eden romanında bu hadise çok güzel işleniyor. Martin varoluş sancısı çekiyor ve bunu bir şeylerle “gerçekleştiriyor”, daha sonra boşluğa düşüyor ve intihar ediyor. Yani hiçbir şeyin anlamı kalmıyor. Maddî kazanımları bir amaç olarak gösterenler, yaşanmaya değer hayatın ve ötelerin ötesinin farkında değiller, bu sebeple ferdi boşluğa çekmekten başka bir işe yaramıyorlar.

Bu çerçeveden baktığımızda neyi idealize etmemiz gerektiğini bilmiyorlar. Mesela varoluş ıstırabı çeken birine yapılan teşhis ve verilen ilaçla ne hedefleniyor? Uykusuzluktan ve sıradan insanlar gibi hayat sürememekten kurtulma mı? Peki ya sonra? İlaçla beden iyileşiyor; fakat ruh boşta kalıyor. Aslına baktığımızda “hasta” değil de, “doktor” tedaviye cevap veremiyor. Psikolojide hâkim fikir olmayınca hasta boşluğa çekiliyor ve hâkim fikir olmadan psikoloji nereye koyulursa koyulsun olmuyor. Çünkü psikolojide işlenen merhamet, duygu, sevgi, ahlak gibi bütün teşhisler de ne olduğu belli olmayan “evrensel değerler”e göre değil, hâkim fikire nisbetle olmalı ki, “kurtaran ıstırabı” çeken, varoluşunu gerçekleştirebilsin.

***

Peki, bunalımlara nasıl bakmalıyız?

İnsanı, kainattaki yaratılmış diğer varlıklar gibi belirleyemezsiniz. Onu sabit bir hal üzere gösteremezsiniz. Yukarıda verdiğim misaldeki gibi insan ne ağaç ne de aslan gibidir. O sürekli kendisiyle ve bin bir türlü “gerçek”le çatışma halindedir. Onun bunalımları; basit bir baş ağrısı gibi değildir. Ölene kadar bir sızı halinde onu sürekli sarsar, silkeler, kıvrandırır, rahatsız eder, ona varlığını hatırlatır. Kim olduğunu, nereden geldiğini, nasıl, niçin ve ne yapacağını, nereye gideceğini sürekli kendisine sorar. “Ben kimim?” diye sorar ve hep bu soruya cevap vermek üzere yaşar. O, sürekli bilinmez bir sızıyla kıvranıp durur. 

İnsan şahsiyet sahibidir, bu sebepten çileye muhataptır ve sürekli ıstırap halindedir. Neye ıstırap duyduğunu, neye hasret duyduğunu bilmeden yaşar ve hep arar. Öyle değil mi ki manalandıramadığı o boşluklarının hepsine de birer isim bulur. Bu sebepten bir sürü oyuncağı vardır. Kiminde körkütük sarhoştur, kiminde karasevdalıdır, kiminde iyi bir yazardır, kiminde iyi bir okurdur, kiminde bir oyuncu yahut oyun ve oynaştadır. Fakat insan bu halini bir türlü fark edemez. Mesela şu köşeye sızmış sarhoş, elindeki şişede neyi arıyor? Ya şu masanın başında bütün hırslarıyla kumar kağıdına tutunmuş adam ne yapıyor? Ya şu göklere uzanmış binanın tepesinde birazdan aşağıya atlayıp paramparça olacak insan neden intihar ediyor? Ya şu her şeyi elde etmiş olan adam neyin açlığını çekiyor?

Bugün bataklığa düşmüşlerin çoğu bunalımlarından gelen sesleri kapatmak için bataklıktalar. İçlerindeki boşluğu türlü “oyun”larla doldurmaya çalışıyorlar. Uyuşturucu, kadın, içki, kumar, para vs. hepsi içsel buhranını örtmek için birer yalancı süsten ibaret. Bu oyuncaklar onu bir süreye kadar idare ediyor; fakat daha sonra? Sonrası yok! Ulaşmak istediği her şeye ulaşan bir adam artık ne yapacak? İşte o boşluğu bu kadar oyuncak yine dolduramıyor.

Beş duyu organı, insanın kendisini yahut aradığı şeyi bulması için yeterli değildir ve bunun farkında olmayanlar beş duyudan birini veya hepsini sığınak olarak kullanırlar. Kimi gözüyle gördüğüne, kulağıyla duyduğuna, elleriyle dokunduğuna inanır ve bu inancına içindeki çığlıkları bastırarak tutunur. Fakat bu yetmez, yetemez. Çünkü onun gözü sürekli ötelerdedir. Sürekli ötelere uzanmaya çalışır. “Biricik meselesi ise sonsuzu bulmak”tır. O sürekli sırlar arasında ve sürekli rüya içinde bir rüya haliyle yaşar. Ruhundan başka yalan olan ne varsa onlara tutunur ve onlarla gerçeği arar. O hep “gizli düğüm”dür ve bu düğüme takılır durur. O hep “iniş ve çıkış”larıyla kendisinin bilmecesidir. Onda “ezel fikri ve ebed duygusu” sürekli taşma halindedir.

İnsanın hayalinde canlanan bir cennet sızısı mı yatıyor acaba? Ki sürekli ebediyeti, kusursuzluğu, güzelin özlemini duyuyor. Bir kadını severken acaba gerçekten neyi seviyor? Şiirde, nesirde, romanda, resimde neyi arıyor? Neden hiçbiri duyularına yetmiyor?

Anlaşılan o ki, bunalım insanda etle tırnak gibidir ve insandan ayrı düşünülemiyor. Çok da derinlere gitmeye gerek yok; tarihe baktığımızda bunalımlarının neticesinde çıkan nice şahsiyetler ve şahsiyetlerin eserleriyle karşılaşmamız mümkün! Yazılmış büyük eserler bunalımların neticesi değil midir?

Sonuçta insan bu iç çatışmaları ile vardır. Kendisini hayvanlardan ayırıcı bu hal, onda sadece yemeye, içmeye ve uyumaya gelmediğini, bilakis Mutlak olanı aradığını ikaz edip duruyor. Halbuki insan, bunalımlarını ilaç ve benzeri araçlarla gidermek yerine, bunalımlarından şahsiyetini parıldatabilir, ortaya istidadı neticesinde eserler verebilir. Bu sebepten bunalımlara kimi düşünürler gibi giderilmesi gereken bir hastalık olarak değil de, fayda devşirilecek bir “hal” olarak bakmak en doğrusudur.

Aylık Baran Dergisi 17. Sayı Temmuz 2023