Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu: Aydın çağından mesûl insandır ve bu mânâya bitişik olarak da velilik bir mecburiyettir…

Bolu F Tipi Cezaevi’nde Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ile aynı havalandırmaya çıkan gazeteci Şükrü Sak sohbet ve intibâlarını yazdı. Röportaj Akit gazetesinde yayımlandı.

İşte röportajın tamamı:

-Günlük meselelere günlük çözümler ile bu “İdeolocya-Dünya görüşü-Sistem” mevzu, çoğunlukla birbirine karıştırılıyor sanki?..

-Tamam, anladım kasdınızı… İnsan ve toplum meseleleri ekseninde söylüyorum; bu adam aç, geldi, bugün doyurdunuz. Yarın, öbür gün? Günlük meselelere günlük çözüm bu. Açlık devam ediyor, öğlen, akşam… (…..) Biz meseleleri sistem çapında ele alıp, sistem çapında çözümler teklif ediyoruz. Günübirlik meselelere günübirlik sunî çözümlerle karıştırılacak, kıyaslanacak bir şey değil ki bu… Nitekim bunun örneklerini aktüalite içinde bolca bulabilirsiniz; onu halletmeye çalışırken bu patlıyor, bunu düzeltmeye çalışırken öbürü, vesaire… Biz “ruh”, ruhçuluğun hakikati filân diyoruz, anlaşılmıyor. Bu başlı başına bir sistem meselesi…

-Bu “sistem meselesinin” bir özelliği de, İslam’a nisbet içinde-hesapta- mesele konuştuğunu düşünenlerin…

-Ondan da önce, ortaya koyduğumuz şey ne, ona bakılması lazım; her dünya görüşünün eşya ve hadiseleri ele alış, yorumlayış tarzı farklı, bu bir “muhakeme biçimidir” her şeyden önce. Biz her adımda İslam’a nisbetimizi muhafaza etmek zorunda olduğumuza göre?.. Bu nasıl olacaktır? Nisbetsiz, başıboş, nerden gelip nereye gittiği izâhsız bir “düşünce faaliyeti” ile olacak iş değil bu… Halbuki biz (Büyük Doğu-İbda); Muhakeme usûlu prensiplerini getirdik, ölçülendirme ölçülerini koyduk ve doğrulayıcılık usulünü…(…) Neticede kendi fikir sistemimizin, hem Batı’ya hem Doğu’ya dönük çehresi meydanda… “Bütün fikrin gerekliliği” ve Mutlak Ölçüler’in zabıtası olmaksızın bunun “kurulamazlığını” ispatladık… Felsefeden sosyolojiye, tasavvuftan hikemiyata kadar el attığımız her mevzuda; insan ve toplum meselelerinin ancak böyle bir ideolocya temelinde sistem şuuru-şuur sistemi ile ÇÖZÜLEBİLECEĞİNİ de…

-Bu meselenin (fikir sistemi-dünya görüşü) meselesinin, Türkiye şartlarında yeteri kadar veya gerektiği gibi anlaşıldığını düşünüyor musunuz?... Çünkü bu meselenin böyle sokaktaki sade vatandaşa değil de, aydın kesime, entellektüel tabakaya hitab eden asıl çehresi…

“AYDIN ÇAĞINDAN MESUL İNSANDIR…”

-MEVZU FİKİRSE; O ve BEN…-

-Bunu hem Batı’dan hem Doğu’dan örneklerle BÜYÜK MUZDARİBLER de anlattık; her yönüyle… Hem tasarrufuna almaya hem de insan ve toplum meselelerine el atarken görünmesi gereken derinliğe misal olarak… Hadisenin özü; Aydın çağından mesûl insandır ve bu mânâya bitişik olarak da velilik bir mecburiyettir… Bunların anlaşılması lâzım… (…..) “Türkiye şartları” filân deyince, bu da artık dünyadan kopuk ve bölge şartlarından bağımsız olarak değerlendirilebilecek bir şey olmaktan çıkmıştır…

-Fikir sistemi-Dünya görüşü mevzunun, öncelikle aydınlara dönük çehresi kasdıyla…

-Tamam, daha hususi planda… Şimdi diyelim ki, namazında niyazında, tesbihinde Kur’an’ında, evinden işine işinden evine bir Müslümansın, tamam… Ama bir “iddia” ile ortaya çıktığın zaman-bütün topluma, Müslümanlara dair bir iddia ile- ya bunu(Bd-İbda) göreceksin veya daha iyisini ortaya koyacaksın… Öyle kibirle, hasedle, inatla “karşıyım!” olmaz!... Böyle bir şey kişinin “imanını” tehlikeye sokar… Çünkü sen bütün Müslümanları ilgilendiren bir iddia ile ortaya çıkıyorsun… “Yanlış” bir şey yapıyorsan zararı İslam’a ve bütün Müslümanlara… Bunun görülmesi lâzım!... Sonra, oyuncak değil ki bu; burada daha “mükemmel bir vasıta”(Bd-İbda) dururken “yok, ben kendim bir vasıta icâd edeceğim” takâzâsı ile… Olmaz…(…..) Bunu, İslam’ın-Müslümanların temel, hayatîzarurî ihtiyacına nisbetle ve “hedef-vasıta-gaye” ilişkisi içerisinde düşünürseniz; burada diyelim “hızlı tren” dururken, “kağnı”yı tercih etmek gibi, değil mi, olmaz…

-Böyle bir başıboşluk veya rastgelelik?....

-Bunun yol açtığı emek, zaman, enerji, güç isrâfı bir yana… Bütün sosyal hayatın her alanında var olan tabii hiyerarşiye burada niye uymuyorsun?.. Bunun yol açtığı zararlar bütün Müslümanlara, herkes bir şekilde etkileniyor bundan… Burada zaten aydınlara çok büyük sorumluluk düşüyor… Bunun anlaşılması lâzım…(……) Biraz önce “tabii hiyerarşi” dediğim husus; askere gidiyorsun, erden generale kadar o şeye tabi oluyorsun, trafikte polis kuralı hatırlatıyor uyuyorsun, şurada memur geliyor vergini veriyorsun, burada zâbıta geliyor ruhsatını… Hülâsa toplumda varolan, işleyen düzen içinde işin gereği ve tabii olarak o kadar şeye uyuyorsun da, mevzu-konuştuğumuz çerçevede- fikir-fikir sistemi olunca; “Yok, ben kendi kafama göre…” Mesele birden nerden nereye düşüyor… Halbuki cumhurbaşkanı da olsan-hastalık söz konusu olduğunda- gidip “doktora” tâbi oluyorsun, ‘yok, ben cumhurbaşkanıyım’ filân olmuyor… Kasdım anlaşılıyor mu bilmiyorum?... (Sosyal statü-veya- mevzun ne olursa olsun, her mevzuda o mevzunun “EHLİ OLAN”a tabi olmak…)

Mevzu “fikir”se, bu mevzu da; O ve ben… Müsadenizle(!)… Espri anlaşıldı sanırım; hasta karşısında doktorun tevâzûundan, (‘aman efendim, doktorluk kim, biz kim’ tevâzûunu(!) ) şifa değil maraz doğar… Öldürdün hastayı, geçmiş olsun… Hadiseyi bu şekilde misâllendirmemin sebebi de, fikir kumaşım-“fikir hüviyetim”in, Üstadım tarafından; “ifrat hâlde tecrit” olarak ifâde edilmiş olmasıdır… Fikirde “doktor keyfiyeti” bensem, budur… Bunun ötesi ne olabilir… İşte, Batı tefekkürü ve İslam tasavvufu arasında açılmış keyfiyet şemsiyesi(İbda) ortada… Nisbetini kurup çoğalmaya bakacaksın… Hep Yeniden, Hep Yeni:

“ORKESTRA, SENFONYA VE BİZ…”

-Bir dünya görüşünün bütün toplum tabakalarında, aydınlar, ilim adamları, sanatçılar, hukukçular, siyasetçiler vesaire bütün toplumsal iş ve verim şubelerinde, dalga dalga ayrı renklerde görünmesini ifade eden…

-Bu olmadığı zaman da “senfoni” değil, kakafoni çıkar ortaya… Bunları hep yazdık, defalarca anlattık… “Edebiyat” filân mı zannediliyor bilmiyorum, halbuki meselenin bütün ruhunu gösteren şeydir o… (….) Senfoni demek, çok sayıda adamın çok sayıda enstrümanla bir araya gelip (-bir araya-), herkesin KAFASINA GÖRE(!) bir şey çalması demek değil ki!...

Çok sayıda sanatkârın, çok sayıda enstrümanla BİR ARAYA gelip, bir “besteyi” bir notayı çalması değil mi… Hani NOTA?... Kasdımız anlaşılıyor değil mi? Halbuki bunu izâha ne hâcet… Sen baştan sona İslam’ı referans alan ideal bir devlet ve toplum hayalinden bahsediyorsun… İnsanı inşâ etmekten, anlayışı yenilemekten… İnsan ve toplum meselelerine çözüm getirmekten… Bütün bunlar zaten bir “fikir sistemi- dünya görüşü”nün hayatî zaruretini gösteren şeyler değil mi?... Bu olmayınca (bu nisbet kurulmayınca) benim yaptığımı sen yıkıyorsun, senin yaptığını o…. Tâ 1980’lerde basılan “Damlaya Damlaya”da anlattık bunları herkesin taşı getirip meydana koyması -bu nisbet olmadığı zaman- bir şey ifade etmez ki, tâ o zaman söyledik, taşları üst üste koyarsın ya bina çıkar ortaya veya taş yığını…İkisinde “taşları üst üste koyuyorsun”… Şöyle bakarsan da ‘herkes çalışıyor’; bak o da taş getiriyor buda…Taş; en önemli malzeme filan…Netice?..

“BD-İBDA İDEOLACYASI, MEKTUBAT SIRRI…”

-Nereden bakarsanız bakın, her yönden Büyük Doğu-İBDA ideolocyası…

-Bütün bunların “İbda nisbeti”nden görünen hakikâtler olduğunu söylemeye gerek yok… Epey uzun bir süre anlaşılmadı zaten ondaki (ideolocya) ruh… Onu da biz… Mektubât’tan süzülmedir o... O’nun usâresi bir nevi… O’nun (Mektubat-ı Rabbani) içinde bulunduğumuz bu zaman dilimine dönük -ihtiyaca nisbetle- çehresidir o -ideolocya örgüsü- çoklarınca bilinmeyen ve görülmeyen tarafıdır bu… İbda nisbetinin ne demek olduğu da buradan sezilmesi lazım… (…) O ruhu özümseyip anlamaktır mesele, oradaki ruh… O zaman, “ezber” ve “şablon” olmaktan çıkar ideoloji… Ve ancak o zaman -ki bizim yaptığımızda buduronunla karşına çıkan her meseleyi, böyle lif lif çözme hassasına… Yoksa makaleler toplamı gibi, bir arada öyle zannediyorlardı, bizden önce tabii…

Üstadım’ın “ben indim hatta fazlaca indim” dediği mevzu… Kaba bir bakışla bakarsan, şöyle de bir şey yok sanırsın, fakat önemli olan o ruh… O “nasıl”ın fikir çehresini ve “indim” dediği yerin YÜKSEKLİĞİNİ de gösteren biziz… “Niçin”ini ortaya koyarak…

“ON BİN DOLARLIK MÂNÂ NASIL BİR ŞEYDİR?...”

-Diliniz için söylenen “ağır” ve “zor”, belki de buradan…

-Ondan mı yoksa başka şeyden mi, neyse… Şu, bir “on bin dolarlık ev” hikâyesi var, Batılı bir aydının anlattığı… İnsan algısının ne hâle geldiği sadedinde; “Sadece rakamlarla algılayabiliyorlar artık” diye… “Ev”i ne kadar anlatırsan anlat, yeri şöyle güzel, ağaçları, bahçesi, mimarisi, estetiği filân, yok; şuuruna ulaşmıyor, bunlar bir “değer” ifade etmiyor… “10 bin dolarlık ev…” deyince, hâh tamam, şimdi anladı… “Algı” ve “değer” ölçüsü bu… Bırakın siz onu, bu “şuura” ne ile ve nasıl ulaşacaksınız… Halbuki bütün mesele bu, İstikbâl İslamındır’da anlattık; “şuur-şuur süzgeci” meselelerini, “değer”in, “şeyleri” ruha nisbet etmek demek oluşunu, değil mi?... Ruh?... İdrâk(algı)nın ne hâle geldiğini bu misâlden kıyas edin… Bunları anlamadan “İslamî” bir hayat tarzı?...

“LEYLA MECNUN’UN NESİ OLUR?...”

-Ezber ve şablonculukla anlaşılacak şeyler değil demiştiniz?...

-Bütün hâlinde Bd-İbda Külliyâtından tüten o ruh… O idrâk, anlayış seviyesi… Yoksa benim söylediklerimi yerli yersiz, papağan gibi tekrarlamak da, birilerinin bunları böyle anlamadan tekrarlaması da, neticede benim aleyhime bir durum… Burada şuna nisbetle söylediğim bir şeyi, o “nisbeti görmeden”, kafana göre kullanınca, benim kasdıma zıt bambaşka bir mânâ ve kasıt çıkıyor ortaya…

Şimdi ben her defasında, yeniden o “ezberciye” bunu mu anlatayım, öbürüne sözün neye nisbetle söylendiğini, kasdını ve mânâsını izâh derdine mi düşeyim… Bir şeyi anlamadan kullanmanın “ezberciye” bir şey katmaması bir yana, böyle maksadı-muradı zedeleyen kısmı da var… O fıkra da geçtiği gibi, adam akşamdan sabaha kadar Leyla ile Mecnun’un hikâyesini anlattığı muhatabına soruyor, “anladın mı?..” Aldığı cevap müthiş bir anlayış(!) harikası; “Anladım anladım da, bu Leyla Mecnun’un nesi oluyor, onu anlamadım…” O yüzden ezber ve şablonla bir yere varılmaz, ezber ve şablonla tekâmül olmaz…

“MESELE İNSANI İNŞÂ ETMEK…”

-Bir konferansınızda geçiyordu yanılmıyorsam; dünya görüşü-düşünce sisteminin en temel niteliğini vurgularken; Anlayış temin eden teoriden daha pratik bir yol yoktur diyorsunuz?..

-Anlayış temin eden teori… Evet, İslam’a Muhatap anlayış yani… Batılı bir ekonomist, aydın; her insan bir ekonomistin ürünüdür der… Aynı şekilde, her insan bir sosyoloğun, bir felsefecinin ürünüdür, bir sanatçının ürünüdür… Hiçbir insan durduk yerde, (hiçbir şeyden etkilenmemiş olarak) “öyle düşünüp, öyle yaşamaya” başlamadığına göre?.. Her insan, “geçmişten gelen miras üzerinde”, onun izlerini, çizgilerini, işaretlerini taşır, barındırır… Bu mânâda sen kendini inşâ etmedin, ekonomiden, ahlâktan, siyasetten, sosyolojiden, felsefeden; bütün düşünüş ve tavırlarında, hayat tarzında bunların İZİ VAR… Biz bunun felsefesini, teorisini, fikrini getirdik… Daha müşahhas bir misâl vereyim; (….) Şuraya bin tane adam(asker) dizilmiş, bir kişi ne emrederse onu yapıyor… Bunun ruhî bir geçmiş ve mirasın sonucu olduğunu anlamıyor musun?.. O, “ben anlamıyorum, askere yat dersin yatar, kalk dersin kalkar, hücum dersin yapar” filân… Ordaki o bin kişiyi o bir kişiye itaat ettiren?.. İşte onu oluşturan, sağlayan; asker, teşkilât, devlet fikri, gerçeklik şu bu, neyse bu ruhî şeyini veren sen değilsin… Nitekim; “Niye sana itaat edeceğim lân, bir kişisin sen!” dediği anda iş biter, çözülür… Senin, o sanki “tabii olarak böyleymiş” sandığın şeyin öyle olmadığını görürsün. Bunun gibi; devlet nedir, hukuk nedir, ahlâk nedir, irâde nedir, fikir nedir, bunların gerçek anlamda neye tekâbül ettiği, neye karşılık geldiğinden haberin yok, bir şey olduğu zaman; “Ee bütün dünyada böyle…” Değil!...

-En çok da “demokrasi” üzerinden atıf yapılıyor; “bütün dünyada böyle…”

-Bütün dünya dediğin; Amerika ve Batı… Doksanlı yıllarda anlattık bunları; demokrasi bir teamül rejimidir diye… Zenginlik olmayan yerde demokrasi olmaz. Adam, o ekonomi dergisinde bizim yıllardır söylediğimiz şeyi yazıyor; rakamlar hatırımda kalmadı; diyelim ki, yıllık, kişi gelirinin yirmi bin dolardan düşük olduğu yerlerde demokrasi olmaz diye… Şimdi, İngiltere’de adam o zenginlik içinde tabii olarak öyle ufak tefek şeylerle uğraşmaz… O zenginliği de sömürge yolu ile elde etmiş zaten, seni sömürerek… Bunları yazdık hep; Batı kültür ve yaşayışının ulaştığı her yer Batı’dır diye… Sen şimdi bu züğürtlük içinde “Batı demokrasileri gibi” diyorsun. GİBİ… Orjinali sana ait değil. Sana uyacağına nasıl kani oldun… O adam(Batı) oraya nasıl ulaştı hiçbir fikrin yok…

“SERBEST REKABET DEDİĞİN GÖZÜNÜ OYMAK!..”

-Aynı yöntemle dış yüzden ekonomik sistem taklidi?..

-Şimdi adam -bir de profesör ünvânı var- ‘İslam’ın öngördüğü uygulanabilir bir ekonomi modeli yoktur’ diye başlıyor lâfa. Ne İslam’ı, ne de ezberlediği bir takım klişelerin dışında “ekonomiyi” biliyor… Bu şabloncu kafa iktisat ile ahlâk arasındaki o derin bağı nerden görecek… Tutturmuşlar bir “serbest piyasa”-onu da bir nevi dogma-nass gibi söylüyorlar- bunun hiçbir türlü alternatifi yokmuş ve aksi düşünülemezmiş gibi… Senin “serbest rekabet” dediğin; şunun için (mal-değer) birbirinin gözünü oymak demek!… Bunu ilmî, akademik tabirlerle süsleyince netice değişmiyor, sonuç aynı; Şunun için birbirinin gözünü oymak!... Halbuki bu -İslamî bir düzendebir şekilde, sana da, bana da, ona da yetecekken, (adil bir paylaşım) “serbest piyasa” deyip bunu kaptığın için, şu kadar insan aç… Bu açlığın yol açtığı insanlık dışı vaziyetler… Aslında tam da devletin müdahil olması gereken yer…

Sen, onu (mal-kaynak-değer) karşındakinin gözünü oyarak, bir nevi gasbettiğin için, şu kadar insan aç, yoksul, perişan… Devlet burada müdahil olmayacaksa?.. Şunun için birbirinin gözünü oymayı “ahlâkî ve meşru”(!) kabul ettiğin için, diğer toplumsal ilişki ve kurumların da BU DOĞRULTUDA ŞEKİLLENMİŞ oluyor; hukuk, eğitim, aile vesair… Her alanda, çıkar ve başarı için göz oymak meşru!... Ee madem öyle kabul ediyorsun, o zaman -aşa- İslam’a, İslamî bir düzene ne gerek var değil mi?

“AHLÂKSIZ EKONOMİ MODELİ…”

-İslam temelli bir ekonomik sistem modeli geliştirilip, İslam dışı bir düzende bu uygulanabilir mi derseniz, o ayrı bir mevzu… Bizim teklif ettiğimiz sistemde; “ekonomik model”, bütün sistemin bir alt-parça sistemi olduğu için… Bu sistemde (Bd-İbda); ekonomi, hukuk, eğitim, kültür, siyaset, sanat, teknik vesair, bütün SOSYALMÜESSESELERİ KUŞATAN ve onları birbirine tamamlayan bir noktada (tamamlayan ve besleyen) AHLÂKÎ ve FİKRÎ bir dayanağa malik olduğu için, “uygulama” sorunu olmaz!... Ama ona zıt bir sistemde bu imkansız… (…..) Bir kere, en başta, ahlâksız-ahlâkî temeli olmayan- bir “ekonomik sistem” fikri; Batı barbarlığı ve sömürgeciliğinin bir ürünü… (İnsanı ekonomik bir hayvan olarak görüp, kazanmak için her şeyi MEŞRU GÖREN bir ahlâk…) Bu bize ait bir şey değil ki… Bakın, Üstadım, işin bize ait RUHUNU gösteren misâli; şeriatte, seninki senin, benimki benim, tasavvufta; seninki senin benimki de senin, hakikatte; ne seninki senin ne benim ki benim; Mülk Allah’ındır… Böyle bir iman ve idrâk temelinde, kim şunun için birbirinin gözünü oyar…

“Fikrim de, Sanatım da İslam’a Muhatap Anlayışımı Gösterir”

-Fikir ve sanatınız üzerine gerektiği gibi konuşulduğunu, tartışıldığını düşünüyor musunuz, yoksa bir “dil tutulması” veya başka bir şey mi?..

-Bir eserin mübdiî, eseri verdiğinde işi biter onun… Gerisi mevzunun ehli olan, fikir ve sanat hayatında çok mühim bir rolü bulunan “münekkid” veya münekkitlerin işi… “Bu eser nedir” den başlayarak, yeri, yurdu, orijinalliği, farkı, tarzı, usulü, üslûbu, yeniliği, eskiliği… Ne ise, bir eseri, eser olarak “değer ölçüsü…” Kıymet hükmünü koyacak olan “Münekkit”tir… Ama nerde o?.. Yeni dille “eleştirmen”… Münekkidin ‘kılavuz’ benzeri rolü, bir bakıma okuyucuya yol gösterirken, diğer yandan da eser sahibine bir “ayna tutma” gibidir… (….) Münekkit vasfı ile bu kesimde temayüz etmiş bir isim var mı, bilmiyorum. “Münekkit kıtlığı” diye bunu en çok dile getiren de Üstadım’dır… Ona daha esaslı ve büyük sıfatlar atfederek. Tabii şartlarda bir eseri “değerlendirme ölçüsünü” münekkit koyar. Batı’da (eleştirmen)in ağırlığı, otoritesi müelliften fazladır çoğu zaman. Çünkü vasat toplumun ve onun vasat anlayışının çok üzerinde dolaşan sanatkârla toplum arasında sürekli mekik dokur gibidir… O’nun bu bir nevi köprü rolü, fikir sanat adamını da zorlar… Böyle bir rol?..   (…..)

Fikir ve sanat adamı eserini verdiğinde onun işi bitmiştir, dedim, eser; şiir, roman, hikâye vesaire… Artık onu yorumlamak, değerlendirmek, sanat anlayışı -felsefesi- ekseninde tartışmak, müellifin değil münekkidin işidir, müellif de ehil münekkidin aynasında ona-eserine- tekrar bakmak isteyecektir… Fakat malûm olduğu üzere, bizim böyle bir “lüksümüz” olmadı… Neredeyse hiç…

-Necip Fazıl’ın koyduğu kıymet hükümleri var; Kültür Davâmız, İstikbâl İslam'ındır, Necip Fazıl’la Başbaşa ve diğerleri için?..

-O farklı bir konsept… Söylediğim şeyle karıştırmamak lâzım… Biraz evvel bahsettim, O’nun en fazla şikayet ettiği ve sürekli söylediği; “Biz de münekkit yok…”, galiba bugün hâlâ geçerli…

•         

Fuzûli’den Mirzabeyoğlu’na…..

“Kimse bilmez fukâra sırrını…” değil

“KİMSE BİLMEZ KAYAN YILDIZ SIRRINI….”

-Aydınlık Savaşçıları, Önsöz, Anafor tabii bunlardan da önce Yaşamayı Deneme, Münşeat ve… Kayan Yıldız Sırrı…

-Aydınlık Savaşçıları… Hikâyesi ayrı… Baktım “Aydınlık Savaşçıları şairi” diye yapışacak üzerime, bıraktım… Devam ederdi, ediyordu yoksa o…

-Yaşamayı Deneme…

-İşte… Olmak… Ne olmak, nasıl olmak… Bugün burada devam eden hayatın bir çekirdek olarak orada toplu görünüşü gibi… Orda birazda efe bir yürüyüş vardır, on sekiz yaşın toplayıcı anten rolü… Oradan başlayan yürüyüş, bak bugüne, buraya… Başlarken yürümeye biliyordum nereye gideceğimi… Bugün 63 yaşındayım ve hâlâ zıplıyorum, durmadım… İki adım atıp (aferin ceplerinde) tükenenler utanır mı bilmem… Yaşamayı Deneme’de başlayan yürüyüş… Bugün hâlâ sürüyor, burada…

-Kayan Yıldız Sırrı…

-Nispet şiiridir o… Çile’ye… Çile’nin sahibine… İşte, ben eserimi vermişim, dönüp tekrar onu anlatacak olan ben değilim. Bak eser orda; bir tane tenkit, böyle eli ayağı düzgün, ehlince yapılmış?.. “Tenkit” deyince, bu da yanlış kullanılan bir kavram, “kritik etme”, “bu nedir?”in tartışılması, sanat eserindeki öz keyfiyetin yansıtılmasıdır o… Yansıtılması, şöyle veya böyle gösterilmesi, kritiğidir… Getirdiği o “yeni şey” ne ise onu… (Duyuş, düşünüş, fikir v.s) Ben sorabilirim onu; kim ne diyor bilmek isterdim… Benim açımdan, şiirin mücerret keyfiyeti bir yana, “saf şiir” olarak?… Fikirden süzülme şiir… Değerlendirme mi yapılamıyor, yoksa arazi bu kadar mı çorak?..  (….)

“YAŞAMAYI DENEME’DE: YAŞANMAYA DEĞER HAYAT…”

-Aradan şu kadar (30 sene) zaman geçmiş olmasına rağmen, neredeyse üç kuşak, Yaşamayı Deneme’nin bugün hâlâ yeni çıkmış gibi üç kuşak tarafından da okunuyor olması?... “Yaşanmaya değer hayat” meselesinin tohumlarını barındırıyor olmasından…

-O da okuyucunun, muhatabın takdirine kalmış artık, bilemem… “Yaşanmaya değer hayat” derken, bunun tevhidî bir tecrit ile ehline görünen mânâsı bir yana, bunun (yaşanmaya değer hayat) hazırlop bir kıyafet gibi alınıp giyilecek bir şey değil, İslam’a nisbet içinde ÜRETİLECEK bir keyfiyet olduğunu, en geniş anlamda “hayat tarzı” meselesi olduğunu anlamak lâzım… (…..)

“ÇÖPTEN HAYAT…”

“Baba” filminin sonunda bir sahne var; o şa’şalı, debdebeli hayat içinde, işte; parti, oyun, dans, kadın, eğlence, yemekler, o lüks içinde şampanyalar filân… Böyle şa’şa, debdebe ihtişam içindeki o parti biter… En son sahnede köşeden bir çöp arabası çıkar, bütün o hayattan, yaşananlardan geriye kalan ÇÖP YIĞINLARINI gösterir kamera, o çöpleri toplayıp çöp arabasına… O hayattan geriye kalan çöplük… Çöp yığınları… Çöpten bir hayat… Arkanda bıraktığın bu; çöp yığınları…

Anlatamadığımız “yaşanmaya değer hayatı”, tersinden mi misallendiriyor?... Hayatı İslam gayesine göre yorumlayan bir sanatçıya bu tablo bu sahne ne der?.. Bunun gibi daha neler…

-“Önce şiiri sevmeliydiler / Öğrenmeliydiler ipek kanatlarla yükselmeyi…. / Ve görmeliydiler baş dönmesi / Sürünmekten güzel…”

-Yaşamayı Deneme’de… İdealize edilebilecek (edebildikleri) bir hayat tarzı da kalmadı… Para ve futbolu kaldır, hiç… Başka bir şeyin olmadığı hemen görülüyor… Kahramanlara mahsus, kahramanca bir hayat tarzı?…

-Dil ve Anlayış isimli eserinizde geçen, hayat ve sanatın iç içeliğine misâl olarak…

-Eğer fertten öte bir şey olmak insanın özünde olmasaydı, sanat çabası boş ve mânâsız bir şey olurdu. Çünkü bu durumda insan, bir fert (birey) olarak da “tamam” ve “olabileceği her şeyi olmuş” olurdu. İnsanın çoğalma ve bütünlenme isteği de gösteriyor ki, kendinde kendini aşma memuriyetindedir insan… Her ân kendini oluşturan ferdin bütünle böylece kaynaşması için sanat, vazgeçilmez bir araçtır. Sanat, aynı zamanda, insanın sayısız birleşme, başka hayatları ve düşünceleri paylaşma kabiliyetini gösterir… Bunlar zamanında anlaşılmış olsaydı, belki de her şey çok farklı bir seviyede ele alınıyor olurdu bugün…

(….)

 “ÇÖLE İNEN NUR…”

-Sizin “Çöle İnen Nur”a çok farklı bir bakışınız var?... Ve onunla ilgili çok farklı bir hatıranız?...

-O, doğrudan benim anlattığım değil de, hadiseyi bilen veya şahit olan arkadaşların anlattığı bir olay… Evet, öyle bir hadise var… Ama  kendimi bu tür şeylerle ifade etmek istemem… Fakat hadise öyle, doğru yani… O, Hz. Ömer faslına gelince işte… (….)

Daha önce söyledim birkaç defa, ama kimsenin dikkatini çekmedi sanırım… Çöle İnen Nur’da FIKHIN (hadi bu defa İslam’a Muhatap Anlayış demeyelim) BÜTÜN İNCELİKLERİNİ bulabilirsiniz… Dikkat edin, temel meselelerde dahil, sahabe, siyer, fıkıh; bütün incelikler orda şiir zevki içinde görebilirsiniz; fıkhı ve fıkhın inceliklerini… (…...)

“BEN KİMİM?...”

-“Ben kimim diye sormak, ölüm nedir diye sormakla birdir” diyorsunuz ve bunu hayatınızın merkezine alan bir usulle, başta Tilki Günlüğü olmak üzere –Ölüm Odası’nda devam eden- bir arayış, nefs muhasebesi olarak…

-Bunun tam ve doğru şekilde anlaşıldığından çok da emin değilim doğrusu… (….) Diyoruz ya “nefs” için; mâlum bir meçhul diye… Nefsini bilen Rabbini bilir ölçüsünü sezdirme sadedinde; bilen de o nefs “bileceğin”de, bildiğinin hep ötesinde meçhul kalan da…. Arayan da o, aranan da gibi… Buldukça bulunacak olan… Şimdi. “Ben kimim?” davasını İbda’nın Merkezine –Tilki Günlüğü’nün içine gömülü olarak- almamız da bu mânâda…. Kendi kendine şişinme mevzu değil; İslam inkılabının remzi Üstadım’ın fikirde “niçin” buudunu temsil eden hüviyetin sahibi olarak…. Yoksa sen kimsin, belli yani, fâlanca… O değil… “Ben kimim” davası, İslam-insan-âlem alakası içinde bir “kainat muhasebesinin” Cümle kapısı… Girizgâhı …

-“Kayan Yıldız Sırrı’nda; “Benim gölge alemde kendisine kaybolmuş…” diye geçen…

-“İstikbal İslamındır” da bu meselelerin kökleri, orda anlattık… Üstadım’ın demesi ile “saf fikir” olarak anlatıldığı için, pek anlaşılmadı sanıyorum; hayatın aslî karakteri “sır”dır diye… Sırra ilişik sır vesaire… Bu Ölüm Odası’nda da, aynı mânânın değişik açılımları şeklinde var; bir kelime de toplu bin mânâ hesabı; aç açabildiğin kadar… Fuzûli’nin matla’ beytinde; “Kimse bilmez fukara sırrını….” dediği, gösterdik, geçen sayılarda… İhlâsı olmayan kapalı… Kimse bilmez ihlâs sırrını; ihlâs iflâstır…

Kimse bilmez; “O gün bütün kapılar kapanır- “kapansın”, bir tek O’nun kapısı açık kalır- “kalsın” sırrını… Kimse bilmez aşk ve muhabbetin sırrını, sıddîkiyet sırrını… Kimse bilmez Hâcegân sırrını… Aç açabildiğin kadar; kimse bilmez “Necip” sırrını, kimse bilmez has oda sırrını, kimse bilmez Mehdi sırrını… Bıraksan böyle akıp gider, bunlar “şiir idrakine” hitap eden, sırrını o idrake fısıldayan mânâlar yekûnu; akılla ölçülüp biçilmeyen; o yüzden de “sır idrâki” diye vasıflandırdığımız, hayatın aslî karakteri sırdır diye tâ 1982’lerde…

-Kimse bilmez Kayan Yıldız Sırrı’nı…

-Üstadım’ın vefatından sonra yazılmıştır o… Görmesini isterdim… Vefâtından hemen sonra… Ve… “Kayan Yıldız”ın Allah Resûl’ünün bir ismi oluşu… O’nu da ben söylemiyeyim artık…..

(Böyle sanki yarım kalmış gibi değil; yarım kaldı…

Dahası, Ölüm Odası’nı, Ölüm Odası’ndaki hayatı, orda tasavvufun fikirleşmesini, fikrin oraya doğru derinleşmesini, dışardaki hayatın buraya düşen izdüşümlerini, Ölüm Odası’ndan “dışarı”nın nasıl göründüğü ile dışardan “Ölüm Odası”nın nasıl göründüğüne dair notları da, intibâları da yazacaktım, fakat zaman kalmadı. Ş.S.)

Şükrü Sak

BOLU F TİPİ Cezaevi

B2-7-40

Temmuz-2013