Prof. Dr. Ahmet Ulusoy ile Türkiye’nin yaşadığı kur krizinin ve yüksek enflasyonun sebeplerini ve bu krizden çıkışın yollarını konuştuk.

Prof. Dr. Ahmet Ulusoy ile Türkiye’nin yaşadığı kur krizinin ve yüksek enflasyonun sebeplerini ve bu krizden çıkışın yollarını konuştuk. Üretim ekonomisinin zarurî olduğunu belirten Ulusoy, doların hegemonyasına son verilmesi gerektiğini ve altın standardının da bunun için bir alternatif olduğunu ifade etti. Bu röportajı dikkatinize sunuyoruz: 

Türkiye kur üzerinden bir takım krizler yaşıyor, Türk Lirası değer kaybediyor. Sadece bu dönemde değil, sürekli yaşanan bir krizden bahsediyoruz. Uluslararası bir güç olma iddiasından bahsedildiği bir demde dahi yaşanan bu krizlerin temelinde ne yatıyor? 

Parayı güçlü kılan nedir, bir kere ona bakmak lazım. Parayı güçlü kılan o ülkenin ekonomisinin güçlü olmasıdır. Amerika niye güçlü, çünkü dünyanın üretiminin beşte birini tek başına yapıyor. Teknoloji ürettiği için güçlü, ihraç malları dünyanın her tarafına ulaştığı için güçlü, bir de tabiî uzun yıllardır tesis etmiş olduğu parasal hâkimiyeti var. Mesela biz şu an Türkiye’de 100 dolar aldığımızda, Amerika’ya 100 dolar üretim yapmış gibi bir satın alma gücü veriyoruz. Dünya ticaretinin yüzde 60-70’i Amerikan doları cinsinden yapıldığı için de her alışverişte gücüne güç katıyor. Şöyle düşünelim; Türkiye’nin ihracatı 250 milyar dolar değil de 2 trilyon dolar olsaydı, o zaman ne olabilirdi? Bir de bu ticareti kendi parası cinsinden yaptığını düşünelim, o zaman çok fazla talep edilen, talep edildiği için güçlenen bir TL’den bahsedecektik. Ki başta Çin ve Rusya olmak üzere bazı ülkelerin dış ticareti ikili anlaşmalarla yerel para cinsinden yapmaya çalıştıklarını görmekteyiz.  Türkiye’nin de dış ticarette TL ve diğer yerel ülke paralarının kullanılması yönünde ikili anlaşmalar yaptığını biliyoruz. 

Özetle; güçlü bir ekonomiye sahip olmak için iyi üretici (yüksek teknolojili ürün üreticisi-orta gelir tuzağından kurtulmak için de çok önemli) olmak lazım, ürettiğini satabilmek lazım, yani kaliteli üretip ihracat yapmak lazım. Bizim paramızın güçlü olmasının, dünyanın bizim mallarımıza ihtiyacı olmasıyla alakası var. Dünyanın mallarımıza ihtiyacı olursa paramız da güçlü olur. İHA’lardan SİHA’lardan (ileri teknoloji ürünü) kazandığımız itibarı bir düşünün. Bunun hem siyasî, hem askerî, hem de ekonomik getirisi oldu bize. 

Bizim belirli aralıklarla krizler yaşamamızın temel sebebi ithalatımızın ihracatımızdan fazla (kronik dış ticaret açığı) olmasıdır. Ocak-Temmuz 2022 döneminde ihracatımız yüzde 19,1 arttı ve biz diyoruz ki “vay ihracatımız çok arttı”; kusura bakmayalım lütfen ama ihracatımız yüzde 20 artarken ithalatımız yüzde 40,7 arttı. İhracatımız artarken ithalatımız neden artıyor? Çünkü ihracatımız da ithalatımıza bağlı. Krizlerin, kur sorununun ve diğer ekonomik istikrarsızlıkların temelinde bu çarpık yapısal sorun var.

Bu sorun aslında sadece bugünün ya da Ak Parti hükümetinin sorunu değil; bu, Türkiye’nin kronikleşmiş, uzun yılların sorunu. Ama bugünkü hükümet güçlü iktidar yapısı ile bu yapıyı değiştirebilirdi; maalesef yapamadı. Burada bir noktayı açıklığa kavuşturmak gerekir: Zannedildiği gibi bizim ithalatımızın önemli kısmı lüks tüketim malı ithalatı değil. Zira lüks tüketim mallarının ithalattaki oranı yüzde 10-15 arasıdır. Bizim ithalatın büyük bir kısmı ara ve ham madde ile yatırım malları ithalatıdır. Ara malı ithalatı nedir? Motor aksamıdır, araba lastiğidir, yedek parçadır, kimyasallardır vesaire... Mesela bizim otomotiv ihracatımız (2021 yılı 25 milyar dolar) rekorlar kırıyor; ama otomotiv ihracatından Türkiye’nin ekonomisine giren katma değer, fındık ihracatından giren değerden (yıllık 2-2,5 milyar dolar) daha az. 

Yani biz 100 dolarlık otomotiv ihracatı yapıyorsak, 80-90 dolarını dışardan aramalı, yedek parça ithal edip yapıyoruz. Çünkü birçok sanayi ürünümüz montaja dayalı, ara ve hammaddeyi ithal ediyoruz. Bu nedenle imalat sanayi ürünleri üretiminde ithalatın payı yüksek ve bu malları ihraç ettiğimizde ithalatımız kaçınılmaz olarak daha yüksek artıyor. Özetle bizim en büyük sorunumuz döviz girdimizin, döviz çıktımızdan az olması, yani dar anlamda dış ticaret, daha geniş anlamda cari açık vermemizdir. 

“Dış borç baskısı ile dövize bağımlılığımız arttı”

Bizim bir de geçmişten gelen bir travmamız var. Her an vatandaş, kurlar artar, fakirleşiriz diye döviz alma meyli içinde. Ak Parti hükümeti bunu 2004’ten 2013’e kadar bir ölçüde unutturmayı becerdi; ama bu travma özellikle son yıllarda yeniden nüksetti ve insanlar sürekli para ikamesine yöneliyor. Bankalardaki yüksek döviz mevduatları bunu teyit ediyor.  Ekonomide beklentiler çok önemli, ekonomi yönetimi beklentileri iyi yönetebilmeli, her şeyden önce güven vermeli. 

Ülkemizin parasının güçlü olması için dış ticaret açığı daha da önemlisi cari açık vermemeliyiz. Cari açık yanında döviz ihtiyacımızı artıran başka bir gelişme de daha evvel alınmış dış borçların anapara ve faiziyle geri ödenmesi gereğidir. Özel sektör borcunu da katarsak 182,5 milyar dolar kısa vadeli (bir yıl içinde geri ödenmesi gereken) dış borcumuz var. Artı dış ticaret açığı dolayısıyla cari açık (2022 yılı sonu itibariyle 40 milyar dolar civarında olması bekleniyor) veriyoruz. Yani ciddi düzeyde ekstradan dolar girişine ihtiyacımız var. Böylesi bir ortamda kurların yüksek (oynak) olması, güdümlü finans merkezlerince speküle edilmesi normal. Uluslararası piyasalarda doların ve enflasyonun yükselmesine döviz ihtiyacımızın yüksekliği de eklenince kurların artışı ve maliyet enflasyonu kaçınılmaz olmuştur. 

Net olarak söylemem gerekirse; Türkiye Cumhuriyeti devleti dövize olan bağımlılığını azaltmadıkça, bunun için de cari fazla verecek bir ekonomik yapı inşa etmedikçe ne TL güçlenir ne de istikrarlı bir ekonomiden bahsedilebilir.  

Bu bahsettiklerinizi yapabilmek için de ekonomi yönetiminde ihtilâlci adımlar atmak, üretime ve yatırıma teşvik edecek topyekûn bir sistem değişikliği gerekmiyor mu?

Düşünce yapımız, sorunlara bakış açımız ve algılayış biçimimiz değişmediği müddetçe de (idealizmi öne çıkaran zihin inşası) bu adımları atmamız mümkün değil. Tarımdan başlayarak bütün sektörlerde insanların karşılaştıkları sorunları sahada görmek, hissetmek, anlamak ve hızla çözüm üretmek lâzım. Her şeyden önce bu süreçleri yönetecek doğru insanların (liyakat) bürokraside yetkin olması gerekir. Yani, siyasetçinin ve bürokrasinin ülkeyi kalkındırma, üreten bütün kesimlerin sorunlarını dert edinme idealistliği şart. Kişisel çıkar maksimizasyonunun (ikbal peşinde koşma) her kesimde işlemeyen bir hantal yapıyı kaçınılmaz kılacağı bir realite. 

“Dış borç baskısı ile dövize bağımlılığımız arttı”

Röportajımızın başında çok önemli bir şey söylediniz. Bizim dolarla yaptığımız ticaret Amerika’nın hanesine kâr (senyoraj geliri) olarak yazılıyor. Doların rezerv para olması sayesinde diğer ülkeler ABD’yi sırtında taşıyor. Bu da özellikle bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin omuzlarında yük. Son yıllarda tüm dünyada yaşanan istikrarsızlığa karşı altın standardı yeniden tartışılıyor. Bu çerçevede Türk lirasına altın standardı, hem kur krizlerinden çıkış hem de dövize bağımlılığı azaltmak için bir çare olamaz mı?

Evet, bu söyledikleriniz sebebiyle önümüzdeki yılların en ilginç gelişmesi ABD dolarına alternatif bulma girişimleri olacaktır. Mevcut kriz, “küresel rezerv para birimi olarak kâğıt dolar” sisteminin sonunun geldiğini açık bir şekilde gösteriyor. Dijitalleştirilmiş, fiziksel altın alım satımına imkân veren, kripto olmayan, altın tabanlı finansal sistem ilk akla gelen güçlü bir alternatif olarak tartışılmaktadır. Altın standardı, hükümetlerin yerel para birimini altına sabitlediği bir para sistemidir. Bu sistemde paranızın nominal değeri, takas ettiğinizde alacağınız altına eşittir. Hükümetler kâğıt parayı sabit bir miktarda altına çevirmeyi kabul eder, böylece paralar arasında, altın içeriğine bağlı olarak sabit bir kur oluşur ve ülkedeki altın arzına göre dolaşımdaki para miktarı değişir.

Altın standardı son olarak 1944’te, ABD’nin Bretton Woods kasabasında 44 ülke temsilcilerinin altın standardının temel özelliklerini bünyesinde barındıran, sabit fakat ayarlanabilir bir sistemde karar kılmaları ile uygulandı. 1971’de ABD Başkanı Nixon’un Bretton Woods anlaşmasını sonlandırmasıyla ABD altın standardını resmen terk etti.

Kâğıt paranın aksine, altının kendine özgü bir değeri vardır. Devletin garantisi olmasa bile herkes altının değerli olduğunu kabul eder. Çok kapsamlı ve karmaşık ticari işlemlere rağmen, altın standardına dönüp altın parayla faaliyet gösterilmesinin önünde teknik ve ekonomik olarak hiçbir engel yoktur. Günümüzün modern gelişmeleri, bilgisayarlı kayıt tutma, elektronik para transferleri, kredi işlemlerinin düzenlenmesi, kredi kartları, ATM makineleri gibi ilgili yeni fikirler, borç verme ve borçlanma, fon transferi ve para takasları gibi işlemler, altın standardı uygulandığında da hızlı ve sorunsuz bir şekilde gerçekleşmeye devam edebilir.

Altın standardının en önemli avantajı ise uzun vadeli fiyat istikrarını sağlamasıdır. Bu standarda göre para arzı daha kontrollü olur. Böylesine bir sistemde yüksek enflasyon söz konusu olmaz. Çünkü, para arzı ancak altın arzındaki artışla orantılı büyüyebilir. Böylece altın standardı para arzında aşırı artış olasılığını engeller.

Bir başka avantaj ise uluslararası ticaretin belirsizliğini azaltmasıdır. Altın standardına göre, uluslararası döviz kurları katılımcı ülkeler arasında sabitlenir. İthalat yaparken, bir ülke dolaylı olarak altınla öder, para arzını azaltır. Öte yandan ihracat yaparken ödeme olarak altın alır. Böylece, net bazda, para arzı daha fazla kontrol edilebilir. Dolayısıyla altın standardına geri dönme düşüncesinin arka planında sağlıklı, anti-enflasyonist, anti volatil özelliklere sahip, sınırsız, hızlı, ucuz ve şeffaf küresel bir para sistemi inşa etme arayışı var.

Merkez bankaları destekli altın standardı esasına göre elektronik ortamda (fiziksel altın karşılığı olan), bölünebilir ve şeffaf bir şekilde tüm dünyada işlem gören bir parasal sistemden bahsediyoruz. Bu sistem bugünkü güçlü kâğıt paralardan çok daha istikrarlıdır.

ABD dolarının hegemonyasına son verecek böyle bir devrimin gerçekleşmesi için öncelikle fikir ikliminde büyük bir değişime ve aktif uluslararası işbirliğine ihtiyaç var.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim.

Prof. Dr. Ahmet Ulusoy Kimdir?

Ahmet Ulusoy, 1984 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü’nden mezun olmuştur. 1989 yılında “Türkiye'de Kamu Harcamaları İktisadi Büyüme İlişkisinin Analizi” başlıklı teziyle Yüksek Lisans eğitimini, 1992 yılında “Gelişmekte Olan Ülkelerin Dış Finansman İhtiyacı, Dış Borçlanmaları ve Dünya Borç Krizi” başlıklı teziyle doktorasını tamamlayan Ulusoy, KTÜ ve Beykent Üniversitelerinde ders vermiş, akademik görevlerde bulunmuştur. Mahalli İdareler, Devlet Borçlanması, Maliye Politikası, İktisadın HYP’leri, Yönetimlerarası Transferler: Teori ve Türkiye Uygulaması isimli beş kitabı ve yüzün üzerinde bilimsel makalesi ve bildirisi olan Ulusoy, Yeni Şafak gazetesinde de altı yıl yazarlık yapmış, 22 Eylül 2021 tarihinde Yükseköğretim Denetleme Kurulu üyeliğine atanmıştır.

Aylık Baran Dergisi 7. Sayı, Eylül 2022.