Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu 1991 yılında kaleme aldığı “İşkence” isimli eserinde Fetullah Gülen’in adamlarının kendisine yaptığı işkenceleri yazdı.

İşte o yazı:

İşkence mevzuu açıldığı zaman, umumiyetle şu beylik söz edilir:

-"İşkence bir insanlık suçudur!"

Oysa bu iş, mücerret bir prensip meselesi değil, hukukî bir suçtur; bu bakımdan da, birer lâğım faresi olan işkencecilerin olmayan vicdanlarına seslenme yerine, doğrudan doğruya yetkilileri ve hukuk çevrelerini, hukuk namusuna davet etmek gerekir!..

“Gözlerimiz bağlı şekilde işkence yaparken…”

(…) Arkadaşlarımla beraber işkence gördüğüm ve devlet adına hayvanlığın binbir çeşidine şahit olduğum o şartlardan sonra söyleyeceğim söz çok kısa ve açık olacak:

-"Eceli gelen köpeğin cami duvarına işemesi gibi, iyi yapmadılar!.. Güya soruşturma yaparken, şahıs ve şahsiyet ve olanca zaaflarıyla ortaya çıktılar!.. Bizi yıldırmak ve sindirmek isterken, kendileri darmaduman oldular!.. Gözlerimiz bağlı şekilde işkence yaparken kuduz köpek gibi turlayanların, gözlerimiz açıldıktan sonra işkence yapanlardan olmadıklarını göstermek için ne türlü yaltaklandıklarına, titrediklerine, merhamet dileyen it kılıklarına şahit olduk!.."

Hesap?..

Hem dünya vesileleri, ve hem de ahiret şartları içinde takipçisi olacağımız bir dava!..

“Neye yaradı işkenceniz?..”

(…) Tenimizi ezebilirsiniz... Ama... Ruhumuzu asla... Onu ne işkence zapteder, ne kelepçe, ne pranga... Gülümser durur inancımız, hürriyet bu- udunda sonsuzca... Bizi edebilirsiniz, evimizden, tenimizden... Ama dinimizden?.. Çok şükür... Pişmanlık uğramadı semtimizden... Ya siz?.. Ezelî pis, hayvancıklar... Neye yaradı işkenceniz?.. Dünyanız kara, ahiretiniz zift... Sizi bekliyor cehenneminiz!...

"Hoca" lakaplı ayı

(…) Bende zaman kavramı kalmadı... Buraya geleli beri 3-4 gün geçti sanıyorum... En sonunda "Şef", sinsi bir sesle işimin bittiğini söylüyor:

-"Hadi artık eve gidiyorsun!"

Gözlerim bağlı vaziyette bir arabaya bindiriliyorum ve beni öldürüp bir yere bırakacaklarını düşünüyorum... Fethullah Gülen isimli "resmî görevli" hocanın bağlısı olan "Hoca" lakaplı ayı, ilk gün şöyle demişti:

-"Burada seni 30 gün de tutarız, 60 gün de tutarız; kimsenin ruhu duymaz!... Değil savcı-hâkim., Cumhurbaşkanı bile seni kurtaramaz!... Her şeyi arılatacaksın; istersen anlatma!"

Arabadan indirildim... Soğuk ve yağışlı bir hava... Açıklık bir yer intibaı... Ormana getirildiğimi sandım... Etrafım kalabalık... 12 Eylül döneminde ormana getirilip kışın soğuk suyla yıkanan, sonra, ayaklarından ağaca asılıp sopalarla dövülen ve "artık ölüyorsun!" diye kulağının dibinde silah patlatılan bir Müslüman kardeşimizi hatırladım... Biraz yürüyünce bir binaya girdik... Vakit akşam saati idi herhalde; veya gece yarısı... Binanın içinde götürülürken, biri, "Bak Şef de buraya gelmiş!" dedi... Hayatı hayvanlıktan ibaret o zavallının sesi:

-"Hoş geldin Salih!.. Daha işin bitmemiş!"

İşi bitmemiş Salih'in, "fikir ve sanat adamı olmasının yanında ne hüneri var ki, bunca alâkaya muhatap?" sorusunun cevabı, "aksiyon adamı" olabilir... Ama bunlar benim aksiyon tarafım yanında, onun içindeki çehreye gözlerim dikmişler.

“Allah, ‘Hoca’nınki türünden dangalaklık belâsını kimseye vermesin!...”

(…) Kamuoyunda "Fethullah Hoca" diye bilmen ve MİT'le iç içe çalışan adamın, "dini bütün polislere" hem meslekî ve hem de uhrevî yol (!) rehberliği yaptığına işkencehanelerde bizzat şahit oldum; ve şu ânda da, karşımda duran Fethullahçı "Hoca", "Laik Devleti İslamcılara karşı" nasıl "İslamî bir şuurla" (!) savunduğunu misâllendiriyordu... Ve haykırışı:

-"Senin yüzünden iki Cuma Namazına gidemedim!... Allah belânı versin senin!"

Allah, "Hoca"nınki türünden dangalaklık belâsını kimseye vermesin!...

(…) Fethullah Hoca'yı niçin sevmiyorum... Onun gazetesinde yazan Fehmi Koru isimli şalisi kim dövdü... İşin gülünç tarafı, MİT'te ve Siyasî Şube'de bu sorulara muhatap olurken, sanki İBDA- C örgütü bu suçları (!) işlemiş ve İBDA-C’nin varlık sebebi bu suçlan (!) işlemek içinmiş gibi bir hamaratlık gösteriyorlardı... Oysa, her iki şahıs da benim haberdarlığım dışında, sadece gençlerin "MİT'çi ve "işkembeci" diye nitelemelerinden tanıdığım, umumî bakış içinde de gençlere hak verdiğim insanlardı... Fehmi Koruyu arkadaşları Nabi Avcı ve Ahmet Koru ekerek Zaman gazetesinde, gazetenin el ve görüş değiştirmesine rağmen kiralık bir vicdan olarak kalmasından, bunu da Eskişehir'den tanıdığım -şimdi doçent- Nabi Avcı'nın tanıdıklarından duymuştum ilk önce... Takip etmediğim iki gazete: Milli Gazete ve Zaman gazetesi... Eski Milli Selamet Partisi ve yeni Refah Partisi'nin yayın organı olan Milli Gazete; önce İrancı kesimin ve şimdi Müslümanları devletin payandası yapmak isteyen Zaman gazetesi... En umumî bakış içinde tabiî olan bu bilgi bile, her gittiği yerde ondan görünebilmeyi başarmış olan insan keyfiyetinin ne olduğunu gösterir... Her neyse ne: Fehmi Koru isimli kişi, Ak-Doğuş aleyhine yazı yazmış... Ali Osman Zor ve İbrahim Kapucu isimli gençler de onu hastanelik etmiş... Kaya Balaban bunu havadis olarak bana söylemişti... Ben de "Tilki Günlüğü"ne yazmıştım... Süper istihbaratçılar da (!) bunu okumuşlardı... Ve beni bir türlü kalıba dökemedikleri için, iş döne döne bu virgüllük bahislere dökülmüştü!..

Dikkatimi çeken hususlardan biri de, ne MİT'te ve ne de Siyasî Şube'de sorgulamayı yapanlardan hiçbiri, fikir plânında hiçbir şeyden haberdar değillerdi... İBDA-C örgütü diye bir davaya balıklama dalan adamlar, İBDA'nın kitabî yönünde tam bir cahil idiler...

Adeta, mikrobu bilmeden doktorluk taslamak gibi bir şey... Bütün bilgileri, gazete haberleri çevçevesinde idi; ve gazete okuyucusu olarak-ki gazeteleri de ne kadar okudukları meçhul-, devşirdikleri haberleri istihbarat yapmış gibi topluyor, bir zaman sonra da bunları istihbarat teşkilatının çalışması diye basına veriyordu... Seneler senesi bir takım uydurma örgüt isimleri ve örgüt değerlendirmelerinin ortada dolaşmasının sebebi buydu; ve bu husus istihbarat güçlerinin ne kadar yavan bir çehresi olduğu babında benim se­ nelerdir arkadaşlarıma söylediğim tesbitti... Sorgulamalarım sırasında da bunu aynen gördüm!..

(…) Siyasî şubeye götürüldük. O zamana kadar hangi arkadaşlar yakalanmış, kaç kişi var, kim ne konuştu belli değil. Birinci şubede ise, yine muttaki şahısların sorgu ve denetimi sürüyordu. Ve çok zaman sorgucu ve işkenceci polislere kızıp küfrediyorlardı; "Böyle sorgu mu olur!" diye. Muttakiler kızınca işkenceci polisler daha şiddetli işkence yapıyorlardı. Daha sonra, "haydi konuşun, biz de Müslümanız; ne yapalım biz de emir kuluyuz!" diyorlardı. Ben de onlara, "işte farkımız bu; biz Allah'ın kuluyuz siz ise emir kulusunuz!" diyordum. Müslümanlıklarını ispat için işkenceye besmele ile başlıyor, oruç olduklarını ima ediyor ve hatta bir akşam şiddetli işkenceden sonra biri diğerine, "gel sen devam et, ben teravih namazına yetişeyim!" deyip gitti.

“Filistin askısı, cereyan, dondurucu ve tazyikli su, boğma…”

Tekrar ettikleri işkenceler genelde Filistin askısı, cereyan, dondurucu ve tazyikli su, boğma ve burma taktikleriyle beraber her çeşit dövmeden ibaretti. Bu hâl kimimize şiddetli, kimimize ise daha az idi. İşkenceciler, "biz hakiki Müslümanız, milliyetçiyiz, sizin gibi ümmetçi değiliz, biz sünniyiz, sizin gibi hizbullahçı değiliz. Siz yaptıklarınızı dış kaynaklı Humeynicilerden ve Seyyit Kutuplardan alıyorsunuz. Biz fetvalarımızı, hatta sizi yakalayıp sorgulama fetvasını bile Diyanet İşleri Başkanı, Fethullah Hoca ve Menzil şeyhinden aldık. Siz, dini bozan, aşırı, fitneci ve Ehli Sünnete aykırı olduğunuz için cezalandın İmanız dinen vacipmiş... Daha önce Şeyh Said ve Said Nursî de sizin gibi fitne çıkarınca o zamanın gerçek alimleri ve şeyhleri fetva vermiş, devlet de onları cezalandırmış!" diyerek nasihati arına şöyle devam etti:

"Yahu sizin Hizbullah'la ne işiniz var?.. Bu kadar Müslüman deli de, siz mi akıllısınız. Bale binlerce insan Süleymancılık, Nurculuk ve falan efendilerin önderliğinde tarikatlara toplanıyor. Hele Fethullah Hocanın, Türkiye'nin her yerinde yurtları ve yüzbinlerce taraftarı var. Her vaazında on- binlerce kişi onu ağlayarak izliyor. Bak yarın Ankara'da Kocatepe Camiinde konuşacak, ben de gidip dinleyeceğim. Yahu illâ siyaset istiyorsanız. Erbakan'ın partisi var, ona gidin. Şimdiye kadar saydığım bütün grupları biliyor ve denetliyoruz. Hiçbirini yakaladık mı?.. Yok. Niye?.. Çünkü sizin gibi zararlı değiller!"

Hakikaten de bizimle birlikte partili bir arkadaş da alınmıştı, ona bir fiske dahi vurmadılar.

Bu hal devam ede ede tam 17 gün geçti. Artık bunlar hayatımızdan bir parça olmuştu. Alışmıştık.

“Sizi kulu olduğunuz putlarınız kurtaramayacak”

İşkence ve sorgular dışarıda göründüğü gibi hiç de büyütülecek ve aşılamayacak engeller değildi. Bir ân önce herkesin bu durumları yaşayarak psikolojik baskıdan kurtulup tabuları yıkması, zalimlerin düzenlerini bu rubalarla koruduğunu ve bunu aşan mazlumlar karşısında acze ve korkuya kapıldıklarını bizatihi biz müşahede ettik. Şöyle iri, yukarıda yapılanlara yerinde karşılık ve cevap verirken, son günlerde artık hıncım ve hiddetim boğazıma gelmişti. Yapılan bir işkence esnasında onlara, söz hakaretinin en yükseği sayılan bir eda ile sesim çıktığınca bağırmaya başladım; Birinci Şube sanki inliyordu. Alt ve üst kattakiler koşuşarak benim olduğum yere yığıldılar. Ben, "ey alçaklar, köpekler, bu yaptıklarınız yanınıza kalmayacak!.. Sizi ne kulu olduğunuz ne putlarınız, ne başkası kurtaramayacak. Burası size mezar olacak, sizi ve sizin gibileri ne Allah ne de müminler hesapsız bırakmayacak. Yiğitseniz beni öldürün. İnşallah ölsem de kalsam da başınıza belâ olacağım. Sizin kadınları, şarabı ve dünyayı sevdiğinizden çok, biz ölümü seviyoruz!" dedim. Bu hâlde işkenceyi bıraktılar. "Aman sus, sana bir şey yapmayacağız; ne yapalım biz de emir kuluyuz!" diyerek beni kaldığım hücreye götürdüler. Tabiî bu hal diğer arkadaşları biraz dehşete düşürmüşse de, artık bütün arkadaşlara da daha fazla direnç ve cesaret gelmişti.

Baran Haber