DEDİ — Sizinle yapacağımız sohbete, "Necip Fazıl hakkında sohbet" demiyoruz... Biliyoruz ki, söyleyeceğiniz herşey, nihayetinde ona çıkıyor...
DEDİM — Haklısınız... Çünkü o, meselelerin kendisine nisbetle ele alınabileceği "dünya görüşü"nü örgüleştirmiş adam... İslâma muhatab anlayışı yenileyen... Bu mânânın remz-sembol şahsiyeti...
DEDİ — Bunun üzerinde dursanız; yâni remz-sembol şahsiyet...
DEDİM — Ben sizi nasıl görüyorum? Anlı fikir çizgili, hakikate talib, aksiyona talib gençler... Yâni, yobazlığı gidermeye doğru atılmış bir adım daha... Yobaz, hakikate gerisiyle bakan adamdır; bunun küfür yobazı tipi de var, din yobazı tipi de... Nefs muhasebesinden anlamaz, kendini izâha yanaşmaz, anlamadan karşı çıkar, anlamadığından kaçar, kelimelerin geliş gidişinden sahte mânâlar türetir, ağzından çıkan lâfın nereden gelip nereye gittiğini düşünmez, lâfı oluruna getirir, kendi tezadını görmez... Sizi fikre talib olarak gördüğümü söylediğime göre, lâfı evirip çevirmeden bir usûl kaidesi koyayım... Hazreti Ömer'e atfedilen bir hikmet... Ciğerimden kopan bir sayha hâlinde söylüyorum: Bir adamın sorduğu sorudan onun zekâ derecesini anlarım... Burada şöyle bir netice de çıkıyor: Bir adamın sorduğu sorudan, onun mevzuya ne derece aşina olduğunu anlarım!.. Adam Şam şehrinde, "Eyüb semtine nereden giderim!" diye adres soruyor... Tıpkı bunun gibi, sorduğu soru saçma sapandır; muhatabı ne cevab versin? Veya sorduğu sorunun kapsamını kestiremez... Meselâ bir gün 4-5 yaşlarındaki yeğenim, "Allah niçin görünmüyor?" dedi... Apıştım kaldım!.. Halbuki söylenecek olan, tek cümlelik hakikat: Allah, zuhurunun şiddetinden gaibdir... Çocuk anlamaz ki!.. Aynı soruyu bir yetişkin sorsa, cevabı anlamasa, meselâ zuhurunun şiddetinden gaib olmaya bir misâl temin edersin; meselâ, hava dalgalarının titreşiminden doğan sesin, titreşim belli bir frekansın üstüne çıkması hâlinde duyulamaması gibi... Bu da anlaşılmıyorsa?.. Dikkat ederseniz, anlaşma, bedahetlerledir; muhatabta basamak yapılacak bir şey yoksa, söylenebilecek bir şey de yok!.. Netice olarak, Abdülhakîm Arvasi Hazretlerinin dediği gibi, "lüzumsuz suâlin mânâsız cevabı verilmez!"... Bu bahsi, sorunun anlaşılmamasından dolayı, dışın dış yüzünden cevaplandırılması bahsine de tatbik edebilirsiniz; "Ben diyorum Çanakkale Boğazı, sen anlıyorsun yandı..." hesabı... Bütün bu izahlar şunun için: Ben kendi payıma, gerekçelerini açıkladığım terkibi hükümlerle konuşuyorum... Bir şeyi izâh etmeden önce, nasıl ve niçin öyle izâh ettiğimin ölçülendirmelerini koymuşum; yâni "ölçülendirme ölçüleri", bizzat düşüncemin içinde, eserimde... "Nisbet" derdini anlıyor musunuz?.. Bir fikir adamının, bir nevî tersine dehâ gibi ahmak sorulardan ve fikirlerden nasıl tiksindiğini?..
DEDİ — Bunun farkındayız...
DEDİM — Onun için de zevkle konuşuyorum! Şimdi "sembol şahıs" deyince, dışın dış yüzünden bu mânâyı, şuna-buna bağlamaya başladılar... Biliyorsunuz, bunu bir fikrî tecrit meselesi hâlinde Necip Fazıl'a bağlayarak ben getirdim; hemen yanında sahteleri türedi! Bu ıstıraba dikkat ediniz: Bir hakikati ifâde ettikten sonra onun peşinden koşup sahteliklere mâni olmak... "Filân sembol şahıstır!"... Neyin sembol şahsı?.. Bekri Mustafa da sembol, şahıs... Neyin sembol şahsı? Kafa çekmenin... Öyleyse Necip Fazıl'ın temsil ettiği mânâyı çerçevelersek, mesele anlaşılır: Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan, insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam... İslâma muhatab anlayışın dünya görüşünü örgüleştiren adam... Davanın aşkını, vecdini, diyalektiğini, estetiğini, dost ve düşman kutuplarını işaretleyen, hedeflendiren, istikametlendiren; İslâmî eşya ve hâdiselere tatbik edebilmenin 'nasıl'ını çerçeveleyen adam... Bunun sembol şahsı... Şimdi dikkat edin: İnsanların anlaşabilmesi, "bildirilebilme" ile mümkün... Bu ise, hakikat hükmünün insanlardaki müşterekliği ile, yâni "ben" ve "başkası" arasında ortaklık imkânı demektir... Böyle bir hakikat temeli olmasa, lisân olmaz... Dil ve işaretler, insanlar arasında ortak bir "mânâ" dünyası meydana getiren sembollerdir... Zannediyorum, 1975‘den başlayarak toplumun genel fikir çerçevesine Büyük Doğu'yu oturtmak mücadelemizin sebebi anlaşılıyor; İslâm inkılâbı burada... Bunu böylece vasıflandırış nisbeti de, Büyük Doğu’nun muradı ve "niçin" buudu hâlinde İBDA'da...
DEDİ — Biz de sizi, bu mânâ çerçevesinde "remz şahsiyet" olarak görüyoruz... Müsaade ederseniz, okuyucular için bir hususu açıklamak istiyorum... Biliyorsunuz, rahmetli Üstadımız Akıncı Güç patlamasını "müjdelerin müjdesi" olarak karşıladı ve kelimesi kelimesine şöyle dedi: "Alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi pohpohlamalarla değil, duyarak, düşünerek ve yaşayarak!"... Bu çerçevede "nisbet" bahsine temas etseniz...
DEDİM — Bayılırım!.. Büyük Doğu karşısında durumum şu: Dengeli düşünceler karşısında, dengeli düşünerek, dengeli, düşüncelere varmak... Anlıyorsunuz; "ruhî muvazene" ve "nisbet" davası... "Nisbet" sözünü delâlet etliği, mücerretler bakımından severim... Din, "edeb" demektir; edeb ise, hadlere riayet... Hadlere riayet ise, içe ve dış'a bakışta "ölçülendirme ölçülerine" sahib olmak ki, "nisbet" hudur!.. Bu ölçü size, İslâm'ı tüyleri yolunmuş tavus kuşuna döndüren bönleri enselemekte de ölçü olsun!.. Nasıl düşündüğü, niçin öyle veya böyle düşündüğünün izahı yok, atmasyoncu onbaşı tavrıyla fıkir(!) ileri sürerler... Şunu da söylemek ihtiyacındayım: Meselâ ben bir ordu temin etmenin gayesi etrafında konuşuyorum, mevzuu nalbantlık olan adam, kendisini benim karşımda hizip(!) veya görüş(!) zannediyor... Daha mevzuunun ne olduğunu, kapsamını bilmiyor; o mevzuun, bir dünya görüşüne nisbetle bir hizmet alanı olduğunu, anlamıyor... Dikkat, edin burada büyük bir cinayet var: O alanda fedakârlık göstermiş adamları kendi bönlüklerine indiriyorlar... Şimdi size bir ölçü vereyim: Bu adamların hâline bakınca, yâni dışarıdan bir adam gibi bakınca, ya bağlılık iddia ettikleri adam büyük değildir, yahut bu budalalar ordusu o adamın lâfta bağlısıdırlar... Saksı kafalı adamlar etrafındaki sefilliklere girmiyorum...
DEDİ — "Niçin" buudu üzerinde durur musunuz?
DEDİM — Memnuniyetle... Eşya ve hâdiseler karşısında ruhun tavrına "nasıl” denir... "Nasıl" davası... Rulun tavrı... Eşya ve hâdiseler karşısında ruhun "nasıl” tavrına karşı, akıl "niçin"lerle yaklaşır ve fikir meydana gelir... Silsile hâlinde; fikrin içine işlemiş işletici sıfat ahlâktır ki, kendisinden doğduğu fikri ileriye doğru zuhur ettirir... Ortak sembollerden ortak sembole varışı anlıyor musunuz? Tefekkürdeki ahlâk davasını, "paşa çocuk, uslu çocuk" diye anlayanlara bundan pay yok... Ahlâk, mevzuda beliren umumî aksiyon hükmüdür, tavırdır... "Nasıl" ve "niçin", hayatın aslî karakteri sırrın, insan "mâlum-geist"inin hasrında iki beliriştir; demek ki birbirinin hasrı içindedir... Birinde "nasıl" ağırlıklı "niçin", diğerinde "niçin" ağırlıklı "nasıl"; Necip Fazıl ve ben... Bu zeminde, bu yüzyıl İslâm diyalektiği... Burada, Necip Fazıl hakkındaki bir budalalığa da dikkat çekmek istiyorum: Beş asırdır beklenen mütefekkir gelene kadar, şunun bunun olmayacağını, mütefekkir beklendiğini vesaire söylüyor... Bu tesbitin yanıbaşına kurulan cüce bunu nasıl anlıyor?.. "Necip Fazıl mütefekkir değildi!"... Şimdi dikkat edin: Biliyorsunuz ben, ağızdan esnerken çıkan kontrolsuz sesler gibi lâflarla konuşmam ve şapşal duruma düşmekten korkarım... Dikkat edin: Suret olmadan mânâlar ebediyyen görünmez,.. Bu bakımdan, ses, renk, çizgi, nakış, istif vesaire şeklindeki her beliriş, mânânın aynıdır; bâtına nisbetle zahirdir... Bu yönüyle sezgi ve ruh, belirenin aynıdır. Bir dünya görüşünü temin eden unsurlar nelerdir, nasıl muhasebeye çekilir, bu ayrı dava, Necip Fazıl’ın tesbiti onun aynıdır; hani dedim ya; "beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan adam" diye... Ama ilk bakışta burada bir tezat var: Kendisi, beş asırdır mütefekkir beklendiğini söylüyor... Evet; burada da, hakikatin diğer yüzü... Yâni: Bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır... Öyleyse?.. Dikkat edin hüküm koyuyorum: O, mütefekkir yetiştiren mütefekkirdir... Öyle mi, değil mi diye budalalığa lüzum yok: çünkü fikir konseptini- tecridini " has oda " sırrına, yâni mânâ helezonlarının sır mıntıkasına kadar götüren ben varım... Gayet açık olarak söylüyorum: Bu mevzuu, her kafadan bir ses çıkaran rastgeleci hamam kültürünün takdirine bırakamam!..
DEDİ — Bunun takdirindeyiz... "Telif hakkı" diye bir bahsiniz de var...
DEDİM — O sizin gözünüzün parlaklığı... Mevzu ve mizaç hususiyeti içinde, "kendinden zuhur" diyalektiğini göstermenizi bekliyorum; bunun tatbikini... Bu yüzyıl İslâm diyalektiğinin ana karakteri bu: Kendı̇nden zuhur... Şimdi, Necip Fazıl, fikri, kelâm ufkunda billurlaşmış harikulade bir dille sanat edasında veriyor; yapanı yaptırandaki işleyici ve işletici sıfat gibi... Ruhla varılanın, ruhun, kelâmla zarflanması halinde de, onun iç’e ve dışa doğru zâhir oluşunu örgüleştiren ben varım; teorik ve tecrit buudu... Onun şahsında tecelli eden mânânın muhasebecisiyim...Bu nereye kadar temelli?.. Mevzu konuşmak istiyorum: İslâm tasavvufunda bir bahis... "Gölgede bulunan mahiyet, onu meydana getiren asıl şeyin mahiyetidir... Asıl, gölgesine, gölgenin kendinden daha yakın; çünkü gölge, asıl ile gölge olmuştur!"... Bir nevî, bende, onun kendi kendisini muhasebesini anlıyor musunuz?
DEDİ — Size, "ne kadar çok düşünüyorsun, ne kadar çok... Gece uykumda bile uyanıkmışım, gibi net düşünüyorum; bir söz söylüyorum, cevabını da ben veriyorum!" diyor...
DEDİM — Ömür boyu takib edeceğim reçete hâlinde, "Dı̇l ve Anlayış" isimli eserimde yazdım... Şimdi bazı şeyler, var, söze dökülür dökülmez sinek lekesine dönüyor... Aslında benim için en alelade bir kelimesi, bile, muazzam mevzuların hâllinde şifredir,.. Susması konuşmasından daha nâtık!.. Şu sözü söylerken bile, adileşeceğinin tedirginliği içindeyim!.. Öyleyse bunun böyle olduğuna eserleri ve mevzuları delil kılmak; sabit olanın, öyle olup olmadığı tartışılmaz... O reçete, ortak sembol ve mânâlar şifresine bir işaret diye kalsın... Telif hakkı mevzuuna da...
DEDİ — Onu da sormak istiyorduk... Biraz açmanızı...
DEDİM — Önce şu "açmak" lâfını açayım... Şuur seviyesinin her değişiminde, gerçeklik seviyesi de değişir!.. Bunu, bilinenler yardımıyla bilinmeyeni izâh için söyledim; yâni bunun anlaşıldığını varsayıyorum... Evet; burada şöyle bir geçiş yapabiliriz: Bir mevzuda, denk geliyorsa, verilenle iktifa etmek bir usûldür... Meselâ "lezzet" kasdıyla soruyorsunuz: "Salataya tuz eksem iyi olur mu?"... Olur; bu "olur!" cevabı kâfidir... Sıhhat kasdıyla soruyorsunuz: "Salataya tuz eksem iyi olur mu?"... Olur... Niçin?.. Salatadaki bilmem ne vitamininin yanında tuz, vücudun bilmem hangi fonksiyonlarına yarar... Burada bir hüküm görünüyor; verilenden daha fazla ve daha sarih şeyler aramaktan kaçınmak... Bunu söylediğimiz zaman hemen bir budala, izâhtan kaçınmak veya izâh edememek zanneder: Oysa bu, bir şeyi izâh edilmezliği içinde izâh etmek mânâsını kapsar... Adama "zevken idrak”a ait, "sır idrakı'na ait bir şey söylersin, bu asıl veya metod dairesinde konuşursun, adam cüce aklıyla parantezler açmaya yeltenir; doğrudan "akıl" bahsinde zırnık payı olsa o budalalıkları yapmaz...
Bak ne güzel yeri geldi İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin: Zâhirî beş hassenin akıl işinde tesiri olmadığı, yâni aklın gördükleri zâhirî idrak âletleriyle anlaşılamadığı gibi, şeriat ölçülerinin mahiyetleri ve üstünlükleri de akılla kavranamaz... Akıl, bunu anlamaya memur!.. Hani nerde, büyüdükçe kendini yiyen akıl davasından anlayan akıllı? Ruhun önünde aklın dize gelişini gören gerçek akıl yürütücü?.. "Telif hakkı" diyorduk... Telif hakkım, kendiliğinden "bedahet" hâlinde görünüyor: Necip Fazıl'ın, varlığımın aynı olması meselesi... Maksat mesele konuşmak: Sümüklü çocukların ağzana kadar düşmüş bir ifâdeyle, "düşünüyorum, öyleyse varım!"... Düşüncenin, sezginin neticesi olması ve sezginin de kendi kendini izâh eden bir hakikat olması bakımından, bu ifâde, "varım; onun için düşünüyorum"un aynıdır... Çok dikkat edin, ibiş münkiri ibişliğiyle enselemek de var burada... Nasıl?.. Düşünce, varlığın aynı olduğu zaman, her düşünce bir varolan olarak görünür... Ruhun ruhla sezilişi gibi, herkesin hakikati mevcut bir peşin kabule mevzu olarak, varlığın varlıkla anlaşılabileceğine çıkar... O zaman şöyle bir şey: Herkesin hakikati kendine olduğuna göre, hakikatin hakikati kimde?.. Ve şu dava: Bir kör için renk diye bir mevzu olmaması, görenin hakikatini iptal etmez... O hâlde, imân zevken idrake mevzu olduğuna göre, varlığının aynı hâlinde inanana vardır... Bunun muhasebesi, hakikatinin ne olduğu vesaire sonraki dava... Allah, "Ben kulumun zannı içindeyim" buyuruyor... Herkesin imânının aynı... Ve bir şeyin aynı, aynı olduğundan başka bulunduğuna göre, ayrı... Tenzih şuurunun, kökü de burada.., Bir misâl vermek istiyorum: Hindistan'da insanlar açlıktan kırılırken, inek yemiyor... Ama kim ki o inek yememeye vücut verici ruhu bir bedahet hâlinde, apaçık hakikat olarak kabul edip, bunu kavrayıp, sonra meseleyi "bedahetin hakikati ne?" bahsine taşıyıp muhasebe etmezse, kuru kuru sırıtışı, kendi sırıtılacak hâlidir... Bizdeki dış yüzden Batı hayranı "çağdaş medeniyet" tekerlemecilerinin yobazlığını da buradan anlayın: "Her medeniyet ayrı bir duyarlılığı gösterir!"... Bu, Batının kendi hâl muhasebesi içinde söylediği... Demek ki, "Mutlak Fikir" olmadı mı, ileri-geri medeniyet ölçüsü yok... Bedahet bahsinden anlamayana söylenecek hiçbir şey yok... Şeriat, bedihî hükümler manzumesidir; zevken idraka mevzu... Üstün akıl da bunun peşinde pay devşirme kolu... Yâni şeriatin üstünlüğü akılla anlaşılamaz; bunu böylece anlayacak üstün akıl... Bunlar, kitaplık bahislerin mevzu, başlıkları; akıllı geçinen, akıllıca tartışmaya buyursun!.. Daha önce bahsettiğim "ortak mânâ' bahsini hatırlarsanız, zaten benim düşüncemin onun aynı olması ifâde edilmiş: “Tek kelimemin bile boşa gitmediğine inandığım, tek sen varsın!", "bende dikkat edeceğin şey, ben fazlaca indim!” vesaire... Ne demiştim? Asıl, gölgesine, gölgenin kendinden daha yakındır...
DEDİ — Sizin aynınız da, Necip Fazıl’da çerçevelediğiniz hakikat oluyor, değil mi?
DEDİM — Kelimesi kelimesine tekrarlayayım: Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle örgüleştiren adam... Şimdi telif hakkının kişiye özel, yâni sadece şahsıma mahsus yönünü bildireyim... Bu, İbda diyalektiğinin, İslâm'ın Kurtuluş Yolu hakikatini temsil eden tefekkür mihrakı olarak, sıhhat şartını da kapsar; bu bilinsin ki, bu diyalektiği tatbik edenlerin buluşlarının doğruluk şartı anlaşılsın... Daha önce belirttim: Asıl, gölgesine, gölgenin kendisinden daha yakındır... Bende, Necip Fazıl'ın kendi kendisini muhasebe etmesi gibi, bir durum... Bâtın, mânâsıyla tasdik ve delillendirilen bu durum, doğrudan doğruya Büyük Doğu üstündeki telif ve tasarruf hakkımı zaten ifâde ediyor; yâni farzediş, zannediş, atmasyoncu onbaşı tavrı değil... Dikkat buyurunuz; şu ifâdeler bile ne... Televizyon çalıştığına göre, ceryanın varlığını izaha girişir miyiz?.. Benzinle çalışan bir otomobil, işlediğine göre, benzini var demektir!.. Büyük Doğu üzerindeki telif hakkım, kendiliğinden dış'a bakıştaki telif hakkımı da gösteriyor... Büyük Doğuyu gösteren, yürüyen Büyük Doğu’yu temsil eden İbda aslının, gölgenin kendine kendisinden daha yakın olması... Hani diyoruz ya; "insan, bilerek veya bilmeyerek Allah'ı arıyor!" diye... Kâfir neyi aradığım bilse, zındık olmaz!.. Bunu, nasıl yapıyorum? Her türlü verimi, tevhidi bir tecrit usûlü, içinde unsur kılarak... Teorik dil alanının muhtevası yapıcı bir şekil ve süzgeç ölçüsüyle... Böylece ne oluyor? Büyük Doğu çerçevesine girmiş herşey Büyük Doğu’nundur hakikatinin özel bir tarzı... Söylediklerimi tekrara hacet görmeden, şunu belirteyim: Hani, "her şey parçaların toplamından fazla bir şeydir", ya... Unsurüstü terkib davası... Unsuru malzeme kılan, temin eden terkib... Her zâhirin bâtını, her dış'ın iç'i, ruhu ve mânâsı... Ben, bu "unsurüstü terkib"in konsepti-derinliği içinde tâ başından bir yerde kabul edilmişim; fikirde bunun hakikatini temsil edişim tasdik görmüş... Anlayana yeter!..
DEDİ — Necip Fazıl sizin için, "insanın anladığı üzerinde telif hakkı vardır!" diyor...
DEDİM — Ben de lâfın üstüne yatıp kalmıyorum. Bunun hakikatini gösteriyorum; zaten bu yüzden buyum!.. Belirttiğim çerçevede bakılmazsa, âlemin kitabını alır, "ben bunu anladım!" diye imza atar geçersin!.. Olur mu böyle şey?.. Ben, bulduğumu büyüğümden bilmenin usûlü içinde, nisbet ölçülerimi çerçevelemiş olarak, şekil ve süzgeç ölçülerini getirmiş olarak, tefekkür ve tecrit ölçülerini belirtmiş olarak, iç’e ve dış'a bakışta "ölçüİendirme ölçüleri’ni billûrlaştırmış olarak. Batı tefekkürü ve İslâm tasavvufu arasında İslâmî tefekkürü temsil mihrakı olarak, "doğrulayıcılık" usûlunü getirmiş olarak, intikal mihrakı hâlinde hususileşmiş olarak... Zehiri bile şifa mevkiinde kullanabilmenin ehliyetini göstermiş, kabul edilmiş olarak... Bir şeyi bin kişiye gösterirsin, sırasında birbirine zıt anlayışlar doğar!.. İnsanın anladığı üzerinde telif hakkı olduğuna göre, benim dışımda yapılacak olan nedir? Alırsın, kullanırsın, -iktibas edersin-, ama kimden ne aldığını göstermek şartıyla... Yoksa düpedüz hırsızlık!.. Benle o adam arasındaki, kıl kadar bir mesafede ebediyyen kapanmaz uçurumu görüyor musun? Dil alanı kuruyorum; işte bu kadar!.. Sahteliğime yanaşacak olanın hâli nedir? Sıkça verdiğim bir misâl, var: Bir orkestrada, dışardan bakan için, en pahalı iş en kolayıdır... Kim? Orkestra şefi... Yâni sopa sallayan... Bir orkestrada her çalgının sesini usûlünde bütüne bağlayan üstün usûlcü, nizâm kaçkını gözünde kolayından benzemeye yelteneceği bir iş becermektedir sanki!.. Onun için de bir mevzuda bütüne uygunluk çilesi çekeceğine, hemen herkes genele atlar; atmasyonculuk için uygun zemin bulur... Her şeye sahtesi musallat ya!.. Sanki şey gibi... Hani adam kimya bilmem nesi veya biyolog veya fizikçi; salya sümük, saçma sapan zekâtın faziletini anlatır... Mevzuunda derinleşsene!.. Hangi, mevzuda ne gördüysen onu kendi mevzuunda tüttürsene, göstersene!.. Bugün mücerret tefekkürde getirdiğim bahisleri, bir fizikçi, bir kimyacı, bir matematikçi, bir ressam, bir müzisyen, bir hukukçu, ne türlü alâka ile karşılayacak diye heyecanlanıyorum, bakıyorum ki kaval çalmışım...
DEDİ — Bize ne tavsiye ediyorsunuz?
DEDİM — Tavsiye filân etmiyorum, istiyorum!.. İslâm inkılâbı bir ceşit "aydınlar aristokrasisi"dir...Bu sınıfı temin, bunun önderliği, bu zemini teminin siyaseti... Gaye, esas, usûl, hedef buna nisbetle!.. Küfür yobazlarını, din yobazlarını tasfiye gayesine bağlı bir hareket... Benden isteneni istiyorum: Muazzam bir kadro... Sizin en büyük rolünüz su: Gençlik, toplumda maya tutturan dinamik kısımdır... Bunun çok büyük bir kısmını hayat yutar; sonra arkadan gelen gençliğin itici gücü... İşin ideali, pörsümeden hep genç kalmak, kalabilmek ve hayatını davasına nisbetle tanzim etmek... Çevreye şöyle bir bakın: Yaşı 30’u bulan adamların çoğunda dava, hayat sofrasındaki tuzluk gibidir... Çilesiz, rizikosuz, çöpten tahminler!.. İmân, dünyalık telâşe sofrasının tuzluğu gibi değil ki!.. İmân için yaşamak lâzım!.. Bu nasıl bir mükellefiyettir?.. Abdülhakîm Arvasi Hazretlerinden söyleyeyim: Şehitlik şuuru... Bu nimetten kaçıma bir tavırla imân davası olmaz... Dikkat edin: Herkesin gûya iyi niyetle, "o da çalışıyor, bu da çalışıyor!" diye birbirine avans vermesi, kendisini riziko getirecek bir tertibten sıyırmak içindir... Nemelazımcı da, ahmak da, bu başıbozukluk zeminine bayılır... Böyle bir zeminde tezahür eden heyecan da, futbol seyircisinin "bizim takım" ruhiyatından farklı değildir... "İslâm'a muhatab anlayış"ı temsil, eden bir ideolocyaya bağlı, gerektiği yerde gerekeni yapacak insanlar; bu lâzım... Bizim, insanları rahatsız edici bir tarafımız var: Sahte dengeleri, çerezlik doyumları, ucuz tesellilerini yıkıyoruz... Çoğu, bizim haklı olduğumuzu bile bile kaçıyor; kaçışını mazur göstermek için de, muhalif olmak için mazeret tedariki gibi hâllere düşüyor... Bu tesbitler çerçevesinde siz, kendinize âit itlifatları görebilirsiniz...
DEDİ — Sizi yorduk, teşekkür ederiz...
DEDİM — Benim için yorgunluk, bönlerle konuşmaktır... Ahmak, ruha ve kafaya dağınıklık verir... Sizinle konuşmaktan zevk duydum!..
DEDİ — Son olarak söyleyeceğiniz, söylemek istediğiniz bir şey...
DEDİM — Fikri yaşamak, yaşamayı da fikir bilmek lâzım... Dikkat ettiniz mi bilmem; Üstad'tan bahsederken ben pek "dili geçmiş zaman" kullanmam... Her ân hesab verme korkusu içindeyim; sizin de bunu böylece yaşamanızı dilerim... Liderin muradının hangi noktalar üzerinde olduğunu kestirme ehliyetini kazanmanızı... Derginizde epeyce yer tutacak bir bahis de var ama, onu açmak istemiyorum; çünkü dergiyi baştan sona benim konuşmama ayırmanız gerekir... Başlık hâlinde söyleyeyim: Başını kuma gömerek ve bu hâlin müdafaasını yaparak, gûya İslâm'ın bütünlüğünden bahis, tevhid akidesini bozar... Bir adamın zıtlarını muhasebeye çekemeyişinin mazur görülebilecek tarafı vardır; gücü yetmiyordur, aklı ermiyordur vesaire... Ama bu hâlin müdafaacısı olmak, muhasebe edebilene düşmanlık, tek keli- meyle hainliktir!.. Muhiddin-i Arabi Hazretleri ne diyor? "Küfrün kaynağını bilmeyen, gerçek imânda olamaz'"... "Asıl ve gölge" hikmetini buraya da tatbik ederseniz, dışımızdakilerin yöneldiği, ileri sürdüğü her bahsin, hakikatin hakikati hâlinde İslâm'da bulunduğunu göstermek, bir mükellefiyet olarak ortaya çıkar; zaten mücadeleyi böyle anlamıyorsan, neyin mücadelesini veriyorsun, kimle mücadele ediyorsun ki?.. O zaman, "ölmeden önce nefsinizi hesaba çekin" Ölçüsünün tefsiri, "başınızı kuma gömün!'' gibi olur... Batı tefekkürünü hesaba çekişimiz de böyle!..
DEDİ — Teşekkür ederiz!..
Tavır Dergisi, 2. sayı, Mayıs/Haziran 1986
(Bu röportaj aynı zamanda Salih Mirzabeyoğlu’nun Adımlar eserinde de yayımlanmıştır)





