Reisicumhurumuz, devleti sıfırdan kuracağız, dedi.

15 Temmuz, halkımızın millet olarak gövdeleştiği, halktan millete inkılâb ettiği tarihtir. Cumhuriyet’in, Osmanlı (Ümmet)’dan kalan çekirdek unsurdan “ulus yaratma” projesine sabırla direnen halkımız, son darbe girişimine temiz, parlak bir darbeyle karşılık vererek MİLLET olma tercihi dışında hiçbir oluşuma prim vermeyeceğini deklâre etmiş oldu. Menderes’in rüyası tevilsiz, tâbirsiz gerçek olmuştur; söz artık milletindir. Devleti, milletin işaret edeceği nişangâhtan hiza alarak, helâlinden yeniden kurma hakkımız doğmuştur. Zira Cumhuriyet iflas etmiş, “ancien régime” olmuştur. Tüm müessese ve ideolojisiyle kazıdığı gayya kuyusunun dibini boylamıştır. 

Bundan böyle milletimize karşı yapılacak en affedilmez hadsizlik, yeni devletin inşâında riyakâr bir dile tutunarak; zaruretmiş, konjonktürmüş, dünya gerçekleriymiş türü “reelpolitik” çaresizlikler üreterek, yeni bir paryacılık uğruna milletin paranteze alınması olacaktır. Böyle bir tercih olsa olsa mevcudun yeni bir versiyonunun piyasaya arzı demek olur. (Satamadığın malın yerini değiştir.)

15 Temmuz, hatta öyle bir tarihtir ki, asırlardır dünyaya tebelleş olmuş şer güçlerinin insanımızca paranteze alındığı gündür. Bunun öylesine besbelli olduğuna Demokrasinin Olimpos Tanrıları mevkiîndeki ABD ve AB’nin darbe girişiminin başarısızlığına ve Cumhurreisimiz’in kazandığı hamle üstünlüğüne yazıklanıcı beyânları da şahittir. Kürtçe’de “Orospunun yedi içgömleği vardır, birini kendi giyer, diğerlerini masumlara giydirir.” anlamında bir deyim var. İmdi yırtıp attığımız gömlek, Batıdan “muasır medeniyet uyarınca” alınıp biz “masumlar”a iyi, doğru, güzel diye belletilen her bir şeydir. Batı, püskürtülen son mankurtlaştırma hücumunun mânâsını şimşek hızıyla doğru okumuştur: “Eyvah! Türkiye’de rejimin İslâmîleşmesini önlemek artık imkânsızlaştı.”  Türkçesi: “Yeni bir Osmanlı/ yeni bir Nizâm-ı Âlem (yeni dünya düzeni) hâkimiyetine hazır olmalıyız.” Dolayısıyla mevcut yapının hiçbir unsuru - ki A’dan Z’ye her bir şeyi Batı (gâvur) menşelidir – en başta “cumhuriyet” ve “demokrasi” olmak üzere, siyasî, felsefî, sosyolojik görüş, düşünüş, nazariye karılacak yeni devletin harcında kullanılamaz, kullanılmamalıdır. Aksi davranış, ancien régime’in kuruluşundan 15 Temmuz’a kadar tecrübe edine edine epey beceri kazandığı; öyle ki, dünyaya satabileceği yegâne markası değerindeki “milleti paranteze alma cenderesi” kaçınılmaz netice/miz olur. Elbette ancien régime’in hedefi evvelemirde “kültür devrimi” uyrınca - FETÖ elemanlarının uğradığı istihâlenin bir benzeri şeklinde - (Herhalde Fettoş taifesi de ‘olmasaydın olmazdık’ diyordur.) halkın mankurtlaştırılmasıydı, karşılaşılan direncin gücü anlaşılınca, 1960 darbesiyle beraber ‘halkı paranteze alma yol ve yöntemi’ devletin resmi politikası olarak tescillendi. Neyse ki, belediye başkanlığından azledildiği günden beri bir Recep Tayyip Erdoğan oyunbozanı var. Aldığı her yumruk, her darbe idman mesabesinde gücüne güç kattı. Zira her şer hamlesi “Ak Parti tabanını” ideolojik bir kitle/kütle kılma yolunda eğite eğite liderine cesaret aşıladı.

Bütün bir Türkiye olarak yalın gerçeğimiz, hem de yapyalın şudur:

Osmanlı Devleti’nin yok oluşunu “zillet” bilenler ile “saadet” bilenlerin katışıklığında bir toplum idik. 15 Temmuz Kıyâmı, kimyevî özelliğiyle bu mayiî ayrıştırarak her birimizi aidiyetine göre kümeleştirdi.

“Zillet ehli” aksiyonda sayhalaşarak millet şuurunda gövdeleşti. Zilleti izzete tebdil eyledi. İşte bu gövdeleşen aziz millet, Hz. Yakup misâli, Yusuf’unun kokusunu almaya başlamıştır, hem de buram buram; daha Yusuf’a kavuşmaktan onu mahrum bırakıcı hiçbir beşerî mânia kalmamıştır. Sakarya, öz kardeşlerine; Nil’e, Tuna’ya kavuşsun diye kalktı ayağa. Devleti sıfırdan kurmanın Büyük Doğu-İBDA’cası da, zilletten izzete inkılâbın da mânâsı budur, bu olmalıdır.

Osmanlı’nın imhasını saadet bilenler - ki her zaman etkin kılınmış azınlıktır - vatan, millet, ahlâk, imân mefhumlarını, mesela, kötülükte en hafifinden faşizmle eş değer gören ve Cumhuriyet öncesine estetik haz dışındaki tüm ilgi ve yönelimleri gericilik addeden ciğersiz güruhtur. Varlıklarını, varoluşlarını “kutsal”ın bizzat kendisi addettiklerinden olsa gerek, Umre “ziyaretleri” dahi inandıkları neyse artık, o ilâhı şan ve şöhretleriyle tebcil ve teşrif maksadıyladır. (Ertuğrul Özkök’ün Umre dönüşü bir yazısından: Namaza başlayacak mıyım? –Hayır. Şaraba devam mı? –Evet.)  Lâiklik/sekülerlik olmazsa olmazlarıdır. Zira eyyâmgüderliğin/züppeliğin güvencesini neyin sağlayacağını bilecek kadar rasyonalisttirler. Hilâlsiz herhangi bir bayrak altında yaşamak en büyük arzularıdır.  Domuzuna bilirler ki, hilâlli bayrağın dalgalandığı ufak bir kıyı bucakta dahi “bireysellik”leri İslâm tehdidiyle karşı karşıyadır. Kısaca “yaşamist”tirler. Bu kesim içine yakıştıramadığımız halis anti-emperyalist vatanseverler de yok değildir. Umulur ki, milletin açtığı 15 Temmuz “milli irade yolu”nu kendilerine yol eylerler.

Devletin, dolayısıyla ana siyasetin/ana omurganın mahiyetini tarihle kurulan ilişkinin keyfiyeti belirlediğine göre, ‘sıfırdan başlamak’ ifadesini/deklârasyonunu, ancien régime’in hıncına yegâne hedef kıldığı öz tarihimizin/İslâm tarihinin tüm imkân ve kudretinin, zilletten izzete inkılâb etmiş milletimizin açtığı “yeni kapı”dan içeri buyur edileceğinin, imdadımıza çağrılacağının ilânı şeklinde anlamak istiyoruz. Zira “tarihte tatile çıkmaya icbâr edilmiş” milletimiz 15 Temmuz’un gonguyla çağrıya cevap vermiş ve bizden esirgenen tarihimize kanını seve seve yakıt kılarak yeniden işlerlik kazandırmanın yolunu döşemiştir.

 Hakkın gereğine uygun davranma kararlılığı, kısmen de tabiâtı icabı, kötülükle tanışa tanışa, kötülükle vuruşa vuruşa kazanılır. Bilhassa Ak Parti Hükümetleri devrinde Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında, milletimiz kötülüğün, kahpeliğin dolaylı, dolaysız bilumum çeşidiyle karşılaştı; çok şükür ki, her vaki saldırıyı artan bir kararlılıkla tepeleme becerisini hakkıyla deruhte ederek, bizi 16 Temmuz’un sahil-i selâmetine vardırabildi. Dolayısıyla biz yüzde yüzüz, biz çoğulcu, katılımcı demokrasiyiz, biz Türkiye’yiz zırvalarına aldırmaksızın, yeni devletin kurucu umdelerinin şekillenmesi “Anadoluculuk” temelinde mahiyet kazanmalıdır. Osmanlı’nın yıkılışını saadet bilenleri, Medine münafıklarına denk muâmeleye lâyık görecek şekilde ne var ne yok saymalıdır.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun kimi demeçlerinde - 15 Temmuz heybetinin erdiriciliğinden midir, bilinmez -  CHP oklarının Kurtuluş Savaşı’nın galibi Anadolu halkını hedef tahtası yapacak süreci başlatacak olan 1924 Anayasasını hiç zikretmeksizin, yeni bir mutabakat zemini olarak 1921 Anayasasına atıfta bulunması ancien régime’in iflasının gecikmiş bir teyididir. Şayet 1921 Anayasası’nın ruhuna- ki o ruhun adı da Anadolucuk’tur- sadık kalınsaydı ne Sünni’deki Sünnilik, ne Alevi’deki Alevilik, ne de Kürt’teki Kürtlük son 90 yılını acının, kıyıcılığın tarihi olarak yaşardı. 1921 Anayasası’nın ruhuna şayet ihanet edilmeseydi işbu yazı dahi gâvur alfabesiyle değil; elifbayla, Kur’an harflerince yazılmış olurdu.
Anadoluculuk davasının mânâsını en iyi bilenlerden biri de Cumhurreisimiz olmalıdır. Anadoluculuk, Necip Fazıl’ın “ben”inde yuvalanan, Gençliğe Hitabe’de çerçevesini çizdiği  “biz”dir. Bu biz,  Sakarya Türküsü’nün muradınca ayağa kalkmış bulunmaktadır, ne var ki, tam teşekküllü “oluş hacmi”ni kazanmaya ihtiyacı vardır. Bunun da reçetesi, Kemalizm ve FETÖ’yla ezel-ebed düşmanlığı ayyuka çıkmış Büyük Doğu-İBDA’nın tarih muhasebesidir/İslâma Muhatap Anlayış Sistemi’dir.

Bilinmelidir ki, 15 Temmuz azim ve iradesinden geri adım atılmadıkça, zaman mütemâdiyen tehlikenin/tehdidin momentu olarak tecelli edecektir tepemizde. Neden? Zira “Üst akıl”a fiili savaştan başka seçenek bırakmadık. Dolayısıyla ABD “ahmak fili”nin düdükleyicileri, er-geç bu fili üstümüze salıvereceklerdir. Kaçınılmaz savaşın vukuu, iki lâik ordunun çarpışması değil, Hak ile batılın savaşı hüviyetinde olabilmesi için lâiklik ârâzından teberrî etmiş milli orduya behemehâl ihtiyaç vardır. Milli ordunun/ fikrin emrinde kılıncın olmazsa olmazı da Büyük Doğu-İBDA’dır...

Ezcümle, sıfırdan başlamanın davet ettiği mesuliyet, Kâbe istikâmetinde hizalanmak/ Kâbe istikâmetinde kıyâm etmek/ Kâbe istikâmetinde “Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını gediğine koymak”tır. 

“DOĞRUYU ALLAH BİLİR BİZCE TAMAMDIR VÂDE” - Salih Mirzabeyoğlu

Zeyl/Devlet riyâset ehline bir suâl: 25 Temmuz 1951’de 179 vekilin katılmadığı, 50 ret, 6 çekimser oya karşılık 232 oyla kabul edilen 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’un hâlâ yürürlükte olması, 15 Temmuz 2016 itibariyle rüşdünü kâmilen ispatlamış milletimize kapkara bir zül/ aşağılanma addetmeli değil midir?

Baran Dergisi 501. Sayı