Prof. Dr. Fethi Güngör yazdı:

Oryantalizm ile misyonerlik faaliyetlerini sömürge sisteminin öncü birlikleri olarak değerlendiren merhum Fikri Tuna hocanın konu hakkındaki görüşleri, İslâm Âlemi’nin mevcut vaziyetini daha derinden anlamamıza ve kalıcı çözümler geliştirebilmemize ışık tutmaktadır.

Avrupa ordusunun gittiği yere, onların önünde, onlar kadar çok misyoner ordusu giderdi. Askerî güçle çözüm bulamayınca, Baybars, Selahaddin Eyyubi gibi meşhur komutanlar onları perişan edince Avrupa başka yollar denemeye başlamıştır. Bu yola tevessülün bir sebebi de haçlı seferlerinde Müslümanlarda gördükleri servet idi. Kendileriyle kıyasladıklarında hem ilim hem kültür hem servet hem de askerî disiplin bakımından Müslümanların üstün olduğunu gördüler. Şark deyince kastedilen İslâm Âlemi’dir. Şark’ı zayıflatıp elindeki servetten istifade etmek istiyorlardı.

Tarihçi Ceberti altı ciltlik kitabında Napolyon’un Mısır’a girişini gayet güzel açıklar: “Napolyon demokrasiyi, cumhuriyeti getirecek!” diyorlardı. "Hâlbuki bunlar bizde daha fazla vardı."

Haçlı seferleri esnasında Şark’ın üstünlüğünü anlayan Batı, birtakım entrikalarla, birtakım fikir hareketleriyle İslâm Âlemi’nin birlik ve beraberliğini yok etmeyi amaçlamışlardır; şarkiyatçılık (oryantalizm) ve misyonerlik müesseseleri... Malik Bin Nebi’nin her iki konuda eserleri vardır. Bu konuları ilk ele alan eser Rahmetullah Hindî’nin İzhâru’l-Hakk isimli kitabıdır. Lübnanlı dostum Ömer Ferruh et-Tebşîr ve’l-Mubeşşirûn (Misyonerlik ve Misyonerler) isimli eserinde Hollandalıların Habeşistan’da ne kadar büyük adımlar attıklarını anlatır. Beyrut o zamanlar Osmanlı’ya tâbi bir vilayet idi. Anadolu’da, Memâlik-i Osmaniye’de yüze yakın misyoner okulu açıldığını, Galata, Beyrut Amerikan Üniversitesi, Malatya Arapgir’de kolej açtıklarını anlatır.

Dr. Muhammed el-Behiy, el-Fikru’l-İslâmiyyu’l-Hadîs ve Silatuhu bi’l-İsti’mâri’l-Ğarbî (Çağdaş İslâm Düşüncesi ve Batı Sömürgeciliğiyle İlişkisi) adlı eserinde bu yabancı okullardan uzunca bahseder. Ömer Ferruh’un dile getirdiği bu kolejler Osmanlı Devleti’nin bütün vilayetlerinde görülebiliyordu. Bu da şunu ispatlıyordu: Osmanlı Devleti eğitim konusunda Avrupa’ya mukavemet edecek durumda değildi. Bu durum, Hikmet Bayur’un beş ciltlik Osmanlı İmparatorluğu adlı eserinde anlattığı gibi siyaset alanında ve diğer alanlarda da böyleydi. Bu durumu istismar eden Avrupalılar kartallar gibi üşüşmüşlerdi.

Darülfünun müdürlüğü yapan meşhur terbiyeci Sâtı Bey, ed-Devletu’l-Usmâniyye adlı eserinde Osmanlı Devleti’ne bağlı Arap vilayetlerini Avrupalıların nasıl istismar ettiklerini anlatır.

Batı’nın şarkiyatçılık ve misyonerlik hareketiyle amacı neydi?

Şarkiyatçılık yoluyla İslâm fikriyatıyla kötü niyetle meşgul olan Batılılar bu fikriyatı parçalamayı, bölgelere ayırmayı, İslâm düşüncesinde, Kur’an’ın cem’i ve hadisin yazımıyla ilgili şüpheler uyandırmak idi. Hem maddeten hem fikren parçalamaktı. İki önemli kişi eserlerinde bu meseleyi açıkça anlatır.

Muhammed Abduh’un takipçisi ve Ezher’in eski rektörlerinden Mustafa Abdurrâzık diyor ki: “Ernest Renan, Farabî, İbn Sina, Gazâlî vb. feylesofların Arap olmadığını bildiği hâlde onlardan “Arap filozofları” diye bahsetmektedir. Anladım ki burada bir Yahudi parmağı var. Arap filozofu, Arap fikir hareketi denildiği zaman Semitizm, Yahudi fikriyatı işin içine giriyor. İsmail’den değil de İshak’tan gelen Arapların, Ortadoğu tarihinin esasında Sami ırkının tarihi olduğu savını gerçekleştirmek maksadıyla çok ileriye matuf bir parçalama arzusudur.”

Her ne kadar uzak bir görüş olarak telakki edilebilecek bir sav ise de bu, İslâm Âlemi’nden Batı’ya gidip tahsil gören, sonra gelip, kitaplarıyla, edebiyatlarıyla İslâm âlemine hitap eden Taha Hüseyin, Namık Kemal gibi kimseleri ele aldığımızda bazı sorunlar dikkat çeker. Muhammed el-Behiy’in de açıkça ifade ettiği gibi, Avrupa’ya ayak uydurma, modernleşme, çağdaşlaşma adı altındaki reformlara, yeni metotlar ileri süren Massignon gibi müsteşriklere baktığımızda durum iç açıcı değildir. Mesela Taha Hüseyin, Mustaqbelu’s-Seqâfe fî Mısr (Mısır’da Kültürün Geleceği) isimli eserinde Araplardan ziyade Roma kültürünün daha etkili olacağını savunmaktadır.

Demek ki, şarkiyatçılıktan kasıt, bir bütünlük arz eden İslâm düşüncesini parçalayarak bölgesel ve ırksal yaklaşımları ortaya çıkarmaktı. Lübnan’daki Hıristiyan Araplar Farabi’den ve İbn Sina’dan “Arap feylesof” diye bahsederken, “1400 yıllık İslâm kültürünün banileri Arap’tır, diğer ırkların katkısı yoktur” demeye getiriyorlar. Siyasette ve ekonomide olduğu gibi kültür alanında da emperyalizme yöneliyorlar. Şarkiyatçılık hareketinin gayesi işte budur: İcma hâlinde kabul edilen, kaziye-i muhkeme hâline gelen fikirlere itiraz etmeyi denemek, şüphe uyandırmak, İslâm Âlemi’ni fikren sarsıntıya uğratıp zayıflatmak. Peki, bu müsteşriklerin içinde hiç mi iyi niyetli kimse yoktu? Goldziher gibi iyi niyetliler de vardı elbet. Ama asıl kasıt İslâm Âlemi’ni fikren hasta hâle getirmekti. İslâm Âlemi’ni madden ezemeyen Batılılar fikren teslim almak için şarkiyatçılığı geliştirmiştir.

Misyonerlik faaliyetinin baştan planlanan en önemli neticesini bir Afrikalı çok güzel dile getirir: “Onlar ilk geldiklerinde ellerinde İncil vardı, bizim elimizde de saban vardı, rızkımızı kazanıyorduk. Bir zaman sonra gördük ki; bizim mülklerimiz onların eline geçmiş, altlarında traktörlerle bizim topraklarımızı işliyorlar, biz de onlara hizmet ediyoruz. Bizim elimizde de İnciller var.” Nitekim tebşîr (misyonerlik) hareketinden kasıt çoğu insanın zannettiği gibi sadece ‘Hıristiyanlaştırma’ değildir. Uyuşukluğu ve şüpheyi beraberinde getiren şifre ve kerametlerle olaylara izah getirme yöntemini benimseyenlerin ve medyumların çoğalması, tamamen misyonerlik hareketinin neticesidir. Bir disiplin, bir ahlak, bir hukuk sistemi olan sade İslâm’ın benliğini yok etmek ve onu basit şeylerle anılır hâle getirmek istiyorlar!

Meşhur misyoner Lavigerie (Laviciri) Cezayir’de kurduğu büyük kurumlarla Kuzey Afrika’da bunu gerçekleştirmek istemiştir. Esasen Lavigerie ve diğer misyonerler önemli bir faaliyet gerçekleştirdi: Berberiler Araplardan ayrı bir ırk olmaları hasebiyle, Arapların da Emeviler ve Abbasiler döneminde Berberilere iyi davranmaması sebebiyle Berberileri Hıristiyanlaştırarak Araplardan koparmak istemişlerdir.

Cezayir’de bir Hıristiyan azınlık grubu ortaya çıkarmak istediler. Bu konunun tahakkuku için Lübnan Hıristiyanlarını da kullandılar. Bugün Türkiye’de yapmak istedikleri de budur; Türkiye’de binlerce Hıristiyan ortaya çıkmış durumda. Bundan kasıtları da şudur: Osmanlı döneminde Rusya, Amerika, Fransa gibi büyük devletler müdahale için Hıristiyanları nasıl koz olarak kullandılarsa yine aynısını yapmak istiyorlar.

Köpeğe taş atsan misyonere değerdi, o kadar çoğalmıştı misyonerler Cezayir’de, ama Berberiler buna yanaşmadı. Misyonerler gidince tamamı yeniden Müslümanlığa geçtiler. Lavigerie o kadar emek ve para harcadığı hâlde başarılı olamadı. Nitekim Cezayir Müslüman bir toplum olarak yaşamaya devam etmektedir.

Misyonerliğin gayesi kültür ve din anlayışını değiştirmek, İslâm’ın bütünlüğünü parçalamaktır. Misyonerlik ve oryantalizm hareketleri ikizdir. Türkiye’de kurulan kolejlerde çocukların beyni yıkanıyor, kendi mazisine ve öz kültürüne yabancı oluyorlar. Kendi kültüründen şüphe eden kimseleri iktidara getirerek işgallerini yüzlerce yıl sürdürmek istiyorlar.

Osmanlı’nın son döneminde kurulan cemiyetler, Tarık Zafer Tunaya’nın Gizli Cemiyetler isimli kitabında anlatılır. Hıristiyan Araplar çoğunlukta olduğu ve Batı onları iyi kullandığı için Lübnan’ı merkez seçmişlerdi. Orada kurulan partiler, Büyük Suriye, Kudüs, Şam, Beyrut vilayetleri, Şihab ve Yazıcı aileleri yeni dil birliği kurmak için bir hareket başlattılar. Amin Maalouf bunlardan biridir. Tunaya, kolejlere de tafsilatlı şekilde temas eder. Osmanlı döneminde yok edilen Arap edebiyatını ihya etmek istediklerini söylüyorlardı, ama asıl amaç İslâm’a saldırmak idi. Anton Said, Mişel Eflak vb. siyasetçilerin partileri İslâm’la mücadele etmişlerdir. Mesela Eflak, Allah’ın kitabı olduğu için değil, sadece Arap diline hizmet ettiği için Kur’an’ı takdir ettiklerini söyleyebilmiştir.

O zamandan beri devam eden misyonerlik faaliyeti, Şark’ın dayandığı İslâm’ın dirilikten hurafeye yöneltilmesi, bir hayat düzeni olarak değil, basit konularla sınırlı tutulması için girişilen bir harekettir, aynen şarkiyatçılık gibi. Cezayir’de tarikatların çoğu tamamen yoldan sapmıştır! Sebep, şarkiyat ve misyonerlik hareketleri... Diri olan İslâm’ın yozlaştırılması için Bahailere ve Kadiyanilere çok fazla para harcadılar. Sömürge sisteminin şövalyeleri olarak şartları hazırlayan öncü hareketlere karşı uyanmazsa, İslâm Âlemi’ni askerî işgale de tevessül ederler! Irak ve Afganistan bunun örneğidir.

İngilizlerin öncülüğünde İslâm Âlemi’ne yönelmiş olan sömürge sisteminde Rusya’nın da katkısı vardır. Emir Şekib Arslan, Hâdıru’l-Âlemi’l-İslâmî (Günümüz İslâm Âlemi) adlı eserinde sömürüye elverişlilik durumunu en güzel şekilde dile getirir. Dört ciltlik eserinde tüm memleketleri tek tek ele alır. Rusya, Osmanlı Devleti’nin akamete uğratılarak misyonerlik ve şarkiyatçılıkla sömürge sistemine maruz bırakılmasında pay sahibidir. Rusya Osmanlıdan vilayet kopardıkça mütemadiyen Batı’yı desteklemiştir. Osmanlı güçlerini sürekli bölmek zorunda kalmış; hem İngiltere hem de Rusya ile çarpışmak zorunda bırakılmıştır. Böylece vilayetler düşüp teker teker Batılıların eline geçmiştir. Rusya’nın bu politikasını anlamak gerekir. Bugün (Avrupa ile Rusya arasında) bu ittihat yoksa Müslümanların artık çok zayıf durumda olduğunu bilmelerindendir. Müslüman ülkeler biraz güçlenseler Rusya yine Batı’ya destek verecektir.

Görünüşte müstakil olsalar da esasında (İslâm Âlemi’nde) hâkim olan Amerika veya Rusya’dır. İngiltere, İran’ı ve diğerlerini sömürmeseydi iktisadi imkânı neydi ki? Çaldıkları servetlerle imkânlarının çok fevkinde lüks hayat yaşıyorlar. Roma hariç domuz çobanı gibi en geri kalmış ülkelerdi Avrupalılar. Müslümanlar meselenin bu yönünü anlamıyor, namaz ve mevlitle yetiniyorlar! Hâlbuki hürriyet ve güç olmadıktan sonra bunlar bir şey ifade etmiyor.

(Sömürgeciliğin yaygınlaştığı dönemde) İslâm’ı temsil eden ve savunan yegâne güç Osmanlı Devleti idi. Şark meselesi denilince anlaşılan da Osmanlı idi. Kendi aralarında ihtilaf eden Batılılar, Şark/Osmanlı meselesinde derhal ittifak ederlerdi. Rusya Napolyon’dan yeşil ışık almadan Kafkasya’ya giremedi. Napolyon da Rusya’dan yeşil ışık almadan Mısır’a giremedi.

Sömürgeciliğe karşı zuhur eden mukavemet hareketleri hep bölük pörçük olmuştur. Cezayir’de Abdulkadir, Fas’ta Hattabî, Suriye’de Şeyhu’l-Eşmer, Libya’da Ahmed Şerif Senusi, Kafkasya’da İmam Şamil farklı kabile ve kavimleri bir araya getirememişler, dolayısıyla mücadeleleri mahallî olmaktan ileri gidememiştir. Misyonerlik ve şarkiyatçılık İslâm Âlemi’ni parçalamış, sömürge sistemi işte böyle başarılı olmuştu. Müslümanların toprakları, servetleri, petrolleri paylaşıldı. Mesela İran şahının babası senelerce petrolü çok ucuz fiyata verdi İngilizlere. Amerika’nın Irak’taki gayesi de petrolden başka bir şey değildi. Aynı durum yarın İran’ın, öbür gün Türkiye’nin başına gelir, şayet sömürüye elverişlilik durumundan kurtulamazlarsa!

Tarih boyunca devletlerin fiyat istikrarı - Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu
Tarih boyunca devletlerin fiyat istikrarı - Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu
İçeriği Görüntüle

Bu gidişi durdurmanın çaresi birlik olmak, ekonomik ve teknolojik güç elde etmektir…”

Kaynak

Güngör, F. (2019). Maraş’tan Marakeş’e: Fikri Tuna. İstanbul: Pınar Yayınları, s. 63-79.

Aylık Baran Dergisi, 41. Sayı, Temmuz 2025