Bugüne kadar, bu problemin karşısına sayısız kafa geldi dikildi. Başlangıçtan günümüze kadar yaşadığı çağ, mizaç, aile, toplum, eğitim düzeyi, ekonomik seviyesi vesaire dahil, üzerlerindeki bin bir tesirle nice felsefe ehli, nice bilim adamı, nice sanatçı şu veya bu ciddi kafa veya düpedüz sıradan kişi, tam burada durdu ve ufkuna doğru bakıp bir karar vermek zorunda kaldı…

“Ya sonra?” Bu soru, kulağa basit gibi gelebilir. Soru “basit” bile olsa -ki değil!- ona verilecek cevabın ne olduğu, muhatabının bağlı olduğu dünya görüşü ve buna bağlı bilinç düzeyi hakkında fikir vericidir. Biraz daha yakından bakıldığında bu soru, maziden gelen yanımızla -şimdi- “kim” olduğumuzu, hadiseler karşısında aldığımız halihazırdaki tavrımızla “mevzilendiğimiz” yeri, istikbâle doğru sarkan tarafıyla ise neyi; niçin tercih ettiğimizi ortaya çıkarır. Bu tercihlerin encâmımızdaki rolü ise gayet ciddidir. Ayrıca bu sorunun muhatap aldığı kişi, kendi hâlini izah etsin veya etmesin, buna cevap versin veya kaçınsın ortaya çıkardığı -sadece- bu sonuç itibariyle dahi kıymete değerdir.

Önce, “soru”nun ne olduğuna bir bakalım kısaca:

Soru, Eski Türkçe sorıġ “aranan şey, arama” kelimesinden türemiştir. Bu sözcük Eski Türkçe sor- fiilinden Eski Türkçe +I(g) ekiyle türetilmiştir.

Lügatte, “aranan şey, arama” anlamıyla verilen “soru”ya, ele alacağımız mânâda yaklaşacak olursak, bu bize insanoğlunun en çetin temel meselelerinden biri olarak görünür. Öte yandan “soru”, daima aşılması gereken bir engel, aşıldıkça da ilerlemeyi şuurlarda mümkün kılan bir “sıçrama tahtası”dır. Karşısında direnerek veya görmezden gelinerek durulduğu müddetçe ise insan bilincini sarmalayıp kilitleyen bir mekanizmaya dönüşmesi kaçınılmazdır.

Hayat bize her zaman sorular sorar…

Verilen cevaplar ve bekleyenler vardır. Verilemeyenler ve reddedilenler vardır. Hemen bulananlar, sonradan keşfedilenler, unutulanlar veya ezbere bilinen cevaplar vardır. Bilinç düzeyini paralel olarak takip eden ve içinde bulunulan anın gerçeklik algısıyla beraber, soruların niteliği de ona verilen cevaplar da başkalaşır. İnsan zekâsının “sorduğu sorudan” ortaya çıkması hikmetinin karşısında, içinde kendimizin de olduğu bilinç seviyelerini izler ve takip ederiz. İşte bu izler, hayatımız boyunca bizi gelişigüzelliklerin içinde kaybolmaktan kurtaran işaret görevi görürler. Gündelik insan hayatının çok büyük bir bölümünün alışkanlıklar ve otomatik davranışlarla ilerlediği gerçeğiyle birlikte düşünülürse, zaman zaman durup bu işaretlere bakar, gerekirse bazen işaretlerin yerini, bazen de durduğumuz yeri kontrol ederiz. Bulunduğumuz yerin “doğru” olup olmadığına inanmak veya inanmamak ise bizi sıradaki sorularla karşı karşıya bırakır. Bu bitmek bilmez devri daimde bir yerde sabitlenmek, -karar vermek- ise işin en başında olduğu gibi sonunda da “inanmak” ile -ruhî çaba- ilgilidir. Bundan sonraki fasıl, bulunan cevaplara göre hayatın çelişkilerini -mümkün olduğunca- çözümlemek ve buna göre bir hayat tarzı inşa etmenin gayretine girmektir.

Dikkat edilirse, çocukken sorduğumuz soruların öncesinde, temelinde henüz bilince gelmemiş bir his vardır. Bu his, sonradan kavramlaştırılıp “merak” adı verilen duygunun nüvesi olarak görülür. Özellikle başlangıç dönemlerindeki bir kayıtla, hiyerarşik olarak “içgüdü”den de yüksek seviyede olan bu his, ruha bağlı bir keyfiyet olarak “akıl” veya “düşünme”nin de evvelinde yer alır; “önce hisseder, sonra fikrederiz.” Buradan yola çıkarak başka bir ifadeyle söylersek, bir şeye önce inanır; sonra merak ederiz. Merak duygusu, inandığımız şeyi tanıma/öğrenme/bilme ihtiyacıyla büyür. “İnanma”nın “güven” duygusunu da içine alan ve bunların birbirlerine olan güçlü nüfuzunu da dikkate aldığımızda, bu kavramların olmadığı bir yerde böyle bir duygudan bahsetmek en hafif tabirle abesle iştigaldir.

Başa, bütün varlığını kuşatıp tesir eden ruhu değil de buna bağlı ve ayrılmaz bir parçası olan maddeyi alan görüşler, ele avuca gelmez tüm “kaçak ve kurnaz” -yaradılış- sırları karşısında daima çaresiz, gittikçe karikatürleşen dogmatik bir kütlüğü temsil ederler.

Özellikle bugün geldiği nokta itibariyle, gözlere sokulan bütün o “görkemli” dekorun arkasında her zaman derme çatma bir kulübe, bir kulis gizlenir. Bu “harikalar kumpanyası”nın bazı namuslu oyuncuları zaman zaman vicdanlarına yenik düşerek hâllerini “aslında bir şey bilmiyoruz!” diye itiraf eder ki, bizce asıl “bilme”nin eşiğine bunlar gelir… Burada tenkide söz konusu olan, ruhu “bilimsel bir kesinlikle” görmezden gelen sığ anlayıştır. Bunlar “bilinmezden devşirilen bilgi”den nasibi olmayan, bir türlü “meçhule hürmet” edemeyen statikleşmiş yobazlardır.

Meseleye dönecek olursak, ruhun inandığı şeyi, akıl kurcalar.  Ruh inanır, akıl doğrulamaya çalışır. Edison’a “ampulü icat ettiren” şeyin de yine, önce bu “inanç” olduğunu Üstad Necip Fazıl’dan öğreniyoruz… İnanç daima önde gelir! Öyleyse, “aranan şey”in temelinde de bu ön kabuller vardır.

İnanmadığımız şey hakkında ciddi bir soru soramayız…

Ya inanmadığın şeyler için hayatın sana sorduğu sorular?

Her “inanmama”nın da aslında bir “inanma” olduğu, bunun dışında kalındığı düşünülse bile buradan her zaman “inanmamaya inanma” sonucu çıkacağı için, soyut mânâda varılan yer değişmeyecektir. Bu tekerleme hâline getirilmiş ve klişeleştirilmiş diyalektiğin tekrarı her muhatabın “aramada” müşterek olduğu gerçeğine görünürde pek bir etki sağlamaz; sonuçta hangi tarafta olunursa olunsun hem sorulara hem de cevaplara ihtiyaç olduğu aşikârdır.

Ancak, hem soru soran-hem soru sorulan hem cevap veren-hem cevap verilen bilinçler olarak mesele soyuttan somuta taşınır, mesela gündelik hayat dahil olmak üzere “Ya sonra?” sorusu gidebildiği yere kadar götürülebilirse, yukarıda bahsettiğimiz fark, bu noktada kıyas kabul etmez derecede önem arz eder. Buna “Ya önce?” de dahil edilerek cevap bulmaya kalkıldığında ise muhatap olunan “kâinatı açıklama” iddiasındaki her toprak seviyeli sistemle, tam da -bahsi geçen- “inanma”ya mevzu olanın arasındaki anlam uçurumu ispata muhtaç değildir. Aslında birincisi, ikincisinin karşısında yok hükmündedir ve tartışmaya açık değildir! Yine soyut anlamıyla bakarsak, sorulan soru da verilen cevap da bilincin dahil olduğu sistem ekseninde çalışacaktır. Nihayetinde, bütün bu anlam verme faaliyeti, bir etki alanı olarak içinde bulunulan “eşyâ ve hâdiseye yanaşan insan şuuru” penceresinden bakılarak ve bilgi, dâhil olunan kaynaklardan devşirilerek, ferdî plandaki anlayış seviyelerine göre yürütülecektir. Buraya değineceğiz…

Peki, “hayat” derken burada neyi kastediyoruz?

Meseleyle olan bağlamını kastederek şöyle tarif edelim:

O, bütün kâinatı kuşatan, dışını da kendine nisbetle tanımlayıp yine kendine mahkûm eden, canlı-cansız bütün muhataplarına kendi derecelerine ve özelliklerine göre tecellide bulunan ve her şeye mutlak kudretle nüfus eden bir işletim sistemdir ki, ‘din’ ismiyle bilinir. O, Topyekûn bir varlık düzeninin kelimelerin üstündeki mânası olarak, bugünkü bozulmuş algısının aksine kâinatın olmazsa olmaz temel mekanizmasıdır.

“Ya sonra?”…

Bu anlamdaki bir “hayat”ın bize sorduğu soruların cevapları, -şükür gerektiren bir lütuf olarak- her zaman kendi içindedir. Biz onu, yine ondan öğreniriz. Zorla veya güzellikle… Karşısında bulunduğumuz konumlara göre hayat bize tam da muhtaç olduğumuz cevapları öğretir. Bunun böyle olması mukadderdir. Zira insanın sınırlı aklıyla hiçbir şeye mutlak olarak verecek bir cevabı yoktur. Haydi “mutlak” olmasın!.. Rölatif cevaplar ise son tahlilde, varabildiği kadar yine tümevarmak yani yine “Mutlak”a yanaşmak zorundadır. Tersinden söylersek, cevapların -hakikatlerin- göreceliliği de Mutlak’a göre bir göreceliliktir. Bütün, “asıl” olarak kabullenilmeden, sadece parçayla ciddî bir yere varılamayacağı bedahettir... Kaldı ki, doğru veya yanlış bulunan her cevap, “Mutlak” karşısında olan her şey; son tahlilde onda erimeye mahkûmdur. Yine ona dönücüdür ve yine ona dahil olmak zorundadır.

Burada birkaç hususun altını çizmek gerekebilir: Cümlenin gelişinden menfîlik izlenimi bırakan rölatiflikten kastımız, “fuzzy-bulanık” mantıktaki gibi aslî bir renge bağlı olup ton farkı gösteren hakikatlerin -Sıbga... - yine bu aslî mânânın bütün varlığa çeşitli derecelerde nüfuz ederken ortaya çıkarttığı nüansların veya bize “müphem”miş gibi gelen nazik belirlenimlerin göz ardı edilmesi değil, “bütün Esma’nın tek bir isme bağlı olması veya kâinattaki ‘çokluğun’ aslında hep BİR’den zuhur etmesi” sonucundan çıkan “çeşitlilik” hiç değil;  aksine bayağı bir “belirsizlik” sahasında ayakları yere basmayan, anlamı olmayan bir beyhudeliktir. En basit tâbirle buna “tutarsızlık” diyebiliriz. Ama tam olarak ifade etmek istediğimiz şey, “Mutlak”tan kaçmaya çalışıp üzerinde sözde “liberte” dumanlarının tüttüğü kaypakça bir savrulma halidir! Şunu da söylemeden geçmeyelim ki, bugün, büyükler tarafından çoktan halledilmiş yukarıda söz edilen -“birlik-çokluk”- veya buna benzer meselelerin üzerinde hâlâ utanmadan tepinip işin içinden çıkamayınca da hakikati yele veren bir vasatta kendini tatmin etmeye çalışan sığ kafaları, ibretle ve iğrenerek izliyoruz!

Meseleye tekrar dönecek olursak, her şeyi kendine dahil eden bir Mutlak karşısında, ona “rağmen!”, hiçbir varlıktan söz edilemeyeceği gayet açıktır. Gelinen bu noktada yapacak bir şey yoktur! Burada acziyete düşüyoruz. Akıllar kâr etmiyor. Direnmekle de olmuyor. Ve yeniliyoruz.

“Ya sonra?”…

Gel gör ki, buradaki “mağlubiyet”, esasında insan için hayatın en güzel galibiyetlerindendir. Bazı yenilmişlikler vardır ki, aslı zaferdir. Tıpkı bazı başarısızlıkların, hatta bazı beceriksizliklerin ardında, o esnada görülemeyen hayırlı nihayetlerin olduğu gibi…

İşte böylesi bir mağlubiyet, insan bilincini hakikatin karşısında diz çöktürür ve bir hoca gibi ona “cevapları” heceletir… Ve bu mağlubiyettir ki, insanın inandığı mücerret hakikat karşısında “önce bulup, sonra aradığı” bir vasıta sistemin kapısını aralar...

İnansın ya da inanmasın, bunun dışında kimse kalamaz.

İnkâr çare değildir.

İnanca gelince… O; eylemi davet eder!

İster diz çök ister diren… Ne yaparsan yap, er ya da geç öğretilirsin. Öğreten ve öğretilen daima doğru, iyi ve güzeldir; öğrenenin doğru veya yanlış anlaması bunu değiştirmez.

İşte bu dönemeçte “anlayış” meselesine varıyoruz… Üstad’ın ve Kumandan’ın üzerinde ömürlerini harcadığı dava hep budur. Bütün kıyamet de burada kopar. Kavga, olanca şiddetiyle hep burada çıkar…

Bugün geldiğimiz vasatta, Mutlak Hakikat’in karşısında bir zenne gibi kıvıran -az önce izahını yaptığımız anlamdaki- rölativizm, kıvrıla kıvrıla kendi içine çöreklendi ve gelinen noktada hakikatin önemini yitirdiği “posttruth” (hakikat ötesi) bir ucubeye dönüştü. Mesele döndü dolaştı, fikirsizliğin bir maskesi olarak “o da doğru, bu da doğru” kolaycılığından, Mutlak Hakikat’i aramak yerine, sadece şahsî menfaatine bakıp, önüne hangi “fikir” koyulursa sorgulamadan yiyip tüketen yığınların korkunç seviyesizliğinde karar kıldı. Aslında bunun böyle olacağı belliydi. Zira şahidiz ki, Üstad ve Kumandan on yıllarca evvelinden hep bu tehlikeyi anlattı. Anlatmakla kalmadılar, bütün ömürlerini Mutlak’ın karşısında cephe alan bütün bu sahte ve kaypak ideolojileri defalarca yerle yeksan ettiler! Dahası, ortaya eşi benzeri olmayan bir dünya görüşü koyarak yaptılar bunu.

Onlar, kendi enfes ifadeleriyle “mihraksız tümevarım zafiyeti” içinde debelenen felsefecisinden, “gardrop devrimcileri”ne, milletine, vatanına ve mukaddesatına yabancılaşıp düşman olan münevverinden (!), “yurtdışından ithal” etmekle övündükleri ve milletin tepesinden aşağıya boca ettikleri yanlış, kötü ve çirkin ne kadar sapkın ideoloji varsa onların taşıyıcılığını yapan aşağılık kompleksli kompradorlarına, üçüncü  sınıf oryantalist kafalı muharririnden, hürriyet davasını -hani menkıbede geçtiği üzere- kendi hâline bırakılıp aslında dergâhtan dehlenen gafil ve düşük şuurlu dervişin çimlerde “şeyhsiz olmak ne güzel!” diye debelenmesi gibi anlayan “şen sıpa”larına, bir zamanlar aynı yolda yürüdüğü “yârân”larına kızıp onlarla beraber yolun kendisine de düşman kesilerek aslında kendi nasibinden kesilen dava müflisi “eski kaşar”larına kadar… “Kavga kaçkı”nına… Hain “ibişi”ne… “Hoş görü-boş görücü fettoş”una… “Kaynaktan yapmalıyız”cısına… “Bu iş edebiyatla olur”cusuna… Uyuz şairine… Kuduz telegramcısına… Tekelci putperest ham yobazına… Spritüalist paçozundan, Allahsız ruhçusuna kadar her anlayışa karşı, her cephede savaş verdiler.  

Bütün bu saydıklarımız ve sayamadıklarımıza yakından bakılırsa, bunlardan her biri numunelik düzeyde bir “anlayış”ı temsil eder. Ve bütün bu anlayışlarla beraber diğerleri de insanın içinde yaşadığı kendi çağında kolektif bir bilinç vasatı meydana getirir. Lâkin kavgalar her zaman önce yukarıda, fikrin saltanatlarında kopar.

“Biz sebepte de, neticede de, gayede de, hedefte de bütün insan faaliyetlerini toplayıcı mihrak noktası olarak ‘kişinin kendi öz nefsiyle savaşı’nı görüyoruz.” derken Kumandan; bu kavganın önce “içeride” başladığını söyler. Bir “hayat tarzı” olarak kendini teklif etme iddiasındaki her bir dünya görüşü meşruiyetini buradan kazandığı “zafer”ine dayandırır, gücünü ve cüretini hep buradan alır. Ortaya konulan her ne ise, bir keyfiyet meselesi olarak bakılmalı, taraftar bulması veya bulmaması ile ilgili kelle hesabıyla değerlendirilmemelidir. Hakikate isabeti veya kökten karşı durmasını tartışmıyoruz burada... Nasıl olursa olsun, ortaya konulan bir “iddia”nın dikkate alınması gerekebilir. Ciddiye alınıp alınmaması ise bu nazardan sonraki iştir. İşte bu “içeriden” gelen zaferin, başka zaferlerle karşı karşıya gelmesinden çıkan bir savaştan söz ediyoruz. Böylesi bir savaş elbette haktır ve verilmesi gerekendir.

Bu esnada alt tabakadaki sıradan şuurlar, farkında olsun veya olmasın genel olarak hâkim paradigmadan etkilenerek hayatını ona göre dizayn eder veya etmeye çalışır. Çoğu zaman da hâkim anlayışın üzerindeki etkisini göremeyip kararlarını kendisinin verdiğini, seçimlerini kendisinin yaptığını, kabul veya redlerinin tartışmasız kendi “rasyonel”liğine dayandığını sanır. Halbuki kitleler, yukarılarda verilen bu savaşların gölgelerinde, onların kendilerine verdiği nizâmlarla hareket ederler. Savaşların etkileri yukarıdan aşağıya inerek toplumda iyi-kötü dalgalanmalara sebep olur.

Yine söz konusu bağlamda düşünülürse, burada önemli olan kimin “kazandığı”, kimin “kaybettiği” değildir aslında. “Kazanmak”tan ve “kaybetmek”ten neyi anlıyorsun? İşin zahir (madde plânında cereyan eden) tarafı bir yana, iç yüzünden baktığında bütün ihtimalleri ve neticeleri daima Mutlak’tan bilen bir anlayışa karşı kazanılabilen bir “zafer”den bahsedilebilmesi mümkün değildir. Burada mesele yok; haydi en azından “teori”de diyelim… Esas mühim olan, “herkesin hakikati kendine, hakikatin hakikati kimde?” sorusunun karşısında kazanılması gereken -bir düşünme ve hayat tarzı olarak- yine anlayış davasıdır. Kritik olan nerede duracağına karar vermektir. Durduğun yer “doğru” olduktan sonra, yapılan yanlışların telafisi kendi içinde mümkündür ki bu bahsi diğerdir.

“Ya sonra?”…

Üzerinde durduğumuz şey, olumsuz anlamdaki tafsilatları dahi önemsizleştirip her şeyin kendisine bağlı olduğu bir temel, bir kök, bir harekete geçiren ve bir istikâmet tayin edici sisteme muhataplık etme davasıdır…Bunu, ilmin de, amelin de, hikmetin de, irfanın da içinde yuvalandığı; statik olmayıp her zaman genişlemeye veya daralmaya müsait olan canlı ve elastik yapıdaki bir “kap”a benzetebiliriz. Potansiyel olarak daralması veya genişlemesi son derece mümkün olsa da statikleşip kemikleşmiş olanları için değişimin daha zor olacağı aşikardır. Son derece mühim olan bu mekanizmanın işleyiş mantığının veya çalışma prensiplerinin üzerinde ne kadar durulsa yeridir. “Hayat kurtarıcı” bilgi budur! Gelmiş geçmiş, bütün “bâtın” yolları daima bu büyük bilmeceyi çözmek üzere ve çöze çöze ilerlemişlerdir. Muhatabın ferdî özelliklerine kadar biricik, toplumun başat yönlerine kadar umumî, edilen bilgileri tasnif ederek, santim santim haritalandırarak, zıtlarını dışarda bırakarak, sahtelerini ayıklayarak, eriştiği “ideal” mânâyı aslına zarar vermeden, zedelemeden, gerektiğinde ulaşılabilir bir seviyeye getirerek yaparlar bunu... Son derece hassasiyet ve dikkat gerektiren bu iş, sadece ehli tarafında icrâ edilebilir ve elde edilen tüm kazanımlar taliplerinin nasiplerine havale edilir.

Büyük Doğu-İbda külliyatında eserler boyu, ısrarla bu meselesinin üzerinde durulduğu görülür: İçerden ve dışardan bütün alâkalarıyla beraber anlayış davası… Kumandan sık sık, “fıkıh”ın “fehm” (anlayış) kelimesi ile olan irtibatından ve bunun ne derece nazik ve mühim olduğundan bahseder. Bunu başa alıp mânâsını idrak edebildiğimizde her şeyin birdenbire değiştiğini görmek son derece heyecan vericidir. Eşyanın ve hadiselerin mahiyetini tayin ederken bu kavramın niteliğinin, anlamları nasıl da değiştirebildiğinin ipuçları burada gizlidir.

-Nasıl bakarsan, öyle görürsün…

-Baktığın yere göre değişir…

-Kaderi değiştiremeyiz ama ona olan bakışımızı değiştirebiliriz vs.

Bugün sulandırılmış olarak görülen bu “nazar/bakış” hakikati, çoğunlukla ıskalanan ve mahiyeti kuru ezbere kurban edilen bir vaziyettedir. Bunların arkasında devasa bir sistem olarak her zaman bir “Bütün Fikir” vardır ve bunlar, o fikir tarafından zihinlere atılan oltalardır. Halbuki muhatap şuurlar için -espri kaydıyla söyleyelim- “büyük voliyi vurmak” en çok da oltadaki bu zokaları bile isteye yutmakla mümkündür. Çünkü, büyük sistem kurucularına muhatap -küçük- şuurlar için bu “haksız kazanç”lar mubah sayılır. Daha sonra buradan yola çıkıp mesafe kat etmek ise ihtimâl dahilindedir. 

***

Öte yandan Büyük Doğu ve İbda Mimarlarının verdiği bütün eserler ve yaşadıkları hayata bakıldığında, “anlayışı yenileme” davasının destansı hikayesi bütün ihtişamıyla hemen görülür.

“İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi... Aynayı yenilemek... Güneş yenilenemez. Göz yenilenir...”

-O halde, ölçü kendi anlayışımız mı yani?

Esas mesele bundan sonra…

“Ya sonra?”…

 Bugüne kadar, bu problemin karşısına sayısız kafa geldi dikildi. Başlangıçtan günümüze kadar yaşadığı çağ, mizaç, aile, toplum, eğitim düzeyi, ekonomik seviyesi vesaire dahil, üzerlerindeki bin bir tesirle nice felsefe ehli, nice bilim adamı, nice sanatçı şu veya bu ciddi kafa veya düpedüz sıradan kişi, tam burada durdu ve ufkuna doğru bakıp bir karar vermek zorunda kaldı: Ya hayatın karşısında kuşanacağı iş bu “anlayış”ı kendine göre belirleyecek veya kendisini de kuşatıp aşan bir hakikatin temsilcisi önünde şüphelerini kendi elleriyle öldürüp ona boyun eğecektir.

“Ya sonra?”…

Ya kendisinden üstün olmasını bir türlü kabul edemeyip işin sırrına bir türlü “akıl” erdiremeyen İblis gibi, “İlk İnsan-İlk Peygamber”e “secde” edecek (tâbi olmak) veya içinde şiddetle yaşattığı kendi “ben”liğiyle baş başa bırakılarak, esası mahrumluk zindanı olan o çukurlarda yuvarlanıp “özgürlüğün tadı”nı çıkaracaktır. Ya da aklını, fikrini, ruhunu ve anlayışını ona hasrederek, karşısında sürekli deverân eden sonsuzluk kervanına, yakaladığı noktadan atlayıp esas hayata katılacaktır… Biri yokluğu, biri varlığı, biri mahrumiyeti, biri ise gerçek hürriyeti seçmiştir.

Bilincinde olalım-olmayalım esasında başımıza gelen hadise hep budur. Her insan dereceler halinde bu kritik tercihin yansımalarıyla yaşayıp gider. Burada bir kabulden, daha doğrusu bir itikattan bahsediyoruz. Liyakat başka mesele…

“Ya sonra?”…

İşte, önünde teslim olunması gereken ve “aklın ötesinde olan Peygamberlik makamı”, MUTLAK’a muhatap anlayışın mutlak temsilcisi ve tâbi olunması gereken olarak insanoğlunun daima önünde yer alır. O, her şeyin, her zaman kendisine göre -yeniden yeniden- kurulması gerekendir. Bütün vasıfların en güzeli, en doğrusu ve en iyisi elbette onda toplanmıştır. Anlayışın kemal bulduğu yegâne varlık, gayet tabiî ki odur. “İnsanlık”tan maksat ondan ibarettir... Öte yandan “medeniyet” kavramının varlık sahasına çıkmasındaki sebebi ve ana gayeyi yine ona bağlayan Kumandan Mirzabeyoğlu, “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı.” derken, aklın ve ruhun potansiyel olarak erebileceği bütün sahaları kuşatan kemalâtını onda nihayete erdirmiş ve yine onunla başlatmış olur. Özetle, geçmiş ve gelecek bütün zaman dilimleri onun varlığıyla anlam kazanmıştır. Gerisi lafı güzaftır!..

“Ya sonra?”…

Öyleyse, “anlayış” melekesi, ona ne kadar yakın olunursa o kadar kemâle gelecektir. Onunla ne kadar bağ kurulabilirse o kadar “insan” olunacaktır.

Böylece insanın bütün varoluş çabası, “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber”e ilgi kurabilme-yakınlık kazanabilme çetinliğinde geçen bir serüvenin adı olur. Bütün hayat, farkında olunsun ya da olunmasın, tersinden veya düzünden onu doğrulayabilmek için akıp gider. Herkes, içeriye girerek veya dışarıda kalarak onun kadrosudur; “Mutlak” olan, her şeyde olduğu gibi kapsayıcı olmakta da adildir.

Çok kıymetli bir büyüğüm, bir gün bana “İslâm’a muhatap anlayışa da muhatap anlayışlar var!” demişti. İlk bakışta gayet “yalın” görünen bu tespite bir müddet kafa yorduğumu, daha bunu yaparken bile kendimi bu tespitin tam da tarif ettiği hâl içinde bulduğumu hatırlıyorum. Bu misâl, bir aynanın diğer aynadaki yansımasıyla ortaya çıkan ve silsileler hâlinde birbirini takip eden bir resim şeklinde canlanmıştı zihnimde. Şimdi bu güzel espriden mülhem söylemek gerekirse, bugün biz de, Mutlak’a muhatab olan peygamberin ANLAYIŞI’na, ispat edilmiş liyâkatleriyle -hem de “Mukarreb ve Fenâ” hâlde “seçilmiş” olarak!- muhatap olan anlayışların (Sahabîler-Veliler ve İslâm kahramanları) karşısında, ister istemez kendi varlığımızla muhatabız… İster istemez diyorum, çünkü işin hem “liyakat” çetinliği belli, hem de başka çaremiz yok. Bu işler ergen çocuk pozlarına girerek “ben kendim yaparım”cılıkla olmuyor! Öte yandan tâbi olmak meselesi ne bedava ne kolay iş değildir; hele ki “ayna” olmak! Fakat bunların bir ortak yönü varsa, o da “bedel ödeme” şartıdır. Kabul eden veya reddeden herkes kendi nasibince dereceler halinde bu işin bedelini öder… Tâbi olanın imtihanı başka, olmayanın ki başkadır. Bizim anlayışımıza göre birincisi, ikincisine göre her hâlükârda, elbette kârdadır! Ölür ise şehit olur, kalana gazi denir… Tâbi olmayana ise -İblis gibi- mahrumiyet cezası yeter de artar!..

Tâbi olmak kaçınılmazdır. Sahtelerine de olsa bu böyledir. Kıytırık bir hint gurusuna bağlanmanın özünde de bu vardır; bir çocuğun gönlünü ve zihnini çok sevdiği ve ne dese doğru olduğuna inandığı bir “Influencer”ın tesirine teslim etmesinin temelinde de bu!.. Veya güya kimselere tâbi olmayıp, aslında kendi uyuz nefsinin emrine giren düşük bilinçli şuurlar da bu tâbilikten sıyrılamaz.  Tesir edilen ve eden bir varlık olan insan için, aksi yöndeki iddialar boş laftan ibarettir!

“Ya sonra?”…

Hâl böyleyken hem yaşadığımız mekân ve zamanı hem de ötesini açıklayabilen-cevap veren bir bilince muhatap olmanın gerekliliği gayet açıktır.  

İşte, o Mutlak’a muhatap olan yegâne anlayış sahibine muhatap olmanın “nasıl”ını ve “niçin”ini izah edip gösteren Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Haliç Kongre Merkezi’nde verdiği konferansında “Ya sonra?” sorusuna dair neler söylediğine bir bakalım şimdi:

“Ben burada bu bardağa şöyle yapıyorum, kaldırıyorum. Bu bir keramet. Aynı şeyi burada İslâm dışı biri yapıyor. Peki buna “keramet” diyorsun, buna niye “istidraç” diyorsun, yâni “sahte keramet” diyorsun? Şimdi mevzu şundan ibarettir; kerametin “ya sonra?”ya verecek cevabı vardır, sonrası olan bir şeydir. Öbürü ise kendi kendinde biten bir şeydir.”

Aynı konferansın başka bir yerinde;

(…) “…Silâhlar sustuğu zaman, (gazetecinin) konuşacak bir lâfı kalmıyor… Veyahut da silâh yerine başka bir şey olarak “o yedi, bu bunu itti” falan filan… Şimdi mevzuu şundan ibaret: sen şuraya geldin, senin hiçbir düşmanın da yok, sen buraya nasıl bir şey teklif ediyorsun? Hangi düşünceyi teklif ediyorsun? Şimdi böyle bir durumda kalır kalmaz herkes kendine düşman aramaya başlıyor, çünkü düşman yoksa, kendi de yok gibi bir vaziyette…”

(…) “…Şimdi sen tasavvufu kaldırdığın zaman, bir fikir yolunda, bir ilim yolunda “ya sonra” dedikleri zaman ne diyeceksin?”

(…) “…Söylenen şeyler bellidir; emperyalizme karşı olmak, işsizliğe, yoksulluğa karşı olmak, ondan sonra da insanların “ya sonra”sına hitab etmek…” diyor.

Alt alta sıralayarak verdiğimiz bu cümlelerin hepsi yerine göre, işin NİHAYETİNE SARKAN bir tarzda, bir sonraki adımın ne olması gerektiğine dair bir şuur süzgecini zorunlu kılan meseleler. Burada dosta ve düşmana karşı samimî olarak bir şey soruyor Mirzabeyoğlu; “Sen ne teklif ediyorsun?”, “Senin iddian ne?” “Ortaya, ‘yaşanmaya değer hayat’a dair neyi, nasıl ve niçin koyuyorsun?” “Böyle bir cehdin, böyle bir motivasyonun ve böylesi bir aksiyonun sende olup olmaması bir yana, hangi dünya görüşü çerçevesinde bize neyi anlatıyorsun?”

“Kendinde bitmeyen neyin var?”

Aklını bir kişiye, bir görüşe, bir fikre bağladın diyelim…

Kabul ettin… “Ya sonra?”…

Peki, reddettin... (Yine) “Ya sonra?”…

Burada durup bir düşünüldüğünde, insan hayatı hep bu sorulara verilen-verilemeyen cevaplarla kıymet buluyor veya ziyana uğruyor. Bir ömür boyu, cevapların gerektirdiği hâller üzere ya liyakatle sınanıyor veya mahrumiyetle oyalanıyoruz.

İşin “sonra”sı, öte âleme daha buradayken açılan bir kapıdır. Büyüklerden öğrenildiğine göre buranın tek bir kıymeti varsa o da bu özelliğinden dolayıdır. O yüzden bazı Velîler “bu dünyadan güzeli yok!” demişlerdir. Bu noktada “ölmeyi yok olmak” gibi gören anlayışlarla burada mavra yapacak değiliz… Onların “öte”ye dair söyleyebilecekleri bir şey de yoktur!

Hangi hâl ile uyursan, öylece uyanırsın… Sonsuz mükafat, sonsuz ceza?

Allah yolunda savaşıp can veren de son şuur hâliyle (imân, ihlâs, aşk, vecd, cesaret, sadakat, liyakat, emanete riayet, fedakârlık…)  ve kim bilir bize gaip, Allah’a mâlum hangi sırlarla sonsuzluğa dalarlar… Öte taraftan, bir çocuğa fenalık edip öldüren katil de sadece “bir davranışından dolayı” ve “son haliyle” beraber “müebbeden” kalmak üzere cezaevine adım atar.

“Ya sonra?”

Peygamber münkiri felsefecisi, kuru-sıkı mantıkçısı, ruhu tanımaz psikiyatristi; cümle materyalist bilimtaparın bu meselelerde söyleyecek hiçbir lafı yoktur! Ağızlarını açıp tek kelime doğru laf edemezler! Bizimkilere gelince, bu tarafta malzeme çoktur!.. Başta Allah Resûlü’nden intikâl edip Velîlerden ulaşan tonlarca bilgi orta yerde duruyor. Hatta malzeme o kadar fazladır ki bizde; “cennetin jeopolitik yapısı”na dair yazı kaleme alınacak kadar meselenin suyu bile çıkarılmıştır. Neyse, bu işin başka bir tarafı!..

detail-photo-fancybox-1

Bahsi geçtiği gibi işin esas “korkunç” tarafı, ölüm anındaki (arkasında, bir ömrün preslenip paketlenmesi olan) bilinç durumu ne ise sonsuzluğun içine onunla transfer olunmasıdır. Bir dervişin tarifiyle, “ters yüz edilerek orada içimiz dışımıza çıkar” ve bütün sahtelikler benliklerinden sıyrılarak olanca çıplaklığıyla asıllar görünür. En geniş anlamıyla güzellik de çirkinlik de burada yapılan işler ve davranışlarla başlar ve bunlar sürekli olarak öz bilinçlerle beslenip büyütülür. Böylece burada soyut olan bu kavramlar, orada ete-kemiğe bürünerek canlı birer varlığa dönüşerek karşımıza çıkar. Tıpkı iyi-kötü çıkarılan her sesin bir yankı bulup kendimize dönmesi gibi…

Öyleyse hangi seviyede olursa olsun bütün bilinçler hayatın her döneminde sürekli “Ya sonra?” sorusuna muhatap olacak ve kendilerini hangi anlayışa bağladılarsa, cevaplarını da o müktesebata mutabık olarak vereceklerdir.

Aylık Baran Dergisi 17. Sayı, Temmuz 2023.