Ramazan vesilesi ile akşamları bütün aileler aynı sofra etrafında toplanıyorlar. Bu durum, esasında İslam kültürünün aileyi bir arada toplamasının da bir özelliği ve güzelliğidir.

Aile için “sığınak” kelimesini özellikle seçiyoruz; hani derler ya “ailesinden görmemiş yapacak bir şey yok!” bunun gibi, aile, kötü cemiyet tesirlerinden kaçabileceğimiz, kötü cemiyet tesirlerine karşı nasıl davranmamız gerektiğini bize öğreten en güvenilir sığınaktır.

Aileyi tespit ederken, “toplumun çekirdek yapısı” diye söylenilmesi ne kadar da yerinde bir benzetmedir; cemiyeti, köklerine sımsıkı bağlı ve ondan beslenen ve dalları gökyüzüne doğru uzayan bir ağaca benzetirsek, aile de, bu ağacın kökü, (protoplazma)sıdır.

Çocuğun eğitiminin daha anne karnında başladığını ve çocuğun, “baba” figürü, sembolü ve şemsiyesi altında hamurunun yoğrulduğunu hatırlarsak, aile, ideal cemiyet hayallerinin en mühim basamağını oluşturur, oluşturması gerekir.

Günümüzde, gelinen noktada, maalesef bir akşam yemeği sofrasında bile bir araya gelemeyen insanlardan, “cemiyet” olması beklenemez tabîî olarak. Mevcut iktidar ise, “dindar gençlik” ve “üç çocuk” meselelerini bangır bangır dillendirirken, bu mevzuların altını dolduramamış, aileyi derleyememiş, toparlayamamış ve müslüman memleket evlatlarını. Batı endeksli tesirlerin elinde bırakmıştır.

Günümüz iktisadî sisteminin birey endeksli yapısı insanların bencilleşmesine sebep olurken, aile kavramının temellerini de çatırdatmaktadır. Bu tüketim toplumu olmanın bir neticesidir. Refah seviyesinin yükselmesine karşın, bireylerin huzuru bir türlü sağlanamıyor. Aileden kopan, içindeki kahraman ihtiyacını dillendiremeyen, tüketim toplumu içinde yalpalayan birey gittikçe yalnızlaşıyor. Tabiî ki böyle bir bireyin de dayanışmayı içinde barındıran herhangi bir kuruma ihtiyacı olmadığını düşünmesi fazla uzun sürmüyor. Cemiyet içerisinde kendisini ifade edemeyen ve şahsiyetini de kazanamayan birey, insanı asosyalleştiren “sosyal paylaşım siteleri”nde şahsiyet kazanma peşinde koşuyor ve özgürlüğü, saadeti ve huzuru orada arıyor; orada bulduğunu zannediyor.

İçkiden kumara bin bir türlü zehirli tesirinin serbest olduğu bir toplumda, kuru kuruya “dindar gençlik” beklemenin iki türlü izahı vardır; ilki, kendi dininden, örfünden kopan gençliğin gidişatından memnun olmazken elinden bir şey gelmemesi, nasıl hâli yoluna koyulacağını bilememek; ikincisi ise bu mevzuları, günü kurtarıcı politik atraksiyonlardan öte bir mânâ olarak kavrayamamak.

Bu iki unsuru da çevreleyici olaraktan söylersek de, “mevcut sistem” anlayış ve görüşü ile yapılan her faaliyet, bozuk sistem içinde ufalanacak, kaybolacak ve en kötü tarafı ile de, bozuk düzenin bir yönüyle de yaşatıcısı olacak; çünkü bozuk olanı düzeltmeye doğru geliştirilemeyen bir şuurun faaliyetleri, bozukluğun tersinden-düzünden ekmeği olur.

Aileyi, cemiyetin kötü tesirinden; cemiyeti ise kötü hâle getiren aile müessesesinin faciası paradoksundan kurtarmanın yolu, “fertle toplum arasındaki güreş*” kaldırılmadan mümkün gözükmüyor. Bu ise, her zaman dile getirdiğimiz gibi, ne eski alışkanlıklarından bugüne süregelen kemikleşmiş bozuk yapı ile, ne de, “modern” diye tabir ettiğimiz bugünün çıkmaz sokaklara çatmış fikirleri ile olur; yeni bir anlayış, duyuş ve bakış açılarına ihtiyacımız var. İslam kültürünün kadîm birikiminin, bugünün ilim, fen ve teknikteki buluşlarla öpüştürülmesi, daha net ifadesi ile, bugünün kazanımlarının, kadîm geleneğimizle harmanlanarak idealize edilmesi ile olur.

Yeri geldi söyleyelim:

Bugünün aileyi (insanı, ferdi, özü, ruhu) parçalayan hiçbir ahlakî kaideye dayanmayan çarpık bütün sistemlerine karşın, müslümanın kendsine “sığınak” olarak görebileceği yegane sistem anlayışı da İBDA’ dır; çünkü, kadîm birikimlerden hareket ederek ondan kötü sistemler üreten Batılılıar ve kadîm geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olduğu iddiasındaki yobazların tersinden-düzünden varabildikleri nokta bugünkü cemiyet yapısıdır ki nasıl olduğu mâlum. Oysa İBDA, İslam kültür ve birikimini kabaca ele alarak her yeniliğe karşı yobazca yaklaşanları dışında bıraktığı gibi, aynı zamanda, Batı’nın İslam’a değil kaba Müslümanlardaki tezahürlerine bakarak kendi pisliği içinde debelenmelerini de izah ederek, hakikate direkt yaklaşım çabası ile yeni bir anlayış, duyuş ve görüş soruyor.

İBDA’ nın, Yürüyen Büyük Doğu olan İBDA’ nın kavgasının sosyal tarafını şu cümleler ne güzel özetliyor; “evimi özledim-gerçek / ama o gerçek için zindandayım ben /  Yuva olsun diye bütün evler” Öyle ya her yerde “ev” var, cuma bir yangın arsasına dondurulmuş memleketimizdeki “yuva” sayısı kaç acaba?

Bodler'in şiirindeki mânayı en çok bir Müslüman hisseder sanırım:

“Bir çokları ise henüz tatmamıştır zevkini
Aile ocağının, hiç yaşamamıştır yani!”

*Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Müjde

Yararlanılan Kaynaklar:
Baudeleaire – Elem Çiçekleri
Salih Mirzabeyoğlu – Münşeat
Baran Dergisi 341. Sayı