Parayı maddî ve manevî tüm taraflarıyla tahlil ettiği eserinde Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, “fâiz”i “cânî” olarak nitelemektedir. (“Cânî faiz”, Parakutâ’, Nisan-1997, 64. sayfa) Ve, faiz hakkındaki “kısa ve kesin hüküm” olarak “onun yasak oluşu ve toplumdaki iktisadî, ahlâkî, giderek siyasî pisliğin başlıca kaynaklardan biri oluşu”na dikkat çektikten sonra Birinci Dünya Harbi’nin ardından Fransa’da öldürdüğü dul kadınlarla meşhur olmuş bir serî katilden, Henri Désiré Landru’dan (12 Nisan 1869/25 Şubat 1922. Mahkemece suçlu bulunup Versay’da Giyotin ile idam edilmiştir) bahseder...

Alakasına binâen mevzubahis satırları aktaralım:

Paris’te 1919 yılında, değişik tarihlerde 10 kadını öldürdüğü gerekçesiyle Henri Desire Landru isimli bir şahıs tutuklanır. Evlenme vaadiyle kendisiyle temas kuran kadınlar kaybolmuş fakat cesetleri bulunamamıştır. Adam bir nevî zekâ oyununa döndürdüğü cinayetleri hususunda, “benim suçlu olduğumu delillendirmek sizin göreviniz!” der ve her türlü karine ve emare aleyhine olmasına rağmen, suçu kabullenmez...

Ve bir duruşma sahnesi:

-“Landru’nun avukatı Moro Giafferi, bir gün, öldürüldükleri söylenen kadınların dışarıda olduklarını, biraz sonra kapıyı açıp içeri gireceklerini söyledi. O ân, bütün jüri tabiî olarak o tarafa döndü. Avukat, bu oyunu, jürinin kendinden emin olmadığını göstermek için oynamıştı. Akıllıca bir gösteriydi. Gelgelelim, Landru, aynı şeyi yapmamıştı ve başını kıpırdatmamıştı bile; çünkü o, böyle bir şey olmayacağını biliyordu. Onun bu hâli, mahkemenin gözünden kaçmadı ve neticede suçlu bulunarak ölüme mahkûm edildi.”

 Faizin cinayetleri ise, karine ve emare değil, doğrudan doğruya delillere dayalıdır!.. (A.g.e; 66. sayfa.)

Landru’ya karşı hukuk kaidelerince karine ve emare olmasına fakat delil olmamasına mukabil onun bir katil olduğunu ispat eden bu vak’a, öteden beri dikkatimi çekmiştir. Şu sebeble ki, bazen emare, delil, ipucu gibi hususlar üzerinde aşırı teferruatçılığın ortaya çıkarttığı “ispat” etme usulleri, bedahetleri dahî gözden kaçırtacak derecede mevzuları girift hâle getirebilmektedir. Böylesi girift hususlara en çok da tarih yahut tarihî şahsiyetler mevzuunda rastlanılmaktadır. Hususiyetle bizim yakın tarihimiz böylesi meseleler ve tarihî şahsiyetlerle doludur. Hülasa, birisinin “ak” dediğine bir başkası “kara” demektedir ve bu iş hem tarihçiler ve hem de okurlar, alakalılar, talebeler ve toplumumuzun büyük kesiminde dâima tartışmalar içerisinde yuvarlanıp gitmektedir. Pek tabiî, bu tartışmaların en ateşlisi de Mustafa Kemal hakkında ve etrafındadır; kimilerine göre söylenen “büyük bir kurtarıcı” mı, yahut başkaca iddialara nazaran hülasa ederek söylersek de “din düşmanı” bir “batırıcı” mı?

İşte tam bu safhada deliller, belgeler havada uçuşmakta ve iddialar ile ispatlar panayırı diyebileceğimiz bir pazar yeri uğultusu havayı sarmaktadır. Kimi tarihçiler domateslerini satmak isteyen bir pazarcı avazıyla belge üstüne belge “fışkırtmak”ta, bu tazyikin püskürtüleri ise vak’aların oluş biçimini, seyredişini çoğu defa tamamen yanlış bir biçimde aksettirmektedir. Evet, hususiyetle tarih mevzuunda doküman, belge ve benzer nevideki malzemeler büyük ehemmiyet arz etmektedir etmesine ama her şey, yani bir vak’anın büsbütün kendisi Landru bahsinde olduğu gibi bambaşka bir mânâ da taşıyabilir! Söylemek istediğim, nasıl Landru aleyhine, ispat kaabilinden tek bir delil, belge bulunmadığı halde, bu dava ile alakalı cereyan eden başka bir hâdise birdenbire onun aleyhine en kuvvetli delillerden birisi sayılabiliyorken, tarihî vak’a ve şahıslar söz konusu olduğunda niçin benzeri şehadetler kabul görmesin? Veya değişik bir şekilde soracak olursak, tarihî kişiler hakkında niçin bu tarz şehadetler kabule şayan görülmemektedir?

Hususiyetle yakın tarih bahsinde, illâ “belge” ve “ispat” diye çırpınanlara baktığımızda -umûmiyetle kendilerini “tarafsız” olarak nitelemektedirler ki “tarafsız” tarihçi nasıl olunabilmektedir ayrıca hayret mevzuudur- nazarı dikkati ilk celbeden husus kanaatimce şudur: Bu tip “tarihçiler”, “belgeler”in ancak “resmî” hüviyetlerine tutkundurlar ve çoğunlukla da “resmî ideoloji”nin -ki ne olduğu zannederim tefsire muhtaç değildir- borusunu öttürmekten başka vazife tanımamakta, haricen ortaya çıkmış hiçbir belge, ispat neviinden şehadeti kabul etmemektedirler. Söylediğim gibi “belge” vesâir dokümanlar elbette şehadetleri noktasından çok büyük ehemmiyet arz etseler de, herşeyde olduğu gibi bunlar da bir yere kadardır ve yakın tarihimize ait birçok meselede olduğu gibi iş gide gide hâdiseleri tabiî seyirlerinin dışında tefsire gitmiş, öyle yorumlanıp kabul edilmişlerdir... Sanki tarihî hadiseler hayatın dışındaymış gibi, “vesika” dediğimiz belgelerin de her mevzuyu açık ettiği zannedilmiştir; oysa hayatın tabiî akışı “hüsnü niyet” üzerine kuruludur ve belgeler de bu hüsnü niyeti taşıyan şahidlerin şehadetleriyle kuvvet kazanır! Etraftan habire belge isteyen ve boyuna belge üstüne belge saçan falan tarihçiden üç gün evvel ne yemek yediğini ispat etmesini istesek apışıp kalacak, artık bir bölümü vücudunda enerji, diğerleri kazurata dönüşmüş hâldeki bir kaç sebzeyi bize ispat edemeyecektir; bize, en çok, belki bir lokanta fişi getirecek, fakat bu fişin yani vesîka-belge’nin sahihliğini ise o gün yemek yediğini iddia ettiği lokantadaki şahidlerle ispat etmeye davranacaktır. Evet, görüldüğü üzere, birçok vesikaya şâmil bir husus olarak bu türlü davalarda iş, vesikanın kendinden çok şahidlerin şehadetlerine muhtaçtır; çünkü elimizdeki lokanta fişi bir şeye mukabil ödeme yapıldığını göstermektedir ya, yemek yenildiğinin aslî ispatı sayılamaz! Ancak, şahidlerin tasdikiyle aslî bir hüviyet kazanabilirdir ve o güne kadar da elde edilmesi birçok yolla mümkün bir fiş’ten ibarettir! Şu hâlde, söylemek istediğim, Resmi İdeolojiye ters olmamak kaydıyla bir sürü belgeyi üst üste yığarak falanca şahsı “vatan haini”, filanca şahsı da “vatan kahramanı” yapmak mümkündür ve her devirde türeyen dalkavukların tesiriyle bu işe umûmî bir görünüş, kabul ediliş süsü de verilebilir. Fakat bunların hepsi bir yere kadardır; resmî ideolojilerin borusu kulaklardaki paslar gidene kadar ötebilir...

İşte öttürdükleri bu borunun adı “yem”dir; atlı birliklerde atlara yem verileceği zaman çalınır da, esasen, dilimizde huysuzlanan atları sakinleştirmek maksadıyla, mahsustan yem verileceği zannı doğsun diye çalınması cihetinden, bu mânâ da kullanılır. Üstad Necip Fazıl, Türkiye’nin bir nevi sosyolojisi, psikolojisi ve tarihinin baştanbaşa özetini anlattığı “Destan” isimli şiirinde bu “yem borusu” olanca mânâsıyla şöyle belirmektedir:

“Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan! 
Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan! 
Allahın on pulunu bekleye dursun on kul; 
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; 
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa! 
Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz; 
Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.”

Alakalı bahsi hatırlayanlar olacaktır; Üstad, Ziya Gökalp’in başını duvarlara vura vura ve Allah’a küfrederek nasıl öldüğünü ecnebileşmiş bir hanımın şehadetine dayandırır ve meseleye her bakımdan tarafsızlığından ötürü böylesi şehadetlerin en makbulü olduğunu, Avrupa’da dahî böylesi şehadetlerin üstün tutulduğunu söyler. Mevzu, Üstad Necip Fazıl’ın anlatımıyla şöyledir:

“Ziya Gökalp’in Allah’a karşı tavrına ait bir müşahede... Tarihin ve kimsenin bilmediği bir hadise... Benim kırk yıllık bir hatıram... Bundan kırk küsur yıl önce, Abdülhak Hamid’in evinde bir hanımefendiyle tanıştım. Bu hanımefendi, ömrü Avrupa’da geçmiş, ne ziya Gökalp’i tanıyan, ne Türkiye’yi, Türk edebiyatını bilen, züppe, Avrupalılaşmış bir kimse... Kimsenin kastla, ne lehinde olabilir, ne aleyhinde…

Ben Abdülhak Hamid’e, Ziya Gökalp’in dinsizliğinden bahsederken birden doğruldu ve aynen şunları söyledi:

İstanbul’a gelişlerimden birinde hastalandım ve Fransız hastanesine yattım. Bitişiğimdeki odadan garip sesler geliyordu. Kim olduğunu, bu sesleri çıkaran hastanın kim ve ne olduğunu sordum. Meşhur Ziya Gökalp dediler. Mebusmuş. Profesörmüş... İsmini bile yeni duyuyordum. Öldüğü gece, başını duvarlara çarparak, sabaha kadar Allah’a en galiz kelimelerle sövdü... O kadar fena oldum ki bu hal karşısında odamdan çıkıp başka bir yere sığındım. Öğrendiğime göre Allah’a inanmazmış...” (Sahte Kahramanlar, sayfa: 74-75)

Evet, işte yine -benim tabirimle- bir Landru vak’ası daha; şu vaziyette herhangi bir belge, doküman ya da başka bir şey, meselenin bedihî tarafını gölgeleyebilir ve aksini iddia edebilir mi?

Vak’anın bizzat oluş şekli, seyredişi, haricen bir ispata ihtiyaç duymamakta, hatta aksini gösteren başka işaretler dahî olsa bile, şehadetin kuvvetine nazaran söylersek, onları da gözden düşürecek bir şekilde cereyan etmektedir. İşte “belge” dediğimiz şeyin bizatihi kendisi vak’anın oluş şeklinde büsbütün gözükmektedir. İşte, şu hâlde, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun deyimiyle söylersek “Alışılmamış iddialara alışılmamış ispatlar gerekir… ” (Tilki Günlüğü, C: 1, S: 94)

Bana kalırsa, şu hâdisenin kendisi bugün başlı başına “belge” olmuş vaziyette iken, “hani ya ispatı” diyerek belge aramaya kalkmak, ancak “yem borusu”nu öttürmeye tutkun mizaçların, yani çoğu “resmi ideoloji”nin uydurma tarih anlayışıyla hareket edenlerin işidir!

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun faizin cânîliğine delil olarak, tarihî bir figür olan bir şahsın, bir câninin mahkemesindeki “delil yetersizliği” için öne atılan bir iddianın aksine o kişinin cürmünü isbatlaması misalini kullanması nasıl mı hatırıma geliverdi? Meşhur Fransız tarihçi, gazeteci, devlet adamı ve diplomatlarından Jacques Benoist-Méchin’ın (1901-1983) “Mustapha Kémal ou la mort d’un empire-Mustafa Kemal, Bir İmparatorluğun Ölümü” isimli kitabını okurken… Çünkü bu kitabın Türkçe’ye tercümesinde adeta bir Landru vak’ası yaşanmış, tıpkı Landru’nun mahkemesindeki gibi herkes dönüp kapıya baktığı sırada failler yaptıkları rezaletin ortaya çıkmayacağını zannederek istiflerini bozmadan tarihî hakikatleri gömmeye yeltenmişlerdi.

Yeltenmişlerdi, çünkü yaptıkları tercüme katliamının yanı sıra Mustafa Kemal’in İslâm ve Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem hakkında söylediklerini aktarmaktan çekinmişlerdi. 

Ve buraya kadar yazdıklarıma nazaran söylersem, her ne kadar meselelerin bedahatlere bakan yönlerine tutkun olsam da, belge manyaklarının gözüne soka soka, itiraz edemeyecekleri tarzda işaretlerle mevzuyu aktarmak isterim. Hâdiseyi Yesevizade Alparslan Yasa takip etmiş, derlemiş ve makale hâline getirerek teferruatçı bir hassasiyetle apaçık izah etmiş...

Jacques Benoist-Méchin’ın kitabı değme “Atatürk” yanlısı yazarları dahî çırak çıkartacak övgülerle doludur; Fransa’da 1954 senesinde piyasaya çıkan kitabın Türkçe tercümesi Zahir Güvemli ve M. Râsim Özgen tarafından yapılmış, Kemalist propagandayı kendisine vazife edinmiş Niyazi Ahmed Banoğlu eliyle yayınlamış... Ve 1955’ten bu yana “akademik kisveli Kemalist propagandanın başlıca müracaat kaynaklarından” biri olarak kabul edilmiştir...

Bahis mevzuu kitabın Türkiye’de yayımlanan ilk baskısındaki bir bölüm mahsus tahrif ediliyor ve yazarın Mustafa Kemal’in ağzından söyledikleri adeta yumuşatılıyor, değiştiriliyordu. Diğer bir baskısı da, Bilgi Yayınevi’nden çıkan bir nüshası da şu an benim elimde bulunan ve kendisine “fanatik Atatürkçü” denilen büyükelçi Zeki Çelikkol’un tercümesini yaptığı, ilk basımı Eylül 1997, ikinci basımı Aralık 1997, üçüncü basımı Mayıs 1999 olan kitap. Diğer baskıda bahis mevzu bölüm değiştirilmiş ya, işte Zeki Çelikkol bu baskıda yeni bir çözüm bulmuş ve komple o bölümü yok etmiş! Tercümenin de böylesi! Zeki Çelikkol’a göre kitabın tam o bölümüne gelince yazar Méchin, derin bir sükûta gömülmüş, 7 sayfalık bölüm Türkçe’ye ancak 2 sayfa olarak aktarılmıştır! Fakat, heyhat! Böylesi adî numaraların edebiyat alanında açığa çıkmadığı hiçbir vak’a yoktur!

Méchin gibi Mustafa Kemal’i yere göğe sığdıramayan bir yazar, Alparslan Yasa’nın dediğiyle “Türkiye’de diplomatik bir vazîfeyle bulunduğu 1941 senesinde şâhidlerden topladığı şifâhî hâtıralara istinâd ettiği” hususlarda, hem de “medihkâr bir kitapta ‘kahraman’ına iftirâ etmesinin mâkul olmadığı” bir akış içerisinde niçin Mustafa Kemal’in söylemediği bir şeyi söyletme ihtiyacı duysundur ki? Dahası, fanatik derecede Atatürk hayranları Mustafa Kemal’in bu sözlerini tercüme etmekten niçin korkmuşlardır?

Alparslan Yasa, Méchin’ın kitabının 1956 Paris baskısını buluyor ve 323. sayfasından bahis mevzu bölümü, yani “İslâm Köklerinden Kopartılan Türkiye-La Turquie arrachée à l’islam başlıklı 87. faslında anlatılanları bizzat kendi tercüme ediyor. Kemalistlerin bile tercümeye etmeye çekindiği o satırlar şöyle:

«Gazâba geldiği ânlarda şöyle haykırıyordu: ‘- Türkiye’de, beş yüz seneden fazla bir zamandan beri, ihtiyar bir Arap şeyhinin kaide ve nazariyeleri ile habîs ve echel ulemâ nesillerinin keyfî tefsîrleridir ki medenî kanûn ile cezâ kanûnunun bütün tafsîlâtını tesbît ettiler. Kanûn-i Esâsînin şeklini, her vatandaşın hayâtının bütün teferruâtını, en basît fiil ve hareketlerini, yiyeceğini, yatma-kalkma sâatlerini, kılık-kıyâfetini, mektepte ne öğreneceğini, âdetlerini, îtiyadlarını, hattâ en mahrem düşüncelerini dahi hep bunlar tanzîm ettiler… Evet, ahlâksız bir bedevînin İslâm denen o saçma ilâhiyâtı, hayâtımızı zehirleyen çürümüş bir leştir!’»

Hepimiz, Üstadın tabiriyle “tahammülün de fevkinde” bir hâlde Landru’nun duruşmasındaki mahkeme kapısına hüsnü niyetle bakarken, kaatiller istiflerini bozmamakta, ister bir kitapta olsun, isterse memleket çapında başka işlerde, faili oldukları cinayetleri bile bile Müslüman Anadolu’nun sırtında at koşturmakta, yüz senedir aynı yem borularını habire öttürüp durmaktadırlar!


Baran Dergisi 621. Sayı