Sekiz-on kişi, tam üç senedir her hafta başka bir evde toplanıp tefsir dersleri yapıyorlarmış. Bir gün içlerine dâhil etme hesabıyla beni de davet ettiler, gittik. Ders bitti. Nasıl bulduğumu merak ediyorlar. “Size bir soru soracağım, bu soru çok saçma gelebilir. Ama vereceğiniz cevaba göre ikinci bir soru daha soracağım, onun için cevabınızı ona göre verin” dedim.

“Siz üç senedir neden bu dersleri alıyorsunuz?”
Onlar verecekleri cevaptan önce ikinci sorunun ne olacağı ihtimali üzerine düşünürlerken sohbeti idare eden,
“Öğrenmek için. Adı üstünde tefsir dersleri alıyoruz, bunun ne sakıncası var?” dedi.
“Çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir kimseye balın faydalarından bahsetmek onu kurtarır mı?”
“Kurtarmaz.”
“Öyleyse, ona su vermek, yoksa onu kurtarmak için suyu bulmanın yollarını aramak daha doğru değil mi?”
“Doğru.”
***
Bir insan düşünün yanlış istikamette gidiyor ama yolculuk için gereken her şeyi tam tekmil var. Yiyeceğinden tutun da giyeceğine kadar, yolculuk boyunca ihtiyaç duyacağı her şey yerli yerinde. Ama gel gör ki ters istikamette gidiyor. Üstelik bu gidişi esnasında “yanlış yolda olduğunu” söyleyenlere de aldırmıyor. Geçmişine bakıp o zamana kadar harcadığı emekleri de düşünerek karşısındakinin sözüne kıymet vermiyor. Daha başlangıçta doğru bir istikamet tayin etmediği için, her geçen gün gitmesi gereken asıl hedeften uzaklaşıyor. Sonunda ya kaybolup gidiyor veya kötü bir sonla hüsrana uğruyor.

İçinde yaşamaya mecbur olduğumuz sistem, sandığımızdan daha korkunç bir şekilde hayatımızın her safhasına hükmetmiş, halkımız büyülenmiş gibi, elle tutulmayan gözle görülmeyen bu gücün esiri olmuştur.

İktidara kim gelirse gelsin bu esaret devam etmektedir. Edecektir.

Niçin?

Cumhuriyet Gazetesi kurucusu Yunus Nadi Abalıoğlu’nun “Peygamberi” öyle buyurduğu için. “Bu nasıl olur?” diyenler çıkabileceği gibi, “olmaz olmaz” diyenler de olabilir. İşte, Amerikan düşmanlığında baş çeken Cumhuriyet Gazetesi kurucusu Yunus Nadi Abalıoğlu’nun Amerikan Başkanı Wilson’a yazdığı mektup;

“Efendim, Siz yalnız bir cumhurbaşkanı değilsiniz, ayrıca erdeminizin yüceliği sizi bu mevkiye getirmiştir. Dolayısıyla bir cumhurbaşkanından daha büyüksünüz ve insanların içinde en yücelerinden ve iyilerinden birisiniz. Hükümetin denetimini sizin kutsal ve namuslu ellerinize bırakan, size iktidar veren milletin üstünlüğüne ve kavrayışına saygılar olsun…

Büyük savaşa kadar, sayın efendim, bizim ülkemizde ve ufkumuzda tanınmıyordunuz. Amerika, her zaman bir düşler ülkesiydi ve bize yabancıydı. Doğu’da daha yakın yüzyıllara dek, Padişahın bir komşu ülkenin sarayını ziyaret etmesi tarihsel bir olay sayılırken, Roosevelt’in Afrika ormanlarında ava çıkması bize düş gibi geliyordu, nasıl 40 katlı yapılar düş gibi geliyorsa. Ama zamanla düşündük ki, cumhurbaşkanını uzak ülkelerde avlanmaya izin veren bir milletin, bizimkilerden tamamen başka bir düşünce ve yaşam biçimi olmalıdır. Ve bu büyük milleti öğrenmeye çalıştık.

Okuduk ve inceledik. Ve bu defa Albay Mahon’un düşünceleri bizim çalışmalarımıza ve izlenimlerimize girdi. Mahon’un görüşlerine göre uygarlık, sadece Hıristiyanlığa dayanan Avrupa uygarlığı idi ve bu uygarlık sanki çölde bir vaha gibiydi.

Amerikalıların düşünce biçiminde büyük etkenlik kazandığı, Amerika’yı bile kurtardığı söylenen bu kişiye göre, sadece bir tek savaş vardı dünyada, o da Hıristiyanlarla ona inanmayanlar arasındaydı.
Hıristiyanların zaferi için hiçbir şey esirgenmemeli ve Amerika bu kutsal savaşın önderi olmalıydı. Böyle olmazsa inanmayanlar İsa’nın yapıtlarını yok ederlerdi. Biz Mahon’dan bunu öğrendik ve misyonerlerinizin davranışları da bunu kanıtladı.

Bizi, Amerika’yı ve Amerikalıları incelemeye sürükleyen şey, sadece merak değildi. Amerika’nın Doğu sorununda bizim ülkemizde oynamak istediği rolü -Avrupa milletleri gibi- ve bu rolün bizim yaşamımızda ne gibi etkisi olabileceğini anlamak istedik. Ama biz ne kadar iyi yürekli ve eli açıksak, Amerika ve Avrupa o kadar dar kafalı ve dindardı. Altı yüzyıldır Avrupa bize haçlı gözüyle baktı. Avrupa’ya ne kadar ayrıcalık tanısak, Avrupalılar dinimizden dolayı, bizden daha çok nefret ettiler, 18 ve 19’uncu yüzyılların özgür düşüncelerine karşın.

Bir şey beklemediğimiz Amerika, Büyük Savaşta bize başka bir biçimde göründü. Ayrıca, ülkeniz acılı uğraş yıllarında ve sizin cumhurbaşkanlığınız altında, bizim ülkemizde barışı yöneten değil, barışın hakemi olmak istedi ilk defa.

Arada bir şöyle diyordunuz: ‘İnsanlığı savaşın kötülüğünden korumak gerekir, yalnız şimdi değil, her zaman için.’ Birbirlerini boğazlayan insanlar, bu sözleri duyunca birbirlerine ateş ateş etmeyi niye durdurdular? Çünkü sözlerinizde kutsal ve yüce bir melodi vardı. Belki de insanlık bilmeden, evet bilmeden, yeni bir yaşama doğru gidiyordu. Ve Rus devrimi, belki de sizin ilkelerinizi izleyebilir, sonuçları doğal olmasa da, kaba da olsa, sizin dünyayı ulaştırmak istediğiniz iyileştirmenin bir kanıtıdır. Evreni yöneten ilksiz ve sonsuz güç, her peygamberin kendi çağının gereksinimlerini görmesi ve on göre milletini seçmesi kuralını koymuştur. Ve siz çağımızın peygamberisiniz.”* (1)

“Çağımızın Peygamberisiniz” dediği adamların sultasında saltanat sürenlerin müsaade ettiği sınırlar içinde kaldığı müddetçe varlığına müsaade edilen her ne varsa hiçbirisi bize ait değildir; “bizden” değildir.

Halk ve Hak düşmanlarını bırakın, bizdenmiş gibi görünenlerin Salih Mirzabeyoğlu’nun verdiği şanlı mücadeleye sahip çıkmamalarının izahı nedir? Ortaya koymuş olduğu fikirleri benimsemek mecburiyetinde değiller ama onun söylediklerinden daha güzel bir yol, usûl, metot, strateji taktik namına ne ortaya koymuşlardır?

“Hiç” ten başka bir şey değil tabii. Ama bir şeyler yapıyor görünerek kitlelerin önünü kesen, yanlış istikametlere sevk ederek başka hedeflerle aldatanlar, bunu hep bir kısım gereksiz bilgileri onların zihinlerine pompalayarak yapmışlardır.

Dernek, teşkilat, parti, sivil toplum kuruluşları, yazarçizer takımı, hacı, hoca, âlim, ulema her grup, her şahsiyet öncelikle Salih Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu fikirleri bilmek, görmek, tatbik etmek zorundadır. Onu bilmemek, görmemek ve tanımamak verilmesi gereken mücadeleden habersiz boşlukta yanlış istikametlere doğru yol almak gibidir. Böyle ne kadar gidersen git varacağın bir yer yoktur.

Bir zaman evimde misafir ettiğim emekli vaiz bir hoca efendi, yöresinde bulunan zengin bir şahsiyetin uyarılarına rağmen hacca gidemeden vefat ettiğini, ona acıyan bir üslupla öyle samimi bir şekilde ifade etti ki… Nihayetinde kalkarken Salih Mirzabeyoğlu’nun Ölüm Odası b-7’ler gözüne ilişti. Yine samimi bir şekilde, “bunlar hemşire hanımın sağlıkla ilgili kitapları mı?” dedi. Şimdi bu adam, 25 yıl halka vaaz vererek yol göstermiş dürüst bir Müslüman. Tamam, ama Salih Mirzabeyoğlu’ndan haberi yok. Olayların dışında. Halka verdiği bilgiler de doğrudur…

İnsanlar doğru ama o anda gerekmeyen bilgiler hatırına binaen “yanlışların” kurbanı olmuştur.

-“Tarihte tepesine taş ve ateş yağan ülkelerden hiç birinin uğramadığı hâl… Ruhlara, ahlâka, akla, vicdana düşen bu yıldırım, taştan da, ateşten de beter… Tufan veren Allah, rahmetinden, Nuh’un gemisini de lütfetmiş ve her semavî belaya bir sığınak göstermiştir… Bizi bu hale düşürenlerin hesaba çekilmesi Hakkın mı, kulların mı Yüce Divan’ına bırakılacaktır? Hakkın Yüce Divanı, onu dünyada kuramayanların da hesaba çekileceği İlahi mahkeme…” (2)

“Bizi bu hale getirenlerin hesaba çekilmesi” meselesinde bugün için Dünyada ve Türkiye’de yolumuzu şaşmaz bir istikamet bilgisi ile gösteren İBDA’dan başka bir hareket yoktur.

“Sahabiler döneminde cereyan eden üzücü hadiseleri, bugün kendi varlık şartı halinde geveleyenler, bu arada Sahabî rütbesi takınmışçasına onlara dil uzatanlar, PALAVRAYI BIRAKIP önce İslam’ın eşya ve hadiseyi TASARRUFUNU KENDİ NEFSLERİ OLARAK FİKİRDE GÖSTERMELİDİRLER; ki TÂBİ olanların NEYE TÂBİ OLDUKLARI GÖRÜNSÜN!” (3)

“İSLÂM tek, lafta değil hakikatte; rastgele konuşmalar bırakılmalı ve herkes bir pusulacık kadar da olsa böyle tutarlı bir bütününü ortaya koymalı ki, her lafının neye nispet edildiği anlaşılsın…” (4)

“Ya Mumtakim Allah, bizi intikamına memur et!”

“İzah edebildim mi? Ve çağından mesul Müslüman olarak siz burada bir numune teşkil ediyorsunuz… Dünyada gördüğünüz her türlü haksızlık, bizim adam olmamamızdan kaynaklanmaktadır; bunun suçluluk duygusunu hissetmenizi istiyorum… Ve adeta bir film seyrederken, birkaç dakikalığına oradaki hadiseden müteessir olup, aradan üç gün geçince horul horul uyumaya başlayan insanlar değil.. Kuru kuru karşı çıkmalar da değil…” (5)

“Madem ki bir dünya görüşünün gerekli kıldığı hem dile ve hem de meselelere hâkim olan bir diyalektik var; bunun meselelere sirayet edici bir modeli oluşuyor… Ve mademki bunun etrafında bir halkalama var… Mademki dışa karşı fikir planında bir haysiyeti ve heybeti var, o halde daha ne bekliyorsunuz?.. Uydurma ‘birlik’ lafları yerine, doğrudan doğruya birleşilecek noktaya mıhlan… Bunu anlatın!..” (6)
 
Dipnotlar
1-Orhan Duru,  Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kuruluş Yılları, İş Bankası Kültür Yay., Sh. 91
2-YAĞMURCU “Gerçekliğin Peşinde”, Salih Mirzabeyoğlu Sh. 33
3-Ölüm Odası B-7, (110), Salih Mirzabeyoğlu
4-Ölüm Odası B-7, (BARAN, sayı: 286), Salih Mirzabeyoğlu
5- ÜÇ IŞIK, Sh. 78, Salih Mirzabeyoğlu
6- ÜÇ IŞIK, Sh. 58, Salih Mirzabeyoğlu


Baran Dergisi 621. Sayı