Osmanlı Devleti'nin çöküşü ile birlikte yaşadığımız son devir, Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl'ın ifadesi ile: "Öldürücü küfür devresi" olarak vasıflandırılmıştır.
İslâm bütün dünyada devlet eli ile tatbik edilmekten çıkarılmış, 'yönetenlerin istediği bir müslümanlık' anlayışına mahkûm edilmiştir... Ve İslam, "Fertlerin yaşama gayreti içerisinde hayatiyetini devam ettiren bir din" haline getirilmiştir!...

Bu safhada Müslümanlar İslâm'ın hakimiyeti için çeşitli faaliyetlerde bulunmuş ve bu uğurda nice canlar şehâdet şerbetini içmiştir...

Bu arada İslam'ı içten yıkmak isteyen şer güçler "dine karşı din" düşüncesinden hareketle onu bu yol ile çökertmenin planlarını kurmuş, yıkılışın kaynağını bize kendi öz değerlerimizde aratır olmuştur...

Dağılan, yıkılan, parçalanan ve böylece emperyalizmin sultasında mahkûm edilen Müslümanlar kendi değerleri ile çatıştırılan gruplar haline getirilmiştir. Bu hengâmedeki bireyler aslî hedeflerini kaybetmişlerdir.

“Geçmişin alimleri dünde kaldı, şimdi yeni içtihatlar gerekir” gibi görüşler etrafında kümelenenler yanında, düşman kimi yerde “alim”lerdir. Dar'ut Takrib gibi düşüncelerle -mezhepleri birleştirmeye çalışan ekollerle- kimi yerde mezheplerdir. Osmanlı'dır, tasavvuftur...

Hangi Kaf dağının arkasında gizlendiği belli olmayan Siyonistlerdir, Masonlardır. Emperyalist Batı ülkeleri, Amerika, Rusya, AB’dir. Rüşvet, faiz, eğitimsizlik, içki, fuhuş, yetişmemek, olmamak, yaşayamamaktır... Hele hülasa o kadar düşman vardır ki, nerdeyse her Müslümana veya gruba göre ayrı bir düşman icad edilmiş ve bu düşmanlar öylesine bir metodla hedef olarak gösterilmiştir ki herkes, önündeki düşmanın bertaraf edilmesinin gerçek mânâda kurtuluşa vesile olacağına inandırılmıştır. Bu arada düşmanla mücadelede İslâm'ın öğrenilmesinin gerekliliği zarureti Müslümanları İslam'ın doğrularını parça parça şu ya da bu yolla öğrenmeye sevketmiştir.

Bu parça doğrular kimi yerde "sakalın fazileti", "kılık kıyafetin önemi", "tebliğ", "tevhidi mücadele", “Mekke - Medine dönemi", "dar'ül İslâm-dar'ül harp", "dürüstlük, seytandan korunma, tefekkür", "İslâm'da erkek - kadın", "ekonomi-iktisat ve şeklinde sayısız doğruları sonsuz bir öğrene iştiyakı eklenmiştir.

Sonuç, "iyi ve kötü değer yargıları ismi ile bile unutulmuş" ve herşey birbirine karışmıştır...

Bütün bunlara Müslümanları yöneten kuyrukçu/parya rejimleri ve onların gizli/açık saldırılarını, maddi/manevi baskıları da eklerseniz, gözünüzde canlanan manzara korkunçlaşır. ...Ve evet maalesef işte manzara budur... Peki böyle bir durum karşısında ne yapılmalı ki, beklenen manada kurtuluş sağlansın?

Müslümanların gasp edilmiş hakları için mücadele edenler bir bir şehid olurken, fiili mücadelenin diğer öncü kahramanları "küfrün surlarına tırmanışın destanı" nı yazarlar. Bunlar kurulduğu günden bu güne kadar gelen rejim içerisinde varlıkları ile nur saçan müslümanların yüz akıdırlar.

Necip Fazıl Kısakürek "Allah demenin bile suç olduğu bir devirde”, Büyük Doğu bayrağı ile meydan yerine dikilir ve "Allah’a itaat etmeyene itaat yoktur!" der. Çetinler çetini bir mücadelenin "Adeta ciğerinden kalemine kan çekerek" kavgasını veriyordu.

Süleyman Hilmi Tunahaz Hazretleri ise Kur'an'ın yasaklandığı bir devirde onun öğrenilmesi mücadelesinin şanlı destanını yazar... Kimi tasavvuf erbabı mânâ kahramanları derinliğine ve genişliğine kıyam eder, sehadet şerbeti içerek Allah'a verilecek can borcunu öderler...
Bediüzzaman Hazretleri ise; "İslamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar" der ve Risale-i Nurları Anadolu'nun çoraklaşmış bağrına serper... Faaliyetleri öylesine sarsılmaz bir iman kuvveti ile gerçekleştirilen muhteşem bir harekettir ki, ne zindanlar, ne yağlı urganlar, ne öldürme tesebbüsleri, ne de sürgün ve takipler... Hiçbir şey yıldırmaz... Aksine karşılaştığı her baskı daha da kuvvetli çıkışlara vesile olur. Risale-i Nurların tesiri halka halka genişler yayılır... Hareket gün geçtikçe güçlenir, kuvvet kazanır.

Ve Bediüzzaman Hazretleri Urfa'da dâr-ı bekâya intikal eder. Allah'u Teâlâ’nın kendisi için takdir ettiği şeyden başka bir şey temenni etmeyen Bediüzzaman konulduğu mezara değil mücadelesinin manâsını yaşayan ve yaşatan müminlerin kalbine girer. Onun mezarından bile ürkenler bir gece bilinmeyen bir yere alır götürürler ve naaşını kaybederler..

Yıl: 1960

Bediüzzaman'ın ölümü ile birlikte onu takip edenler Risale-i Nur hakikatlerini haykırmaya devam ederler... Yalnız, bu arada Risale-i Nur'dan hareketle kendilerine değişik sıfatlar biçen farklı gruplar da bir bir ortaya çıkmaya başlamıştır.

-Yalnızca iman hakikatlerini anlatanlar ki, ekseriyeti bu kaideden taviz vermez.

-Demokrat Parti misyonunu sürdüren sağ kitle partisini (Adalet Partisi, Demirel çizgisi) ısrarla destekleyenler... (Yani Asya Gazetesi çevresinde toplanan, Köprü ve Aile dergisini çıkaran grup. DP-Menderes, AP-Demirel ve DYP üçgeninden çıkamayan, neredeyse S. Demirel'i "beklenen kurtarıcı" ilan eden sözde Risale-i Nur bağlıları... "Bediüzzaman'ın demokratlara yaptığı şahıslar ve şahsiyetler üstü tavsiye ve ikazlar bu günlere ve YARINLARA uzanan çizgide her zaman geçerliliğini korudu ve KORUYACAK"* diyerek "İslamî demokrasinin esasları"ından bahseden (sapkın) güruh...**)

-Risale-i Nur bağlısı olduğundan hareketle farklı misyonda değişik işler gören gruplardan bir diğeri de M. Abdulfettah Şahin grubudur. (Şimdi bu kim dediğinizi duyar gibiyim. O zat, meşhur Pensilvanya sakini Fettoş, Fethullah Gülen'den başkası değil tabiî... Onun foyası açığa çıktığı için üzerinde durmayacağız.)

Bahsettiğimiz bu iki grup vasıtasıyla RİSALE-İ NUR etrafında fâsid bir çember oluşturulduğu gerçeğini görmek zor değil...

Yıl: 1986

Bediüzzaman'ın "Aziz ve sıddık ve sadık ve fedakâr ve vefakâr dâvâ arkadaşlarım, kardeşlerim" dediği bağlıları içinde bu hali seyreden, bu halden dolayı üzülen ve kendi kabuğu içine çekilip mücadeleyi tavizsiz sürdürenler de vardır. Anadolu'nun bağrına serpilen nur tohumları filizlenmektedir. Bu kendi kendine için için pişen, güçlenen ve gelişen oluş hali 1986 yılına kadar devam eder. Bu arada, "için için bidatleri yıkıp dağıtacak bir hareketin muhasebesi yapılmaktadır...

-Okuyucular, yazıcılar gibi sınıflandırmaya tutulan Risale-i Nur şakirtleri de vardır... Ve onlar samimiyetlerinin gereği ihlas ile hareket ederek hizmet etmektedirler... Bir anlamda onlar kendi içine kapanıktırlar ve cemiyet meydanında pek görünmez, göze batmazlar.

Müslüm Gündüz ise 1984 yılından itibaren Elazığ'da kendi evinde 9 yıldır inzivadadır. Ancak sık sık adliyelere çağrılarak ifadesine başvurulur. O, bu halden mustariptir.

Celpname ile savcılık kalemine çağrılmaktayım" diyerek Elazığ Cumhuriyet Savcılığına dilekçeyle müracaat eder:

"1 Eylül 1993 tarihinde aldığım bir celpname ile savcılık kalemine çağrılmaktayım. İlgili talimat 1993/311 numaralıdır. Bu seferki tahkikatınız ne içindir bilemiyorum. Yalnız, benim gibi, insanlar ile görüşmekten dahi sıkılan ve dokuz senedir inzivadan çıkmamış bir insanın sabıkalı bir mücrim gibi bu kadar sık aralıklarla adliye koridorlarına celbi, cidden benim gibiler için çok ağır bir eziyettir. Defalarca yapılan sorgulamalarda da belirttim ki;

Biz Risale-i Nur talebesiyiz.

***

Her bir Risale-i Nur talebesi gibi bizim de ömrümüzün hiçbir anında gayr-i ahlaki ve cemiyetin huzurunu kaçırıcı bir halimiz vuku bulmamıştır. Hayatımızın en heyecanlı gençlik anları böyle olunca, mezara girmek üzere olduğumuz bu ihtiyarlık senelerinde mi dünyaya bakacağız? Entrikalı işlere bulaşacağız? Konuştuğumuz sözlerimizin hepsi ilmidir ve fikrîdir. Siyasetçiliğe ve komitacılığa bulaşmamış samimi ve hür kanaatlerin beyanından ibarettir.

Eğer kanaatlerin ve fikirlerin konuşulamayacağı bir istibdad rejimi içerisinde isek, bunu bilelim... O zamanki tavrımız ona göre olacaktır. Halbuki şimdi bu memlekette söylenen "fikirlerin hür olduğu"dur. Biz de bu beyanlara inanarak bazı kanaatlerimizi izhar ediyoruz. Eğer hürriyet tabiriyle sadece "Dinsiz ateistler ve ahlaksız Hıristiyan mukallitlerine tanınan bir hürriyetten bahsediliyor", eğer bu söz ve fikir hürriyetinden İslâm dinine inanan insanların hisseleri yoksa, bizde yorganımızı başımıza çeker, seher vaktinin gözyaşları ile bu halin müsebbiplerini Aziz-i Cabbar'a havale ederiz. Elbette müntakim olan Allah (c.c.) hakkımızı, zalimler güruhundan kat kat fazlasıyla alacaktır.

Celpnamede lâlettayin on kişiyi de beraberimde getirmem istenilmiş. Herhalde bir iltibas olunmuş. Ben polis değilim, jandarma değilim, herhangi bir icra gücüm yok, kendimi taşımaktan aciz bir hale gelmişim. Kimi ne için ve hangi selahiyetle size getireceğim?.. Doğrusu şaşırdım... Hasbünallahiveniğmelvekil."

Böylece Müslüm Gündüz'ü adliyeye davet eden yargı, beraberinde getireceği on kişi ile birlikte hepsini hukuk adına tokatlayacaktı...

Kendilerine kul olmayan vatandaşların hukuk önünde hak iddia etmesi mümkün değildi.

30 Ekim 1992 Milliyet gazetesi ellerindeki asalarla gösteri yapan 26 Aczimendi'nin gözaltına alındığını haber veriyor!...

Tabiî olayın aslı başka. Kayseri'de sokakta yürüyen üç Aczmendi genci gözaltına alıyorlar. Arkadaşlarının akibetini soranları da gözaltına alınca sayı kabarıyor. Olay başka, haber başka!

Sebep kılık kıyafet bahanesi ile Müslümanlara gözdağı vermek... Adalet Bakanı Mehmet Moğultay öyle istiyor... İktidar despotizmi yeniden hortlatılıyor...

"Kıyafetiniz kanunlara aykırıdır!" diyorlar.

Aczmendiler onlara ne diyor: "Siz kendi kanunlarınızı kendinize tatbik etmiyorsunuz ki, bize tatbik edesiniz. Sizin kanunlarınızda şapka giymeyen ve başı açık gezenlere hapis cezası uygulanır. Ama bugün milletvekilleri dahil kimse şapka giymemektedir. Anayasayı ihlalden onları da içeri almanız gerekir. Fakat siz mevcut kanunları tek taraflı olarak kendiniz çiğnediğiniz halde Müslümanlara zorla uygulamaya çalışıyorsunuz. Siz tatbik etmediğiniz için bizim de tatbik etmemizde bir mahzur görmüyoruz." (Taraf Dergisi, 1 Kasım 1992, s. 63)

Kısaca, “bize uygulamaya kalktığınız kanunlara önce kendiniz uyun” diyorlar.

Aczimendiler üzerinde kopartılan fırtınanın aslı astarı bu zorbalığın dayatılmasında yatar.

Onlar her zaman her yerde: "Bizim hiçbir Müslümanla alıp veremeyeceğimiz bir meselemiz yoktur. Hangi cemaat ve meşrep sahibi olursa olsun Ehl-i Sünnet çizgisinde olan herkesi kardeş biliyoruz. İslam'ın muzafferiyeti için hepsinden dua talep ediyoruz." derler...

Müslüm Gündüz Kimdir?

1941 Senesinde Elazığ'ın Akçakale köyünde doğdu. Sanat enstitüsü üçüncü sınıfa kadar Elazığ'da, enstitü kısmını Kastamonu'da okudu. Karabük tekniker okulunda iken Risale-i Nur'u okumaya başladı. Karabük Demir Çelik Fabrikalarına geçti. Bu arada Akşam Yüksek Tekniker okulunu bitirdi. Askerlik sonrası Zonguldak Ereğli Kömür işletmelerinde iki seneye yakın tekniker olarak çalıştı... Daha sonra Ankara'ya gelerek müteahhitliğe başladı. Bu esnada Risale-i Nur faaliyetlerinden davalar açıldı ve Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesinde 1.5 sene mahkumiyet verdiler. Temyize ihtiyaç kalmadan af çıktı. Dosya rafa kaldırıldı. Daha sonra Memleketi olan Elazığ'a geldi. Burada ruhi bir inkılâp neticesi inzivaya çekildi..."

Evet onun inzivaya çekilmesi hali bile o günlerde düşman cenahın uykularını kaçırmaya yetiyordu!

Çünkü etrafındakilere zorbaların hoşuna gitmeyecek şeyler söylüyordu. Bediüzzaman ve Risale-i Nurları kendi sapkın anlayışlarına kurban edenlerin ipliğini pazara çıkarıyordu. Fettoş ve avanesi, darbeci domuzlar diktatoryası bu durumdan rahatsızdı. Sakal, sarık ve cübbeden başka silahları (!) yoktu.

Onlar her halleri ile şer güçlerin şimşeklerini üzerlerine çektiler. Bir bakıma “Dur bakalım ne olacak?" mantığı ile köşe bucak saklananlara karşılık "Biz buradayız." dediler!

Ankara sokaklarında Uğur Mumcu suikastı ile birlikte "Kahrolsun Şeriat" sloganları atan azgın azınlığı dumura uğrattılar!

Başörtüsü hakkında, "Onların ayaklar altına almaya çalıştığı şey bizim başımızın tacıdır!"
"Yaşasın kafirler için Cehennem!" diyen Bediüzzaman'ın şakirtlerine de bu yakışırdı. Onlar kendi varlıklarını ortaya koyarak bunu yaptılar...

"Şimdi onlar olmasaydı 28 Şubat olmazdı." mantığı ile hareket edenler, bilir bilmez Aczmendilere saldırıyor. Aczmendiler milletin başına bela olan güruha fiili hal ve hareketleriyle ders verdiler set çektiler... Bunun üzerine harekete geçtiler ve Müslüm Gündüz-Fadime Şahin olayını FETÖ'cü Sami Uslu (Eski Emniyet İsth. Şb. Md.), Ali Fuat Yılmazer (İst. Eski Em. Md. Yrd) ve Recep Güven (eski Diyarbakır Emn. Müd.) ve basındaki elemanlarıyla birlikte tezgâhladılar...

Buna rağmen Müslüm Gündüz hocaefendi kendisi önüne atılan yemi yememiş ve tuzağa düşmemiştir.

Üç gün boyunca onun yıkanacağı anı bekleyen alçaklar, davet ettikleri basın ile birlikte, gayesi sadece İslâm’ın hakimiyeti olan bir Müslümanı bütün halk nazarında linç etmeye kalktılar...

Şimdilerde de, bu olayı hatırlatarak Müslümanları (onlardanmış gibi görünen) müptezeller vasıtasıyla rencide etmeye çalışıyorlar...

Nihai hedefleri gayet net; halkla doğruları telkin eden müminlerin arasındaki mesafeyi açmak. İlerde yapacakları sinsi, gizli operasyonlar için zemin hazırlamak!

Müslümanlar Aczimendilere saldıran güruhtaki kimi şahsiyetlerin geçmişine bakarsa onların FETÖ ile iltisakını yakinen göreceklerdir.

"İbda, Bediüzzaman'ın rüyasını gördüğü bir temsil makamındadır!"

"Bizim hakimiyetimizde Bediüzzaman Hazretlerinin eserleri üniversitelerde ders kitabı olarak okutulacaktır." diyen Şehid Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu'na rahmet ve minnetle!...

Bütün Aczmendi kardeşlerimize selam olsun!

"Onlar bizden, biz onlardanız!"

Kaynaklar

*Köprü Dergisi Ocak 1998 sh.3

**Köprü Dergisi Ocak 1998 sh. 22

Baran Dergisi 716.Sayı