Tarihin gördüğü en büyük korku imparatorluklarından biri, Amerika… 250 yıl önce çok küçük bir coğrafyada kuruldu, 70 yıl kadar önce süper güç haline geldi ve bilinen tarihte hiçbir imparatorluğun erişemediği güce sahip olarak dünyanın tek hâkimi olmaya oynadı. Rakip Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra bu fırsatı yakalamış olsa da İslam âlemine karşı başlattığı savaşta galip gelemediği için amacına ulaşamadı. Gene de sahip olduğu siyasî, askerî ve ekonomik güçle dünyada hiçbir devletin boy ölçüşemeyeceği bir bünye halinde Amerika, Üstad Necip Fazıl’ın “hendese dehası” hükmüyle ifade ettiği Batı adamının kendi adına övüneceği bir başarı hikâyesidir.

Batı’nın maddî sahada dünyanın geri kalanına karşı üstünlük sağlamasının zirvesi olarak görebileceğimiz Amerika’nın, kuruluşundan dev bir canavar haline gelmesine kadarki macerasında ana etkenler olarak şunları saymak yerinde olur: İngiliz Krallığı, Yahudi sermayesi, Yahudi’yle müttefik mason aklı, dünyevîliği esas alan ve çalışmayı seven hırslı Protestanların bilek gücü. Bu dördünün sentezlenmesi yahut uyuşması sayesinde Amerika Birleşik Devletleri denen bünye vücuda gelerek, adeta trigonometrik hızla büyüdü ve bir dev doğdu.

Bilindiği gibi coğrafî keşiflerle beraber ticaret yolları değişmiş, bu da Doğu ile Batı arasında kavşak olan Akdeniz’in önemini kaybetmesine sebep olmuştu. Bundan dolayı o havzada biriken sermaye, uzak ülkelerde yeni fırsatlar ve yatırım imkânları doğduğu için Kuzey Avrupa’ya gitmişti. Bunlar içinde ağırlıklı olanlar Yahudiler ve masonlardı. İlk olarak 17. asırda Protestan Hollanda’yı yurt tuttular. Çünkü Hollanda sömürgeci bir devletti ve sekülerdi. Bu sayede hem kazançlarını çok büyük hacimlere ulaştırdılar, hem de dinî serbestlikten faydalandılar. 18. asırda İngiltere’ye taşınan sermaye sahipleri, siyasî, dinî ve iktisadî doktrinleri kendi amaçlarıyla son derece uyumlu olan bu ülkeyle adeta ittifak yaptı. 17. asırda sömürge ve ticaret yoluyla zenginleşerek belli bir güce ulaşmış olan İngiltere Krallığı, 1700’lerin başlarında kurduğu bu ittifak sayesinde gücüne güç katıp Hollanda’yı saf dışı bırakırken, sermayedâr kesim de İngiltere’nin sömürgelerinden olan Amerika’yı yeni yatırım ve zenginleşme alanı olarak değerlendirecekti.

17. asırda yaşamış İngiliz fikir adamı John Locke’un icadı olan görüşlerin laboratuvarı olan Amerika’da masonların önderlik ettiği Protestan Anglo Saksonlar 1776 yılında daha önce görülmemiş bir devlet kurdular. Liberalizmin babası olan Locke’un görüşleri ekseninde kurulan bu devletin esasları özetle şu şekildeydi: Mülkiyet hakkı, hür teşebbüs serbestliği, eşit vatandaşlık, fikir hürriyeti. Zaten Protestanlıkla ortaya çıkmış olan sekülerleşme zemininde yeşeren bu görüşler, Rönesans ve Reform sonrası bunalıma giren Batı için en somut teklifleri getirmekle beraber, kadim krallıkların Avrupa’sında ancak zorlu mücadelelerle hayata geçirilebilirdi. Amerika ise sömürge dönemi boyunca bu görüşlerin öncülüğünü üstlenen masonların önderliğinde kendilerini pekiştiren Protestanlardan oluştuğu için İngiliz kralına karşı ayaklanıp kendi devletlerini kurmaları zor olmadı. Ne gariptir ki, Fransa ve İspanya, İngiltere’ye zarar vermek için ilerde zararını göreceklerini bilmeden genç Amerikan devletine yardım etti. Bu da kaderin bir cilvesi olarak, ruhî dinamikleri sağlam olan tohumun çatlamasına talihin yardımı olsa gerek. Her neyse, sonuçta Yahudi sermayesi, masonlar ve Protestanlar, müttefik İngiliz Krallığı yerine siyasî güç ve müttefik olarak ABD hükümetini koymuş oldular. Müttefik demek belki eksik kalır, artık bu yeni devlet, bahsi geçen üç kesimin ortak devleti oldu demek daha doğru olabilir.

Kurulduğu dönemde şimdiki ABD’nin sadece doğu kıyılarında hâkim olan Amerikan toplumu için bu uzak ve bâkir ülke sınırsız imkânlar sunuyordu. 17. asrın başında Püriten Protestanlar da aynı amaçla İngiltere’den kaçıp gelmişlerdi bu uzak ülkeye. Kendilerine göre hedefleri daha somut, maddî imkânları da çok fazla olan masonlar asıl aksiyonun liderleri oldular. Önderlik ettikleri Protestanlar, ele geçirdikleri toprakların kendi mülkleri olacağını bildiklerinden dolayı inanılmaz derece hırslıydılar. Bir aile bile tek başına koca bir köy kadar araziye sahip olabilecekti. Karşılarında medeniyetten uzak yaşayan Kızılderililerden ve yabancısı oldukları iklim şartlarından başka düşman yoktu. Sahip oldukları ateşli silah üstünlüğü sayesinde ülkenin yerlilerini eriterek yeni topraklara yayılan bu beyaz Amerikalılar ağırlıklı olarak İngiliz olsalar da içlerinde Alman, Hollandalı ve İskandinav da vardı. Toprak sahibi olma ve zenginleşme arzusuyla sürekli Batıya doğru ilerleyen bu insanların yürüyüşü hem ABD’nin hem de bu yeni halkın fertler halinde yayılma hareketi oldu. Büyük bir iştahla birbirlerini de öldüren aç Protestanlara kısa zamanda Avrupa’nın diğer açları ve kaçakları da katıldı. Devlet kurulurken suyun başını tutmuş olan Yahudi sermayedârları ve masonlar için yeni göçmenlerin gelmesinin hiçbir sakıncası yoktu; bilakis bunlar, yeni toprakların yerleşime açılması ve üretimin sürekli artması için gerekliydi. Çok geniş olan bu ülkenin her karışının işlenmesi sayesinde buraya yatırım yapan sermayedârlar asıl kazanan olacaktı.

19. asırda genç Amerikan devletini oluşturan üç esas unsur, yani Yahudi sermayesi, masonlar ve Protestanlar, Avrupa’dan gelen açları ve kaçakları da yanlarına alarak, Batı’nın hendese dehası yani ölçüp biçme, hesap etme becerisinin zirvesine çıkacakları madde imarına giriştiler. Tam da Sanayi Devrimi’ne denk gelen o demlerde Avrupa’da icad edilen teknolojilerin çok iyi uygulayıcısı olan Amerikalılar, tabiri caizse köpek gibi çalıştılar. Beyaz Protestanlar her ne kadar kölecilik de yapmış olsalar, o dönemde dünyanın en çalışkan insanları olarak kendilerini göstermiştir. Mason güdücüler, bir taraftan Avrupa’da olmayan liberalizm, zengin olma fırsatları, mülk sahibi olma naraları atarak insanların iştahını kabartırken, hür teşebbüs ve mülkiyet hakkı gibi hususlarda her türlü kanunî zemini hazırlıyorlardı. Yahudi sermayesi de bu muhteşem ortamda yatırımlarını yaparak şiştikçe şişiyordu. Protestan beyazlar, gayet geniş arazilere sahip olup oraları korumak ve işlemek için çok çocuk sahip olmaya baktığından nüfus artıyordu. Buna rağmen nüfus az kalıyor, kölelikten kurtulmuş zenciler, Çinli işçiler ve uzak ülkelerden gelen açlar ayak işlerine yetişemiyordu. Ülke içindeki uzak bölgelere ulaşmak ve oralarda üretim yapıp uzak pazarlara taşıyabilmek için adeta ellerinin değdiği her yere yollar, köprüler ve demiryolları döşüyorlardı. Böylece nüfusun bütün boş bölgelere yayılması sağlanıyordu. Uzak bölgelere yerleşip toprakları işleyecek olan insanlar için ulaşım imkânı sağlanmış oluyordu. 1860’lı yıllarda kuzeyde asıl Amerika’nın beyni olan bölgelerde sanayiye dayalı kapitalizm gelişirken güneydeki büyük çiftlik sahibi Protestanlar tarımdan vazgeçmedikleri için patlayan iç savaşta mason aklının Protestanları yenip hizaya çekmesinden sonra, yeni topraklara hücum daha da hızlandı. O yıllarda Atlas Okyanusu’ndan Pasifik kıyılarına kadar döşenen demiryolu dünyanın geri kalanı için hayal sayılırdı. Bunun peşinden İkinci Sanayi Devrimi’nin başlamasıyla sanayide devleşen Amerika, yüzyıl sonuna kadar New Mexico ve Arizona dışındaki bütün toprakları ele geçirdi. İngiltere ve Rusya’dan sonra dünyanın en geniş ülkesi haline gelen Amerika’da sanayi bu dönemde çok daha hızlı çalıştı. Altyapı ve haberleşme için lazım olan yollar, köprüler, demiryolları, posta arabaları ve telgraf hatları her köşeye ulaştırıldı. Uçsuz bucaksız arazilerde tarım yapılıyor, yeni kasabalar ve şehirler kuruluyordu. Buralarda açılan madenler ve fabrikalar cayır cayır çalışıyordu. İngiltere’nin gerisinde olmasına rağmen Amerika, kapitalist büyümede inanılmaz bir hızla yetişip gelmekteydi. Nitekim 19. Asır başında beş milyon nüfusu olan bir devletken, Birinci Dünya Savaşı’na girdiğinde Amerika, 100 milyon nüfusu, dev endüstrisi, muazzam sınaî ve ziraî üretimiyle büyük bir güç haline gelerek İngiltere’yi yakalamıştı.

Birinci Dünya Savaşı bittiğinde maddî gücü iyice fark edilen Amerika artık Avrupa’ya rakipti ve dünyada dengeleri değiştirebilecek durumdaydı. Sonraki savaşa kadar geçen dönemde teknoloji üretiminde de Avrupa’yı geride bırakan Amerika, İkinci Dünya Savaşı’na girdiğinde dünyanın en büyük üretim gücüne ulaşmış durumdaydı. Sanayi ve teknoloji açısından Amerika’dan geri olmayan Japonya ve Almanya’ya karşı savaşa başladıktan sadece bir yıl kadar kısa bir zamanda bu iki ülkenin üretiminin toplamından bile daha fazla sayıda uçak üreten bir dev olarak savaşın seyrini değiştirdi. Bütün dünya Amerikan endüstrisinin inanılmaz üretim gücü karşısında hayrette kaldı. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve Japonya’yı korkunç şekilde ezen Amerikan savaş makinesi, militarizmin ve hendese dehasının öncülerini hem de aşağılayarak yenmiş oldu. Savaş sonrası yıllarda hızlı büyümesine devam eden Amerika, sürekli üreten, tüketen, alan, satan, harcayan, eskiten, yıkan, yapan bir dev olarak madde hâkimiyetinde bütün dünyaya fark attı.

Maddeci Sovyet rejimiyle geçen Soğuk Savaşta da serbest piyasa ve mülkiyet hakkını reddeden memur zihniyetli komünist rejimin kendi kendine çürümesi sayesinde liberalizmin, hür teşebbüs ve mülkiyet hakkının şampiyonu olarak son zaferini ilan etti. İnsanların fıtratında olan çalışmak, kazanmak ve daha fazla kâr elde etmek duygusu insanları yeni şeyler üretmeye iter ve hayatın akışına katkı sağlar. Komünist rejimde ise insanların mülkiyet haklarının olmaması, ihtiyaçları temin edip açlıktan ve soğuktan koruyan devletten daima bunları beklemek ve daha fazlası için çalışmamak anlamına gelir. Hem vatandaş, hem devlet olduğu yerde sayar. Halbuki mülk edinme ve serbest teşebbüs hakkı olan yerde insanlar daha çok kazanmak için uğraştıkça ister istemez yeni icatlar ve aletlerle hayat hızlanır. Bu yüzden Amerika emperyalist olduğu ve kendi içinde asla adil olmadığı halde, ürettiği madde köpürtüsü sayesinde hem bütün dünya tarafından, hem de komünist idare altında yaşayan insanlar tarafından iştahla kendini arzulatan bir cazibe uyandırdı.

İnsanlarda madde iştahı uyandırdığı için cazip olan Amerika bu yüzden “Amerikan Rüyası” olarak adlandırılıyor. Gerçekte insanlığı ruhî açıdan susuzluğa iten ve bugün geldiği nokta itibariyle maddî cazibesini de kaybedip sebep olduğu korkuyla bilinen Amerika, madde imarından başka becerisi olmayan Batı’nın maddeye karşı en iştahlı kesimlerinin ittifakıyla doğmuş ve büyümüştür. Yeniçağ Avrupa’sından Amerikan kıtasına taşınan Yahudi sermayesi lazım olan parayı sağlarken, Yahudi’nin en sağlam müttefiki masonlar liberal görüşleriyle hem idarede hem de sosyal hayatta gerekli olan fikrî altyapıyı sağladı. Nüfus ve insan gücü olarak da dinî görüşleri bunlarla uyumlu olan beyaz Protestanlar halk tabanını tesis etmiş oldu. Bundan sonra iş sadece bu ülkenin topraklarını işlemek ve imar etmeye kalmıştı. Zengin olma hayalleriyle bu boş topraklara hücum eden aç insanların son derece akıllıca istihdamıyla bu da başarıldı. Sonradan bunlara dâhil olan aç göçmenler bile sınıf atlayıp zengin olma fırsatı bulma umuduyla en altta kalmaya razı olarak Amerikalı oldu. Amerikan devleti hiçbir fabrikada üretilemeyen ana sermayeyi yani nüfusu sürekli artırıp yeni topraklara yayarken, üretim için gereken altyapıya yatırım yapıp çalışmanın ve üretmenin önünü sürekli açtı. Bu formül nerde uygulansa sonuç verir. Hele ki Amerika gibi bomboş ve kocaman bir ülkede olunca herkesin ağzı açık kalır. Sömürgeci İspanya ve Portekiz daha büyük topraklara sahip oldukları halde benzerini yapamadı. Onların yerleştiği Latin Amerika ülkeleri de köle getirdikleri Afrika gibi gariban kaldı. Fırsat ve imkânın bolluğuna rağmen başarısız olmaları sömürme ve yönetme arzularından vazgeçtikleri anlamına gelmez. Onlarda olmayıp Amerikalılarda olan şey, kapitalist zihniyete sahip Yahudi ve masonların bu yeni ülkeye yeni bir dünya kurmak için yatırım yapmış olmaları ve onlarla yolları kesişen Protestanların bu ütopyada orta sınıf rolünü oynamasıdır.

Görüş: İbrahim Tatlı

Aylık Baran Dergisi 10. Sayı

Ocak 2022