Milletlerarası siyaset düşünürlerinin üzerinde durduğu, dünya çapında nizamın tesis edilmesi önünde çözülmeyi bekleyen üç temel mesele var. Bunlardan birincisi; dünya çapında meydana gelen siyasî uyanış. Gazete, televizyon, internet ve sosyal medya her ne kadar birer propaganda makinesi olarak planlanmışsa da, bilinen insanlık tarihinde ilk defa neredeyse her milletin siyasî olarak aktif hâle gelmesinin vesilesi oldu. Eskiden insanlar yalnız kendi yaşadıkları köy, kasaba yahut şehirde cereyan eden hadiselerle alâkadar olurken, şimdi dünyada olup biten her şey önlerine seriliyor ve bu sayede hadiseler karşısında bir şekilde tepkilerini ortaya koyuyorlar... İkincisi, sermayenin beş asırdır üslendiği Atlantik’ten ayrılarak Uzak Doğu’ya kaymaya başlaması. Bu değişimin ne getirip ne götüreceği henüz tam mânâsıyla kestirilemese de, en azından Batılı ülkelerin kendi içinde müşterek payda hâline getirilmiş olan ekonomik refah seviyesini son derece olumsuz bir şekilde etkileyeceği açık... Üçüncüsü ise yine birinci madde ile münasebetli olarak gelir dağılımındaki eşitsizlik ve adaletsizliği hiç olmadığı kadar ayyuka çıkması ve maddî servetin diğer tüm kıymet hükümlerinin önüne geçmesi.
***
Amerika hem kendi devletini ve hem de milletlerarası müesseselerin tümünü Soğuk Savaş döneminin şartlarına göre teşkilâtlandırdı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi her ne kadar Amerika’nın mutlak zaferi ve hatta kimi küstahlara göre “tarihin sonu” şeklinde okunmuşsa da, bu vaziyet balığın sudan çıktıktan sonra yaşadığı şoktan ibaretti. Soğuk Savaş sımsıkı bir şekilde kutuplaşmış dünyada, birçok cebhe olsa dahi tek bir düşmana karşı verilen mücadeleden ibaretti. Oysa nizamı tesis etmek için milletlerarası dengeler kurmak ve eşitsizlikleri gidermek, yukarıda bahsettiğimiz meseleleri çözüme kavuşturmak, yani yeni bir dünya düzeni ihdas etmek ise bambaşka bir şeydi. Bir düşünün... İnşaat sektöründe faaliyet gösteren bir şirketiniz var. Makine ekipman parkurunuz, çalışanlarınız, çevre idrakiniz ve zihniyetiniz tamamen inşaata göre işliyor. Sonra bir gün dünya çapında büyük bir projeyi nihayete erdirdikten sonra aynı makine ve ekipman, aynı çalışanlar ve hepsinden de önemlisi aynı zihniyet ile sırf bu başarıya dayanarak sağlık sektörüne giriyorsunuz. Bu değişimin neticesi “hastalığın sonu” olmaz, elinizdeki inşaat makineleri de tıbbî cihaza dönüşmezler değil mi?

Not: Zbigniew Brzezinski ve Brent Scowcroft’un David İgnatius’un moderatörlüğünde Amerikan dış politikasının geleceği hakkında yaptığı konuşmaların derlemesi hâlinde yayınlanan Amerika ve Dünya başlıklı kitapta, Soğuk Savaş için Scowcroft diyor ki; “Bizim unuttuğumuz nokta, dünyayı yönetmeye pek de alışkın olmamamızdı. Tarihimizde çoğunlukla, iki okyanusumuzun arasında güven içinde oturup, katılıp isteyip istemediğimizi, katılırsak bunun nasıl gerçekleşeceğine dair kararlar yer aldı. Biz sadece seçim yaptık. Avrupalılar strateji için taslağı hazırladılar ve biz katılmaya karar verdik. Şimdi, bir ânda hepsi ortadan kayboldu ve sahnede sadece biz varız. Evet, bu güce sahibiz ama bunu dünya topluluklarının lehine nasıl kullanabileceğimiz konusunda tecrübe sahibi değiliz.
***
11 Eylül 2001 tarihinde maket bıçağı kuşanmış mücahitlerin yakıt yüklü yolcu uçaklarını ele geçirmek suretiyle İkiz Kulelere ve Pentagon’a yönelik olarak gerçekleştirdiği feda eylemi ve sonrasında Amerika’nın karşılık gösterdiği reaksiyon, takkenin düşüp kelin görünmesinin başlıca vesilesi oldu. Bu taarruza karşı çözüm olarak Amerika’nın Afganistan ve Irak’ı hedef alan işgâlleri, bugün neticesi itibariyle ortada. Diğer taraftan bu saldırıları meşrulaştırmak adına Amerikan halkı başta olmak üzere Batılılara sistematik bir şekilde pompalanan “korku”, beklenenin aksine asırladır ellerinde tuttukları psikolojik üstünlüğü de kaybetmelerine vesile oldu. Bununla beraber bugün Amerika ve Avrupa’da yükselişte olan faşist popülist zihniyetin arka planında 11 Eylül’den sonra sistemli bir şekilde pompalanan korkunun yattığını da görmek gerek.

Bir Misâl: NATO
Köhnemiş milletlerarası müesseselerin birinci sırasında Birleşmiş Milletler varsa, ikinci sırayı NATO’nun hiçbir örgüte bırakmayacağı muhakkak.
İlk NATO Genel Sekreteri Lord Ismay, 1949’da yaptığı bir açıklamada örgütün amacının “Rusları dışarıda, Amerikalıları içeride ve Almanları aşağıda tutmak” olduğunu belirtmişti. Aradan geçen zaman zarfında S.S.C.B ile beraber ona karşılık olarak kurulmuş olan NATO’nun da varlık sebebi ortadan kalktı; fakat örgüt yerine bir yenisi ihdas edilemediği için sorgulanmıyor ve hâlen varlığını idame ettiriyor.

Bugün geldiğimiz noktada ise NATO, Rusya’nın Kırım’ı işgâli ile beraber Doğu Avrupa’da imâl edilen Rus öcüsü vasıtasıyla Amerika’nın menfaati istikâmetinde Avrupa ülkelerini bir arada tutmaya çalışan, açık bir hedefi olmayan, hareket çerçevesini birazdan göreceğimiz, güvenilmez, sinsi, ikiyüzlü ve kaba bir güç unsuruna dönüştü.

Bunun yanında bir de işin ekonomi ayağı var tabiî... Bağlısı üyeleri belirlediği kıstaslar çerçevesinde kendi içindeki belli başlı silah üreticilerine mahkûm eden bir yapıdır NATO aynı zamanda. Bugün Amerika ile Almanya’nın, NATO’ya olan borçlar üzerinden girdiği münakaşanın altında yatan sebeb de budur.

Türkiye Açısından NATO
NATO karargâhında tezgâhlanan bir darbe girişimi ile daha geçtiğimiz Temmuz ayında yüzleştik. Darbeci askerlere NATO’daki üstleri sahip çıktı, kefil oldu ve hattâ işi Türkiye’yi kınamaya dek vardırdılar. Darbeciler ve darbe ile münasebeti olanlar hâlen NATO üyesi ülkelerde ellerini kollarını sallaya sallaya geziyorlar.

Türkiye’nin güneyinde PKK ve uzantıları da, yine NATO üyesi ülkelerden aldığı askerî ve maddî destek ile Türkiye’ye karşı açık bir savaş yürütüyor. Her ne kadar Türkiye böylesi bir oluşuma karşı çıkıyorsa da, son kertede görüyoruz ki NATO Türkiye’ye karşı faaliyetlerini hız kesmeden sürdürüyor.

Bir diğer taraftan neredeyse bütün NATO üyesi ülkeler tarafından 2010-2012 senesinden beri stratejik askerî ekipmanlar açısında ambargo uygulanan bir ülke Türkiye.
Yine Türkiye’de çeşitli terör suçlarına karışmış pek çok PKK’lı ve kimi sol örgüt mensubları da yine aynı şekilde NATO üyesi ülkelerde emniyet içinde hayatlarını yaşıyorlar.
Şimdi bu gözle bakıldığında, NATO denen örgütün bugünlerde yalnızca Türkiye’ye karşı faaliyet içinde olduğunu açık bir şekilde görebiliriz. Hâl böyleyken, Türkiye’nin bu örgüt içinde bulunuyor oluşundaki hikmetiyse anlayamıyoruz açıkçası. Düşünsenize, tüm üyeleriyle birlikte size karşı vekâlet savaşı yürüten bir örgüt içinde siz niye bulunasınız ki? Ordunuzun niçin bu örgüte bağlı bir ordu?  Ülke olarak biz niçin NATO’nun aldığı bir karara uymak zorunda olalım? Niçin NATO’nun kıstasları çerçevesine mahkûm edelim kendimizi?
Bu şekilde mevcut münasebetin sürdürülemeyeceğini kestirmek için müneccim olmaya gerek var mı?

Köhnemiş Müesseseler
Dünya Bankası, İMF, tüm alt organlarıyla beraber Birleşmiş Milletler, NATO gibi müesseselerin tümü eski dünya düzenine göre kurulmuş örgütler. Oysa ki bugün yeni bir dünya düzeni tesis edilmemiş olsa da, yeni bir dünya var. Hâlen iktisadî ve askerî üstünlük Batı’nın elinde olduğu ve Batı bu müesseseleri çağın gereklerine göre yenileyemediği için bu müesseseler “işlermiş” gibi yapıyorlar. Bugün Somali’de, Amerika’da, Kamboçya’da ve Türkiye’deki çocuklar bile bu müesseselerin işlemediği hususunda hem fikir...

Nereye Kadar Gider
George H. Walker Bush, 1991 senesinin Eylül ayında Yeni Dünya Düzeni’ni ilân ederken diyordu ki; “Söz konusu olan küçük bir ülkeden daha fazladır. Büyük bir amaç, Yeni Dünya Düzeni’dir.” Bugünden baktığımızda anlıyoruz ki, Bush’un Yeni Dünya Düzeni dediği şey, bütün müesseseleriyle beraber Batı’nın, yıkılan Sovyetler Birliği enkazının altında kaldığıdır. Soğuk Savaş 1991’de bitti; fakat Batı’nın kutlamalardan sonra ayılıp, artık bir değişime gitmek zorunda olduğunu idrak etmesi ve dünya gerçekleriyle yüzleşmesi 11 Eylül 2001’i buldu. Zaten bundan sonra attığı adımlar da güvenilmezliğini izhar etmek ve milletlerarası meşruiyetini zedelemekten başka bir işe yaramadı.

Fikirsiz, yani idealsiz, hedefsiz, esas ve usulü meçhul bir dünya ile karşı karşıyayız. İkiyüzlülüğün ve riyakârlığın pragmatizm-esnek diplomasi diye yutturulmaya çalışıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Yumurta, yağ ve limon suyu belki tarih boyunca kimsede olmadığı kadar çok onlarda var; fakat mayonezin kıvamını tutturacak irfandan yana nasibsizler.
Bir diğer taraftan, Amerika’ya alternatif olabilecek Avrupa, Rusya, Çin ve belki Hindistan gibi ülkeler de yeni bir fikirden, idealden yana kısır durumdalar.

Amerikalı siyaset bilimci Zbigniew Brzezinski diyor ki; “bir insan yalnızca bir felâketten sonra sıfırdan başlamak zorunda kalır.” Oysa Amerika gibi müesseseleşmenin her şeyin önüne geçtiği devletler, felâketleri fırsata çevirmekten yana da acizdirler. Onlar yalnız yara alırlar ve her seferinde ancak yaraları derinleşir.
***
Müesses nizam dünyanın dört bir yanında çatırdıyor. Batı, spontane ve bununla beraber bir de kendi sebeb olduğu meselelere çözüm getirmekten yana aciz. 11 Eylül sonrası planladıkları cinayeti meşrulaştırmak adına sistematik bir şekilde pompaladıkları korku, Batılı demokrasi ve sekülerizmin kemâliyle birleşip, bir faşizm ve popülizm tsunamisi olarak tepelerine inmek üzere yükseldikçe yükseliyor.

Tüm bu manzara içinde Türkiye ise bir ayağı NATO’ya, diğeri AB üyeliğine, elleri Gümrük Birliği anlaşmasına zincirlenmiş, üzerinde gezinen böcek tıynetli hainlerle meşgul olarak gün geçiriyor.

Büyük bir fırsatın eşiğindeyiz. Bunu göremiyoruz. Sorsak herkes kendi zaviyesinden bir şeyler yapmakla meşgul; fakat İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun Kültür Davamız adlı eserindeki şu soru hâlen yanıt bekliyor; “- Binanın bütünü görülmeden, taşların üst üste konmasıyla ortaya bina mı çıkar, yoksa taş yığını mı?
Evvelâ bir hedef ve bu hedefe matuf gaye. Bununla beraber yapılan işleri verimli kılacak ve birini diğerine ekleyecek olan sistem. Bugünkü imkânımızla Batı’dan daha fazla taş yığıp, daha büyük bir yığın elde edemeyeceğimize göre, bize düşen “bina” yapmak.

Birçoklarının bugün içinde bulunduğu kakafoni bedelsiz, çilesiz ve risksiz ihtiyaca dikkat çeke dursun, bedeli nakit olarak ödenmiş olan sermaye, Büyük Doğu-İbda ideolocyası, ondan kâr edecek fikir, sanat ve siyaset müteşebbislerini bekliyor. Her zaman dediğimiz gibi, elinde alternatif bir teklifi olan varsa lütfen daha fazla saklamasın, koysun ortaya. Yoksa eşek gibi sırf ele geçmemek için tepişmek, insan olana yakışmıyor.

Biz ya senelerce Batılılaşmamızın bedeli olarak Avrupa ve Amerika’yı altına alıp birbirine katacak olan bu tsunamiden etkilenip tarih sahnesinden silineceğiz yahut zincirlerimizden kurtulup kendimiz olacağız. Bu iki seçeneğin bir üçüncüsü yok.

Unutmadan, biz dünyaya nizam vermeye de alışkınız bu arada...

Baran Dergisi 532. Sayı