Eskiden Avrupa’dan Amerika’ya giden bir gemi, 50 mil hatalı olarak varış limanına varsa başarılı olarak addedilirdi. Zira pusula ile ve yıldızlar yardımı ile konulan mevkilerde hatalar oluşuyordu.

Havanın sıcaklığı da dahil olmak üzere rüzgâr, akıntı, basınç gibi faktörler hatta sekstant cihazını kullanırken elimizin küçük bir hatası dahi büyük mesafe farklarına sebep olur. Mevki koymak güçleşir.

Bunun yanında yön bulucu cihazı olan pusula, her ne kadar düzeltme uygulansa dahi yine de birkaç derece hatalı gösterir. “Variation” adı verilen bu hata dünyanın her yerinde farklı farklıdır. Hatta sabit bir hata değil, her yıl değişen bir miktarda farklılıklar gösterirler. Arjantin civarında bu hata 20 dereceye yakındır.
Bir de geminin bünyesinden kaynaklanan hata vardır ki buna da “deviation” denir. Gemideki metallerin durumuna göre her yöndeki hata miktarları belirlenir ve köprü üstüne asılır. Buna göre her yöne göre pusula üzerindeki değer ya arttırılır ya da azaltılır. Böylece gittiğiniz yönün hakikî olarak kaç derece olduğunu ancak anlayabilirsiniz.

Günümüzde GPS cihazı ve cayro pusula bu sorunları nerdeyse tamamen ortadan kaldırmıştır. Bununla birlikte seyir cihazlarının arıza yapması veya devre dışı kalması ile birlikte yeniden eski denizcilik bilgilerimize ihtiyaç duyarız. Örneğin; görev yaptığım bir gemi (M/V Yasin C) Aden Körfezinde korsan saldırısına uğramış hatta atılan iki roket nedeniyle köprüüstü tamamen yanmıştı.

Mürettebat kendisini yeke dairesine hapsederek korsanlara teslim olmamıştı. Bu durumda korsanlara yanan gemiyi terk etmek düşmüştü. Kaptan ve mürettebat yangını söndürmüştü lakin köprüüstü ile birlikte gemiye kumanda edecek mahaller işgöremez hale gelmişti.

Gemi makinası çalışıyordu lakin mevki koymak için göksel seyir metotlarına başvurulmuş yeke dairesine telsizle irtibatlı serdümen konulmuştu. Bu şekilde seyir tamamlanmış yük teslim edilmişti.

Klas kuruluşu gemiye ancak tersane onarımı için müsaade etmişti. İşte tersane onarımı esnasında Çin’de bu gemiye katılmıştım. Gemi adeta yeniden inşa olmuş ve ilk seferini yapmıştım.

İşte bu nedenlerle Atlas Okyanusunda göksel seyir metotları ile de seyredip hem de bir çeşit eğitim yapıyorduk. Bu seyir birkaç yönden farklıydı. Zira Dünyanın etrafını bir tam dönüş gerçekleştirmiş Batıya doğru gittiğimiz için bir gün az yaşamıştık.

Gün değiştirme çizgisine geçtiğimiz bölümde yer vereceğim bu durum çok ilginçtir. Lakin bir seferimize geri dönelim.

Arjantin Parana Nehrinden çıktıktan sonra Uruguay Montevideo önünde demirleyerek yakıt ikmalimizi yaptık. Daha fazla yük alabilmek için yakıtımızı yüklemeden sonraya planlamıştık. Yakıt ikmali sonunda yeniden Atlantik sularına açıldık.

Tahliye limanlarımız sırası ile İspanya ve Portekiz idi. Göksel seyir metotlarını da kullanarak yaklaşık on günlük seyir ile sonunda Cebelitarık Boğazı’na geldik. Zira yük nedeni ile burada tekrar yakıt almamız gerekmişti.

Cebelitarık Limanı oldukça kalabalıktı. Bizim gibi yakıt ikmali için gelen gemiler yarımadanın doğusuna geçip demirlemişlerdi. Biz de demirleyerek sıramızın gelmesini bekledik. Bu arada yaklaşık üç ay sonra Akdeniz’e girmiş oluyorduk.
Akdeniz’e gelince kendimizi evimizde hissediyorduk zira okyanuslara göre her şey daha tanıdık geliyordu. Bu denizdeki belli başlı limanlara girip çıkmış neredeyse gitmediğim yer kalmamıştı. Gerçekten biz Türkler için bu deniz “Mare Nostrum” idi. Burada biraz mola verip bizim denizimizi konuşmakta yarar vardır.
“Bizim Denizimiz” anlamındaki Mare Nostrum, Romalılar zamanından beri İtalyanlar tarafından kullanılmaktaydı. Aslında bizim “Türk Gölü“ kavramına da uygundu. Bu kavramı Can Yücel, Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük anarşist, Deniz Geçmiş için kullanmıştı. Bakın ne demişti:
Şimdilerde bizim deniz Akdeniz, göçmen sorunu ile boğuşuyor. 19 Nisan 2015 tarihinde yedi yüz göçmenin Akdeniz’de ölümle sonuçlanan macerasından sonra, İtalya Başbakanı insan kaçakçılığını “Kıtamızın Yeni Vebası” olarak adlandırarak; Akdeniz’in her gün toplu ölümlere sahne olmasının kabul edilemeyeceğini, Avrupa liderlerini insan kaçakçılığına karşı önlem almada ortak davranılması gerektiğini söylemişti.

Göçmen teknelerinin yola çıkmadan imha edilmesini savunan Avrupa liderlerine, bu denizi terk etmemek gerekiyor. 2013 yılında İtalya, Lampedusa Adası açıklarında dört yüz mültecinin, insan tacirlerinin teknesinin batması sonucunda hayatlarını kaybetmesi üzerine “Mare Nostrum” kurtarma programını başlattı. Bu program elli deniz mili genişliğindeki uluslararası suları kapsıyordu ve Avrupa uygarlık ruhuna uygun olarak göçmenlere insani yardımda bulunuyordu. Aylık dokuz milyon Euro’luk maliyeti olan bu operasyona 2014 tarihinin Ekim ayında son verildi.

İtalya’nın mülteciler karşısında, diğer AB ülkeleri tarafından yalnız bırakılması, sorunun ortaya çıkmasında önemli bir faktör oluşturmuştur. Oyunu kendi kuralları içine çekmek için, göçmenlere Schengen (serbest dolaşım) belgesi dağıtan İtalya, özellikle Fransa’yı göçmen sorununa ortak etmiştir. İngiltere, Danimarka gibi ülkelere ulaşan göçmenler, uygarlığın nasıl barbarlığa dönüştüğünü bütün dünyaya göstermiştir. Kültürel entegrasyonun başarısızlığı, dil problemi, ucuz iş gücü, ırkçılık, yabancı düşmanlığı gibi kavramların siyasette daha çok kullanılmaya başlanması, Avrupalı insanların üzerinde göçmen düşmanlığı algısını meydana getirmiştir. Avrupa’nın aynadaki çirkin yüzünü artık daha rahat görebiliyoruz.

Fenikeliler ve Yunanlılar gibi denizci milletler oluşturdukları koloniler ve ticaret ağlarıyla Akdeniz’e yayılmışlardı. Çok sesliliğin getirdiği çatışma ortamı ticari ağları baltalıyordu. Akdeniz’de bu çok sesliliğe son verecek olan güç Tiber Nehri kıyılarından yükselen Roma olacaktır. Türklerin sahneye çıkması ile birlikte Akdeniz yeniden canlanmış farklı kültürlerin birbiriyle kaynaştığı bir deniz haline gelmişti. Yüzyıllar boyunca Akdeniz’in hâkimi olan Osmanlı Devleti, geriye çekilince sömürgeci Batı devletleri bütün Akdeniz’i yeniden talan etmeye başlamıştı.

Akdeniz kültürü her bakımdan Türk kültürü ile iç içe geçmiştir. Yüzyıllarca egemenlik kurduğumuz bu deniz, ne yazık ki denizcilik mesleğine gereken önemi vermediğimiz için elimizden çıkmıştı. Fakat son yıllarda Türk denizciliğindeki atılımlar Akdeniz’i yeniden “Türk Gölü” haline getirmeye başlamıştır. Gemi inşa sıralamasında dünyanın ilk sıraları içine giren Türk denizciliği, işletmeci firmalarımızın da hızlı artışı sonucunda sektörün en önemli ülkelerinden birisi olmuştur.

Akdeniz’de Türk denizcilerini herkes tanır. Çünkü hangi limana gitseniz bir tane Türk gemisi görmeniz mümkündür. İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Avrupalı denizci devletler, nüfuslarının azalması ve biraz da zor meslek olmasından dolayı bu mesleği yavaş yavaş başkalarına bırakmaktadır. En büyük rakibimiz olan ve gemi sahipleri sıralamasında bir numara olan Yunanlılar da aynı dertten muzdariptir. Kaliteli denizci yetiştirebildiğimiz takdirde ne Avrupa’da ne de Atlantik’te önümüzde Avrupalı hiçbir rakip çıkamaz.

Denizcilikte rekabet edeceğimiz ülkeler Avrupa dışından Çin, Japonya, Hindistan, Filipinler ve Endonezya gibi devletlerdir. Sadece paranız varsa denizlere hakim olamazsınız. Dörtte üçü denizlerle kaplı dünyaya hâkim olmak için iyi denizcilere ihtiyacınız vardır. İyi denizci için de iyi okullar ve kaliteli eğitim lüzumu vardır. İşte bunu becerebilirsek denizlere ve sonrasında da dünyaya hakim olabiliriz.

“Denizlere hâkim olan cihana da hâkim olur” demiş, Hızır Hayrettin Paşa. Gerçekten de önce Romalılar, sonrasında İspanya, Porekiz, İngiltere ve nihayet ABD, Barbaros’un sözlerinin haklılığını ve strateji konusunda da büyüklüğünü göstermiştir. Yeri gelmişken Cebelitarık’ın öneminden ve daha önce yapmış olduğum bir yolculuktan bahsedeyim. 

Öyle kara parçaları vardır ki denizlere adeta bir kilit vurur, Gelibolu Yarımadası gibi. Çanakkale’nin karşısında küçük kasabaya Kilitbahir denmesinin sebebi de bu olsa gerektir. Zira Gelibolu Yarımadası bir zamanlar Karadeniz’in kilidi olmuştur. Koca İngiliz ve Fransız donanması bu küçücük kara parçası için aylarca mücadele etmiş fakat sonu hüsran ile biten bir savaş sonucunda bu kilidin denizgücü ile aşılamayacağı anlaşılmıştı.

Nitekim bu defasında yüz binlerce asker ile tekrar saldırdılar. Aynı zamanda karadan da geliyorlardı. Sonunda Türk askerinin imanlı gücü sayesinde yine yenilgiye uğradılar. Çanakkale’de gömülen İngiliz, Fransız, Avustralya ve Yeni Zelandalı güçler, Karadeniz’in ve Çarlık Rusya’nın elden gitmesine yol açmıştı.
Müttefikler güçlü bir ordudan yani Ruslardan mahrum olarak savaşa devam etmek zorunda kalacaklardı. Fakat ABD ve İtalya’yı elde etmeyi başarmışlardı. Almanların Rusya’ya karşı kullandığı Lenin silâhı geri tepmiş Almanya ve Avusturya’da komünistler büyük grevlere başlayarak bu ülkelerin savaştan yenik çıkmalarına sebep olmuşlardı. Osmanlı Devleti de yalnız başına kalınca savaştan çekilmek zorunda kalmıştı. Yoksa ordularımız çok kötü yönetilen Filistin savaşları dışında yenilgiye uğramış değildi.

Gelibolu gibi başka bir yarımada olan Gibraltar’da büyük bir denize yani Akdeniz’e kilit vurmaktadır. Sıcak bir yaz akşamı vardığımız küçücük bir yarımada olan Gibraltar, II. Dünya Savaşında İngilizlerin deniz hâkimiyetini sağlamasında büyük bir rol oynamıştır. Akdeniz’in birçok kıyısını ele geçiren Almanlar bu kilitten mahrum kaldıkları için deniz hâkimiyetini ele geçirememiş ve savaştan yine yenik çıkmışlardır.

Gibraltar ya da eski ismiyle Cebelitarık’a bu üçüncü gelişimdi. Bir defasında makine parçası onarımı için diğerinde ise yakıt alımı için bu küçük toprak parçasını ziyaret etme fırsatı bulmuştum. Hâlâ İngiltere tarafından yönetilen bu küçük ama önemli kara parçasına Müslümanlar tam 1200 yıl önce gelmişlerdi.

Tarık bin Ziyad bu toprak parçasına adımını attığı zaman getirdiği gemileri yakmıştı. Zira bu hareketiyle geri dönmeyeceğini kararlı bir şekilde göstermiş oluyordu. Hicrî 2. yüzyıl, milâdî 811’deki bu olaydan sonra Müslümanlar İberik yarımadası’na yerleşmişler ve bu bölgede büyük bir İslâm medeniyeti kurmuşlardı. Yaklaşık 800 yıl boyunca devam eden Endülüs Emevi Uygarlığı, Avrupalıların ortaçağ karanlığından kurtulmasına sebep olmuştu.

Gibraltar’da yakıt ikmalimizi müteakip önce İspanya sonrasında da Portekiz’e giderek yükümüzü tahliye edecektik. Fakat uzun bir süre tekrar dönmeyeceğimiz bizim deniz yani Akdeniz’e tekrar değinmekte yarar vardır.

Türkiye’nin en büyük denizc
ilik şirketlerinden bir tanesi olan ve yıllarca gemilerinde çalıştığım Arkas Denizciliğin patronu Lucien Arkas, “Bizim deniz” sözünden hoşlanmakta ve her fırsatta Akdeniz’de önemli fırsatlar olduğunu dile getirmektedir. En derin krizlerde bile Akdeniz’de ofis açarak Türk denizciliğini büyütmeye çalışan Arkas, ne yazık ki son zamanlarda yabancı bayrağa geçmeye başladı. Umarım bu hatasından vaz geçip Ay yıldızlı bayrağımızı yeniden dalgalandırmaya devam edecektir.
Türkiye artık gemilerle Akdeniz’de önemli işler yapmaktadır. Amerika, Uzakdoğu’da iyi şirketler buluyor, buradaki limanlardan dünyanın her yerine giden yük var. Ama biz Akdeniz’i ve Karadeniz’i onlardan daha iyi tanıyoruz. Biz kendi denizimizi yani Bizim Deniz’deki fırsatları daha yeni yeni görebilmekteyiz.

Limanlar arasındaki bütünleşme aslında yeni fırsatlar sunmaktadır. Bugünün dünyasında tek başına olmak yetmemektedir. Büyük bir coğrafyada farklı kentler ve ülkeler için de aynı şeyleri istemeniz gerekiyor. Türk şirketleri bu konuda oldukça iyi bir seviyeye gelmiştir. Barbaros dönemindeki gibi ileriye doğru adım atarak halkayı daha da büyütmektedir. Fas’ta, Libya’da, Tunus’ta, Suriye’de, Cezayir’de, Mısır’da, Ukrayna’da, Rusya’da, Gürcistan’da Türk ofisleri açılmakta Akdeniz ve Karadeniz’in her liman kentinde ve bölgesinde Türk bayrağının dalgalandığı çok rahat görülmektedir.

Denizcilikte ihtiyaçlar nelerdir, nasıl faydalı olabiliriz, denizcilik işlerini nasıl kolaylaştırırız, nasıl onlara yardımcı oluruz. “Biz ne katarız, biz ne fayda sağlarız, biz üzerine ne koyabiliriz” diye sorulduğu takdirde gelişme mümkün olmaktadır.

Mare Nostrum kavramı ülkemizin Akdenizli ozanlarından Can Yücel’in ifade ettiğinden biraz daha farklıdır şüphesiz. Yayılmacı dünya düzenini ve Akdeniz eksenli stratejik yapıyı en güzel ifade eden bu durum; 21. yüzyılda bir kez daha karşımıza çıkmıştır. Soğuk savaş sonrasındaki yenidünya düzeninde küresel güçler de, kıtasal güçler de, Türkiye gibi büyük bölgesel güçler de gelecek senaryolarını ve planlarını buna göre yapmak zorundadırlar. Akdeniz bir coğrafi bölge değildir. Akdeniz esasında Afrika, Asya ve Avrupa’ya kıyı veren bölgedir ve bu durum Akdeniz’i dünya uygarlık tarihinin de beşiği halinde en büyük kıta ve dünyanın merkezi yapmaktadır.

Akdeniz, üç kıtayı birbirine bağlayan 2.5 milyon km2’lik bir denizdir. Akdeniz’i elinde tutan güç; tarihi elinde tutmuştur. Akdeniz’i elinde tutanlar; kültür ve medeniyete şekil vermiştir. Akdeniz’i elinde tutabilenler; ticareti elinde tutmuştur. Kısaca Akdeniz’i elinde tutan, dünya siyasetini elinde tutmuştur.

Dünya ticareti bir ara Akdeniz’den okyanuslara kaymaya başlamış ancak, bugün yeniden dünya ekonomisinin merkezine oturmuştur. Büyük güçlerin adeta sivrisinekler gibi bataklık haline getirdikleri Suriye’ye üşüşmesi de bu yüzdendir. Suriye, Akdeniz’e açılan en önemli kapılardan biridir. Büyük güçler, bu kapının kilidini, bu kapının anahtarını elinde tutmak istiyor.

Bugün yeniden Akdeniz üzerinde güç dengeleri kurulmaya çalışılıyor. Dünyanın önde gelen güçleri, Akdeniz’e “bizim deniz” diyebilecekleri bir dünya sistemi kurabilmek için yarışıyor.

Dünya dengeleri yeniden değişiyor ve bugün artık Batı, birinci dünya savaşından bu yana sürdürdüğü “tek güç merkezi” olma unvanını kaybediyor. Dünyada artık sadece Batı yok… Batı dışı moderniteler, batı dışı ekonomik ve siyasi güçler yükseliyor. 2050 yılı projeksiyonlarına göre, dünyanın en büyük ekonomik gücü ABD, Çin ve Hindistan’dan sonra üçüncü sıraya gerileyecek.

21’inci yüzyılın kaderi şimdiden şekilleniyor. G-7 denilen Amerika, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve Japonya ile E-7 (Emerging, Yükselen) 7 ülke, yani Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Endonezya, Türkiye ve Meksika karşılaştırıldığında, bugün G-7’nin E-7’ye üstün olduğu görülmektedir. Ancak, 2030 projeksiyonlarında, E-7’lerin toplam GSMH’sının G-7’lerin toplam GSMH’sinden açık ara fazla olacağı öngörülmektedir.

Akdeniz, dünyanın bu en büyük iç denizidir ve bugün bu denize kıyısı bulunan 22 ülke vardır. Kuzey Afrika’da, diğer bir deyişle Güney-Doğu Akdeniz’de Türkiye’den daha büyük bir ekonomi yoktur. Fransa, İtalya, İspanya ise bugün, Akdeniz’e kıyısı olup ekonomik olarak Türkiye’den bir iki adım önde olan yalnızca bu üç ülke var. Ancak, ivme Türkiye’den yanadır. Bu üç Avrupa ülkesinin Türkiye’nin dinamizmine, büyüme hızına yetişecek takati yoktur. Çünkü sömürgeler dönemi geride kalmıştır ve sanayileşme alanındaki farklar kapanmış durumdadır.

Avrupa küçülmüyor ancak yorgun Avrupa’nın, daha genelde yorgun Batı’nın hızı, Asya’nın hızına yetişememektedir. Batı’nın değil ama Batı üstünlüğünün sona erdiği bir safhaya girdiğimiz rahatlıkla söylenebilir. Batı üstünlüğü sona erince, medeniyeti Batı’ya eşitleyen zihinler de alt üst olacaktır. Akdeniz, yeniden medeniyetin merkezine oturacak ve Türkiye bu “yenidünyanın, yeni yüzyılın” yükselen yıldızı olacaktır.

İşte bu yüzden Türkiye’yi dizginlemek, kuşatmak istiyorlar. Türkiye’yi Akdeniz üzerinden şekillenen yenidünya sisteminin dışına atmak istiyorlar. Türkiye sistemin dışına itilebilirse, Akdeniz’e “bizim deniz” diyebilecekler.

Türkiye, tarih boyunca bu türden kuşatmalara karşı büyük direnç gösterdi. Ve Akdeniz’e “bizim deniz” diyebilen büyük bir devlet haline dönüştü. Türkiye’nin bugün de böylesi bir tarihi birikimi, nüfuz gücü, potansiyeli mevcuttur. 

Baran Dergisi 540.