Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl, “Çile” ile yoğrulmuş bir hayat yaşadı. Bu yaşanmışlık “Çile” isimli şiir kitabında tablolaştırılmıştır. “Çile” isimli şiir kitabında yer alan tüm şiirler, Üstad Necip Fazıl’ın şahsında tecelli eden mânâya uygun suret teşkil eden bir noktadadır. Üstad Necip Fazıl, kendi şahsında tecelli eden hakikati şiir diliyle ve de şiir formunda tablolaştırmıştır. Talebesi İBDA Mimarı Büyük Şahid Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu için de aynı değerlendirme sözkonusudur. Nitekim İBDA Mimarı’nın bir tespiti hâlinde (meâlen), “Necip Fazıl ve benden başka hiç kimse, şiirde mânânın suretini bulabilmiş değildir.” Bundan dolayıdır ki, bu iki sahici şairin şiirleri, taklidi mümkün olmayan şiirler olarak değerlendirilmelidir. Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’nın şiirleri, taklid edilemez şiirler olarak görülmelidir. Aksi takdirde, taklid edeni taklidi mümkün olmayan bir noktaya doğru taşıyacaktır. Bu mevzuda namı-ı diğer Yahudi şeyi Fettoş, mühim bir misal teşkil eder. “Kavanozdaki balı dışardan yalayan”, yani Üstad Necip Fazıl’ı dış yüzden taklid eden Fettoş, süreç içerisinde belasını da bulmuştur. “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak” darb-ı meseline toslamıştır.

Üstad Necip Fazıl’ın “Çile”sini, dolayısıyla da “Çile” isimli şiir kitabını burada mevzu etmemizin bir sebebi var ve o da şudur: Üstad Necip Fazıl, sözkonusu şiir kitabında, “Zindandan Mehmed’e Mektub” isimli bir şiir kaleme almıştır. Bu şiirin cezaevi şartlarında yazıldığı malumdur. Oğullarından birinin adının Mehmed olması, şiirin ilkin oğlu Mehmed’e yazıldığı intibaı doğuruyor. Kanaatimce bu şiir oğlu Mehmed’e yazılmış bir şiir değildir. Oğul Mehmed mecazı üzerinden Ümmed-i Muhammed’e yazılmış bir şiirdir. Daha da spesifik bir hâle getirdiğimizde bu şiir, aslında “Derviş Muhammed” metaforu üzerinden “Beklenen Kahraman”a, dolayısıyla da İBDA Mimarı Büyük Şahid Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na yazılmış bir şiirdir. “Derviş Muhammed” metaforunu merak edenler, İBDA Mimarı’nın eserlerine, özellikle de “Ölüm Odası” isimli eserine müracaat edebilirler.  

Not: Dünyada hâlihazırda yaşanan pandemik vak’a da dahil tüm yaşanacaklar, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın temsil ettiği mânâ ile de doğrudan alakalıdır. Çünkü “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine yataklık teşkil eden bir keyfiyeti haizdir.

Koronanın İtalyanca bir kelime olduğunu ve genelde “taç”, özelde ise “güneş tacı” mânâsında olduğunu önceki yazılarımızda söyledik. Hemen belirtmek gerekirse, İslâm tasavvufunda güneş Allah’a remzdir. Ay ise Allah Resûlü’ne remzdir. Ayın dolunay hâli ise, İBDA’ya remzdir. “İBDA, İslâma muhatap anlayışı temsil makamındaki BÜYÜK DOĞU’ya nisbet vasfını gösteren bir sıfattır.” 

Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın “Zindandan Mehmed’e Mektub” isimli şiirinden iki kıta:

“Sükût... Kıvrım kıvrım uzaklık uzar;
Tek nokta seçemez dünyadan nazar.
Yerinde mi acep, ölü ve mezar?
Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?
Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?
Ses demir, su demir ve ekmek demir...
İstersen demirde muhali kemir,
Ne gelir ki elden, kader bu, emir...
Garip pencerecik, küçük, daracık;
Dünyaya kapalı, Allaha açık.”
İlk dörtlükteki son iki mısraı tekrar dikkatleri çekmekte fayda var:
“Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?
Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?”

Dünyanın mevcut hâli malum olduğuna göre, şiirde esas dikkat çeken mısra son dörtlükteki son mısradır. Yani; “Dünyaya kapalı, Allah’a açık.” mısraı. Şiirin cezaevinde yazılmış olması ilkin cezaevi şartlarının dünyaya kapalı olmasını akla getiriyor olabilir. Elhak doğrudur da. Ama bugün yaşananlarla ilişkilendirmek sözkonusu olduğunda, mevzuun çok daha farklı boyutlarda ele alınması gerektiğini ihtar ediyor. Şöyle ki; bir kere şiir, sahici şiir, mânânın suret bulduğu şiir, “zaman ve mekân üstü” bir keyfiyeti haizdir. Çünkü şiir, İslâm büyüklerinin de yüksek ifadeleriyle “Kur’ân idrakıdır.” “Zaman ve mekân üstü” mânâsına Kur’ân’ın “mutlak fikir” olduğu sabit olduğuna göre, “Kur’ân idrakı” üzerinden yazılan şiirlerin de bu mânâdan nasipli olması gayet normaldir. Bu durum, Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’nın şiirlerine nasıl bakılması gerektiğine dair bir ipucu olarak da değerlendirilebilir. Bu çerçeveden bakıldığında, sözkonusu mısraın, yani, “Dünyaya kapalı, Allah’a açık” mısraı, bugünü de mündemiç bir mânâda olduğu hemencecik anlaşılır. 

Üstad Necip Fazıl’ın sözkonusu şiirinin Ümmed-i Muhammed üzerinden “Derviş Muhammed”e, dolayısıyla da İBDA Mimarı’na yazıldığını daha evvel söyledik. “Derviş Muhammed” sembol kavramı veya mecazı, İBDA Mimarı’nın şahsında tecelli eden mânâya tam mutabık bir hâldedir. Nitekim  pek çok eserinde İBDA Mimarı, bu mevzuya sıkça ve de çok açık bir şekilde temas etmektedir. 

Bilindiği üzere İBDA Mimarı, 28 Şubat Darbe sürecinde Fettoş ve Kemalist bir kumpas üzerinden önce tutuklanıp Metris Cezaevine konuluyor, sonrasında ise idam cezasına çarptırılarak ömür boyu hapse mahkûm ediliyor. Daha sonra ise Allah’ın inayeti ve keremiyle yeniden yargılama yolu açılıyor ve 2014 yılında tahliye edildikten kısa bir zaman sonra da beraat ediyor. Beraat etmesinden kısa bir süre sonra da, “Kıyamet silahı” olarak da adlandırılabilecek bir uygulamaya maruz bırakılıyor ve 2000 senesinden beri muhatap olduğu Telegram işkencesi vasıtasıyla suikasta kurban edilerek şehid oluyor. Yıl: 16 Mayıs 2018… 10 Mayıs 1950 yılında dünyaya gelen İBDA Mimarı, 16 Mayıs 2018 yılında şehid ediliyor ve berzah aleminde yerini alıyor. Ne ilginçtir ki Üstad’ı Necip Fazıl da Mayıs ayında doğdu ve yine Mayıs ayında dünyasını değiştirdi. Doğumu 26 Mayıs 1904, Ölümü ise 25 Mayıs 1983!.. Maksadımız mevzuyu dramatize etmek değil elbette, ama bunun bile bugünkü pandemik hadiseyle dolaylı da olsa bir alakası olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki, İslâm kültüründe Mayıs ayı “Sefer Ayı” olarak bilinir. Yine İslâm kültüründe, “Sefer bizden, Zafer ise Allah’tandır” diye bir söz var ki, bu sözün mânâsı hak ediş itibariyle en çok da Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’na yakışıyor. Evet, zafer Allah’tandır ve zafer, her zamankinden çok daha yakındır.  

İBDA Mimarı’nın hayatının en verimli çağı cezaevi / zindan hayatı olarak kayda geçmiştir. Bu mânâdan olarak İBDA Mimarı’nın hayatı, “Dünyaya kapalı, Allah’a açık” mısraındaki mânâ ile de tam muatbık bir haldedir. Daha da ilginç olanı şudur ki, İBDA Mimarı’nın bütün bir hayatı, tam da sözkonusu mısraın ifade ettiği mânâ ile örtüşmektedir. Kısa ve öz söylemek gerekirse, İBDA Mimarı’nın bütün bir hayatı, “Dünyaya kapalı, Allah’a açık” bir noktada kendisini göstermiştir. Yine bu mânâdan olarak İBDA Mimarı, bir aydın, Müslüman bir aydın sorumluluğunun da şuurunda olarak, dünyayı kendi eliyle kendisine zindan kılarak “Berzah âlemi”ne göçmüştür. Diğer bir ifadeyle de, kendi şahsında tecelli eden “Berzah” hakikatinin hakikatine ermiştir. Niçin böyle bir ifade kullandığımızı merak edenler, Üstadı’nın kendisini takdim eden “Dünya Çapında Bir Hadise: Kaptan Kusto Müslüman” terkibine müracaat edebilirler. Orada zâhir olan hakikat, “Mutlak Hakikat” hâlinde, “Rahman Sûresi’nin 19. ve 20. Ayetleri”nde zâhir olan “Berzah” hakikatidir. Bunun büyük bir mucize âyeti olduğu sabit olduğuna göre, daha büyük bir mucize beklemek akıl kârı değil!

Bizzat şahidi olduğum bir konuşma hâlinde, İBDA Mimarı, 1999'da Metris'te ümmete hitaben (meâlen): “Ben gökyüzünden bir taş düştüğünü söylüyorum. Adam gökyüzüne bakıyor ve ben taş filan görmüyorum diyor. Tamam da onu ben görüyorum. Sen onu gördüğünde kafana düşmüş olarak görürsün!”

Korona pandemisi üzerinden bu kadar çok şey anlatmaya niçin ihtiyaç duyduk? Şunun için: Her şeyden evvel yeni zaman ve mekânın sahibi, diğer bir ifadeyle de “yeni zaman ve mekânda tecelli eden mânâ”, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”dan başkası değildir. Dolayısıyla da, İBDA Mimarı, kendisine kulak olunması gereken bir insan olarak dünyaya geldi! “Seçilmişlerden” olduğu sadece eserlerinden anlaşılmıyor, bizatihi ve doğrudan doğruya Üstadı’nın ona söylediklerinden de anlaşılıyor. Durum bu merkezde olmasına rağmen gelin görün ki, bu kadar mübarek bir insana, aslında “dünyaya gelmiş en sonki büyük ve güzel insan”a kulak olunamadığı gibi, onun katline, dolayısıyla da şehid olmasına kayıtsız kalınmıştır. Bu mübarek insana tam 16 yıl Telegram işkencesi reva görülürken, genelde topyekûn insanlık, özelde ise tüm dünya Müslümanları bu duruma kayıtsız kalmışlardır. Halbuki o, tüm ömrünü topyekûn insanlığın selamete çıkması için “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine hasretmiştir. Diğer bir ifadeyle de, bütün bir insanlığın kurtuluşuna hasretmiştir.  Bu ifadeyi hiç çekinmeden kullanmamın tek bir sebebi var ve o da, temsil ettiği mânânın “Bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü”nün zamanımızdaki gölgesi keyfiyetini haiz olduğundandır. Evet, böyle mübarek bir insan yapılanlara karşı Müslümanlar özelinde topyekûn insanlık ne “El, dil ve buğz” mutlak ölçüsüne, daha doğrusu mutlak ihtarına riayet ettiler ve ne de başka bir şekilde mevzuya dahil oldular. Kumandan’ı büsbütün ademe/yokluğa mahkum ettiler. Hal böyle olunca da, tıpkı Peygamberler tarihinde olduğu gibi, uç noktada ya helak olmak, veyahut da büyük bir belaya davetiye çıkarmak kaçınılmaz olmuştur. Müslümanlar için helak olmak sözkonusu olmadığı içindir ki, bugün bütün bir insanlık hâlihazırda ayakta kalabilmektedir. Bilindiği üzere Allah Resûlü’nün kabul edilen üç duasından biri de diğer kavimlerde olduğu gibi ümmetinin helak olmaması yönünde idi. Allah Resûlü’nün bu duası kabul edilmiştir. Bu duanın kabulü yüzü suyu hürmetinedir ki bugün topyekûn dünya, helak olmaktan kurtulmuştur. Ancak, her suçun da bir cezası muhakkak ki vardır esprisi çerçevesinde, büyük bir bela da eşikte beklemekteydi. Koronanın pandemik çapta olmasını bu çerçevede değerlendirmenin hiçbir mahsuru olmasa gerektir, diye düşünüyorum. Evet, Allah’ın şanındandır ki, bela umuma gelmiştir. Kanaatimce koronanın pandemik bir boyut kazanmasının metafizik arka planı veya boyutu bundan ibarettir. “Kısasta hayat var” ilahî adaletinin bir tecellisi hâlinde topyekûn dünya, “Zindandan Mehmed’e Mektub” isimli şiirde geçen mısraın mânâsına düçar olmuş gözükmektedir. Neydi o mısra:

“Dünyaya kapalı, Allah’a açık.”
Bu pandemik durumdan kurtulmak mümkün mü? Allah, “rahmetim gadabımı geçmiştir” buyurduğuna göre, elbette ki kurtulmak da pekâlâ mümkündür. Topyekûn dünyada “Dünyaya kapalı, Allah’a açık” bir hâl yaşandığına göre, bir tek dua kapısı açık kalmış demektir. Kurtulmak için ilkin yapılması gereken yapılan yanlıştan dolayı tevbe etmektir. Malumdur ki tevbe kapısı, “güneş batıdan doğana kadar” veya “güneş battığı yerden doğana kadar” ardına kadar açıktır. Bu noktada mevzuya bir dalarsam, korkarım ki karşımda açık kapı neyim de kalmayacaktır. Her şeye rağmen, hâlihazırda bütün camilerden yapılan dua gayet yerindedir. Umulur ki bütün ezanların sahibi olan Allah, yine ezanlar yüzü suyu hürmetine Ümmed-i Muhammed’in dualarını kabul eder. Burada İBDA Mimarı’ndan bir helallik almak zaruretine de işaret etmek gerekiyor. Peki, bu nasıl mümkün olacak? Çok basit: “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” kendisini “yeni insan yeni nizam” çerçevesinde “yeni dünya düzeni” şeklinde teklif eden bir “ruh ve fikir sistemi” olduğuna göre, tüm dünya insanı veya ülkelerinin bu sese veya sisteme kulak olması hâlinde umulur ki yapılan duaların kabulü de mümkün bir hâle gelir. Aksi takdirde tüm insanlık, pes edene kadar çile çekmeye devam edecek gibi gözüküyor. Her şeyi hakkıyla bilen ise sadece ve sadece Allah Azze ve Celle!

Parantez: Bugün topyekün dünya insanına yeniden şekil vermenin hesabı üzerinden iş kotaran, daha doğrusu topyekûn dünyaya “Dijital Tek Dünya Devleti” dayatması üzerinden adeta Allah’a dil çıkarırcasına meydan okuyan Deccal Komitesinin tetikçileri mahiyetindeki “Küresel Sermaye”, tüm dünya varidatının neredeyse yüzde 80’ini ellerinde bulunduruyorlar ve bundan dolayı da tüm dünya insanının kendilerine olan ihtiyacı üzerinden, daha doğrusu nefs kuduzluğu üzerinden kibir küpü olarak meydanda arz-ı endam ediyorlar. Bilindiği üzere Allah, nefse, “Ben kimim?” diye sordu ve nefs, “Sen sensin, ben de ben!” şeklinde bir cevap verdi. Halbuki Allah, ruha da aynı soruyu sormuştu. Allah, ruha “Ben Kimim?” diye sorduğunda ruhun verdiği cevap, “Sen bizim Rabbimizsin!” şeklinde olmuştur! Neyse mevzumuz bu değil! Ama bununla da bağlantılı olarak, Allah, “Sen sensin, ben de ben!” şeklinde cevap veren nefsin bu tavrı karşısında tek bir hamle yapıyor ve nefsin rızkını kesiyor ve onu aç bırakıyor. Bu durum karşısında nefs sözünden dönmüyor amma, açlığa daha fazla dayanamıyor ve kısa bir zaman sonra pes ediyor. “Nefs terbiyesi” denilen durumun metafizik arka planı bundan ibaret olsa gerektir. Nitekim riyazet, az gıda ile yetinmek mânâsınadır. “Sözlükte “yabani bir hayvanı evcilleştirmek, serkeş atı eğitmek; egzersiz yapmak” gibi mânalara gelen riyâzet kelimesi tasavvuf terimi olarak nefsi eğitmek için onu birtakım tabii ve meşrû arzularından mahrum etmeyi ifade eder. İslâm’da nefsin haramlardan uzak tutulması emredilmiş, mekruh olan hususlardan sakınılması tavsiye edilmiştir. Sûfîler, sâlikin nefsini mubah olan hazlardan da mahrum ederek nefis üzerinde hâkimiyet kurması gerektiğine inanırlar. Riyâzet “nefsin şehvet denilen beden ve dünya ile ilgili arzularını kırmak, bunları etkisiz hale getirmek, nefsi aklın ve dinin tesbit ettiği sınırlar içinde tutmak” şeklinde de tanımlanmıştır.” 

(https://islamansiklopedisi.org.tr/riyazet--tasavvuf) Evet, buradan mevzuumuzla ilişkili olarak ne söylenebilir sorusunun cevabı da şudur ki, “Dijital Tek Dünya Devleti” hayali üzerinden iş kotaranlar, korona vesilesiyle ilahî adaletin pençesine düşmüş olarak, “daralan boynuz”un içerisine sokulmuş bulunmaktadırlar. Bundan sonraki süreç, “İlmi dileyene, zenginliği ise dilediğime veririm.” buyuran Allah, -ki en büyük zenginliğin “Allah’a iman” olduğunu da bilelim bu arada!-, imtihan vesilesi üzerinden “Veren Allah, alan Allah!” hakikatinin bir tecellisi hâlinde, “Küresel Sermaye”nin elindeki tüm varidatları alacak, almasa bile hükümsüz kılacak, hükümsüz kılınmasa bile hiçbir kıymetleri kalmayacak. Böyle bir sürece dahil olduğumuzu bilelim. Yine bu süreç içerisinde, umuma gelen bela olması hasebiyle de, topyekûn insanlık büyük bir kıtlıkla imtihan edilebilir ve bu duruma da hazırlıklı olmak lazım gelir. Buna karşı ne yapılabilir sorusu, Osmanlı Devleti’nin sahici akıncıları olarak tarihte yerini alan  “Deliler”in  alınlarındaki yazı ile izah edilebilir: “Yazılan gelir başa!”

Bu uzun yazıyı Üstad Necip Fazıl’ın Dua şiiri ile bitirelim:
“Bıçak soksan gölgeme,
Sıcacık kanım damlar.
Gir de bak bir ülkeme:
Başsız başsız adamlar...
Ağlayın, su yükselsin!
Belki kurtulur gemi.
Anne, seccaden gelsin;
Bize dua et, emi!”

Allah’tan duam o dur ki, Allah ilkin Kumandan’ı Ümmed-i Muhammed’e karşı, bizleri Kumandan’a karşı, cümlemizi ise Zat-ı Sübhanına karşı mahcub etmesin, Amin!

Yine Allah’tan duam o dur ki, Allah, “İstikbâl İslâmındır!” mutlak müjdesine yataklık eden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın kendisine mekân olarak gördüğü Anadolu’da yaşayan tüm Ehl-i Sünnet Müslümaların şahsında tüm dünya Müslümanlarını korusun, kollasın ve gözetsin ve dahi muzaffer ve mukadder kılsın, amin!

Son olarak, bizzat İBDA Mimarı’nın “Metris, Kartal ve Bolu Cezaevi” rampaları üzerinden arş-ı alaya gönderdiği mübarek duaları:

“Ya Cabbar! Ya Kahhar! Ya Müntakim Allah! Bizi intikamına memur et!”
Amin! Amin! Amin!.. 


Baran Dergisi 697.Sayı