İBDA Mimarı’nın mühim bir vasfı este­tik anlayışla ortaya çıkmasıdır; tıpkı şâhidi olduğu Necip Fazıl’da olduğu gibi. Ve Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fa­zıl tanımlamasında şöyle diyor:

“Davanın, aşkını, vecdini, diyalektiğini, estetiğini, dost ve düşman kutuplarını işaretlendiren, hedeflendiren, istikâmetlendiren Necip Fazıl”.

Necip Fazıl’dan estetiğin önemi: “Umulur ki, 15. İslâm asrının yenileyicisi “İslâmda estetik” plânı başa alsın... Zira güzellik, hesap ve kitap sor­durmadan, yakalayıcı, zapt ve fethedicidir.”

Teoriden hemen müşahhasa iniyoruz; bu minvalde:

İstanbul İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’ni ziyaret. Almanya’da Goethe Üniversitesinde kürsü başkanı da olan sayın Prof. Suat Sezgin’in çabalarıyla Gülhane Par­kı’nın içinde 1 yıl önce açılan müzeden bahsediyorum.

İlk gözüme çarpan ve bende hay­ranlık ve gurur uyandıran, o çağların Müslümanlarının çalışkanlıkları, maddeye hâkimiyetleridir. Maddesine hâkim olan bir ruh; işte ruhçuluğun en güzel meyvesi. Maddesine hâkim olamayan ruhu ise ruhçuluktan sayamıyo­ruz.

Dünyada ilk rasathaneyi açan Ab­basî Halifesi Me’mun emretmiş, İslâm âlimleri ekvatorun uzunluğunu ölçmüşler, hâlâ bu ölçü geçerli.

Hummalı bir çalışma ile eşyayı zapt ve feth. Dünyayı güzelleştirmek, mamur ve semereli kılmak; ahiretin tarlası olan dünyayı sürmek, tohum ekmek, çabalamak ve mahsülünü-meyvesini toplamak. Ne zaman ki bu cehd kaybedildi, bu dünya da kaybedildi; öte dünya da. Gerçek Müslümanlar dünyayı güzelleştirdi; çünkü onların inancına göre, “Allah güzeldir ve güzeli sever”. Ne zaman Müslümanlar dünyadan eletek çekti, dünya çirkinleşti, berbatlaş­tı, adaletsiz ve sömürü düzeni hâkim oldu. İlmî terakkiler zalimlerin eline geçti, insanlığı parya yaptılar. İlmi, sö­mürgeleştirmek için kullandılar, mad­deye (teknolojiye) hâkimiyetle ülkeleri işgâl ettiler.

Allah Resûlü buyuruyor: “İlmi, hınzırların ağzına bırakmayınız!”

Halimiz bu Hadisin encamını işaretliyor. İlmi hınzırlara bırakınca böyle oldu. İlim ve teknoloji üstünlüğü ile bize galebe çaldılar. Fakat şu hususun karıştırılmaması mühim... Marifet ilim ve teknikte gibi görünüyor, neticesinde böyle ama sebebinde böyle değil; asıl âmil azim ve çabadadır. Nasıl ki geçmiş İslâm milletleri bu çabayı gösterip dünyanın da hakkını verirken, şimdi bu çabayı hınzırlar yani Batı göstermektedir. Yoksa ilim ve teknik herkesin ortak malıdır, ilim ve tekniğin bir rengi, bir kimliği, bir ideolojisi yoktur. Kullana­na, icat edene göre hizmet eden ve ye­rine göre zarurî olan bir âlettir.

Âletine hükmedemeyen ruh, ruh değildir ve dinimizin açık emirleri ve ta­rihimizin açık misallerine rağmen bizim bu düşkün halimiz, tembellik ve adam olamamaktan başka türlü izah edilemez.

Düştüğümüz bu durumdan kurtulmak için bizdeki fikir ve anla­yış eksikliğine işaret eden ve bunu ideolocya planında yerine getiren, Doğu ve Batı, tarih ve hal muhasebemizi yapan, siyasetimizi, ahlâkımızı, estetiğimizi örgüleştiren, bunun örgütlü mücadelesini başlatan, muhalefet ve iktidar şuuru ve aksiyonu veren Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu (BD-İBDA), Müslümanların kurtarıcı şemsiyesidir.

Gönüldaşımız Gülçin Şenel’in Baran Dergisi’nin 112. sayısında yayınlanan “Resimleri ve Sinemasıyla Akira Kurosowa” yazısı vesilesiyle Kurosowa sergisine (Pera Palas-Beyoğlu) gittim. Kültür ve sanat ziyafetiyle kar­şılaştım. Maalesef arkamızı dönerek veya oturduğumuz koltuklardan reddiyeler dizerek olmuyor bu işler; çile, gayret, araştırmak, okumak, kılı kırk yarmak gerekiyor. Telkinle alınanın, (eğer aldı isek) tetkik ve tahkiki gereki­yor. Yoksa papağanvârî tekrarı söz ko­nusu olur ki, asırlarca yaptığımız budur ve maddesine tahakkuk edemeyen ruh­suz ruh durumuna düşülmektedir.

Bu minvalde, Kurosowa’nın hayat hikayesinden bence önemli bir enstantane:

Akira Kurosowa, 1935’de, bir ga­zetede bir sinema stüdyosunun yönetmen asistanı aradığını okur. Açılan ya­rışmaya katılabilmek için:

“Japon sinemasının zayıf yönleri” üstüne bir metin yazmak gerek­mektedir.

Kurosowa şöyle düşünür:

“Kendi sinemamız üstüne bir yargı­ya varabilecek kadar yabancı film incelemiştim.”

Ve bu işe müracaat eder, kazanır ve hep kazanır.

Kurosowa resimde de öyle, hem Batı’yı biliyor, hem kendi kültürünü.

Salih Mirzabeyoğlu diyordu: “Batı’yı bilmeden kendimizi bilemeyiz.”

Kurosowa’nın katıldığı yarışma için “Japon sinemasının zayıf yönleri” diye soru sorulması da enteresan. Kendini zaaflarıyla birlikte bilmek ve Kurosowa’nın dediği gibi, zıddını da -sıç­rama tahtası olarak- iyi bilmek. “Japon sineması” kelimesi yerine, kendimizi, kendi kültür ve aksiyon seviyemizi, sanat ve estetik anlayışımızı, dava aşk ve ahlakımızı koyup kendi kendimize sor­mak, yine sormak, devamlı sormak ge­rekmez mi?

Kurosowa’nın desenlerini gezerken bende ilk çağrışım, Fatih devrinin büyük ressamı Siyahkalem Mehmed oldu. Rulo halinde gördüğüm Siyahkalem’in, cinler, insanlar vs. çizimleri tedai etti bende.

Kurosowa, Resim tekniklerini bir arada kullanmış; kurşunkalem, sulubo­ya, pastel, mürekkep, yağlı keçeli kalem.

Filmlerini çekmeden önce, sahnele­ri tek tek resimlermiş ve ona göre film çekermiş. Film sahnelerini ise, yedek çekime almadan tek seferde filme almaktan yana imiş. Daha canlı ve inana­rak sahnelensin diye herhalde, çünkü ikincisi tekrar oluyor.

1950’de Kurosowa’nın efsaneye dönüşen on birinci filmi Rashoman, insanın bencilliği ve gerçek/yalan ikile­mi üstüne baş döndürücü bir film. Son filmi Düşler’den: Tilkinin Düğün Alayı, Şeftali Bahçesi, Ağlayan İblisler, Âlemle Kar Kadın, Kan Gölü.

İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nde nelerin sergilendiğini gidip görebilirsiniz. Ben buradan anlatıp sizi tembelliğe teşvik etmeyeyim.

İslâm âlimlerinin ne kadar inançlarına ve kendilerine güveni olduklarına bir misal olarak, El-Bîrüni’nin “Hindistan’a Dâir Eseri” hakkındaki şu yazıyı, müze notlarımdan aynen vereyim:

“Bu kitap, örnek alınabilecek bir hakikat sevgisine, eleştirici bir düşünceye keskin bir gözleme, dünya kültürlerine karşı şaşırtıcı bir açıklığa ve yazarın nesnelliğine tanıklık etmektedir. Uygarlıkların tanıtılmasında bizde ve dışımızda aşılmamış bir zirvedir.”

Yukarıda da belirttik; sergide misallerini gördüğümüz, zamanın hakkını veren, çağından mesul Müslümanlar ve günümüzde ise Mirzabeyoğlu’nun yapmak istedikleri; sonu başa bağlamak isteği açık.

Batı bilimi bizden aldı ama hâlâ inkâr ediyor, bilinen ve klişeleşen bir gerçek. Batı, fikirde son derece hilekârdır, bir yerde bir değer görmesin, hemen el atar, ayrıntılarını çıkarır ve markalayıp kendine mâl eder.

Müzede, “Savaş Teknolojileri” bölümünde üç büyük yaylı ok atarları gördüm. Cüneyd Arkın’ın filmlerindekiler gerçekmiş dedim kendi kendime.

Küçük kan dolaşımını keşfeden İbn en-Nefis... Kan ölçer aletler (Cezeri. 1200). Ve saymakla bitmeyecek keşifler... Osmanlı bilgini Takiyyettin’in buhar kuvveti ile çalışan döner makine­si... Tartmada hata payını 1/60.000’e indirmeyi amaçlayan terazi 12. y.y.da El-Hâzînî tarafından “mizan el-hikma” adı altında geliştirilmiş... İki pistonlu otomatik su pompası... Takiyeddin’in altı pistonla su çıkarma ve dağıtım me­kanizması... Sunî kuluçka cihazı da var (15 y.y. Mısır).

“Musîkî, insanlığın ahlâkını tesviye eden kudsî bir ilimdir” diyen İsmail Dede Efendi ve Müzik Bilimi ve Bilim kitapları bölümünde.

Matematik ve Geometri bölümün­den bahsetmeden edemeyeceğim:

El Harizmî’nin cebir ve aritmetiği, Latinceye çevrildikten sonra 12. yüz­yıldan itibaren Batı’yı çok derin şekil­de etkilemiştir.

9. yüzyılın ikinci yarısında Sabit b. Kura tarafından Pythagoras Teoremi­nin Genelleştirilmesi. Ancak Sabit b. Kurra’nın bu teoremi, Avrupa’da mu­cit olarak John Wallis (1616-1703)’ın adını taşımaktadır.

Ve gelelim pi sayısına. Kâşifi Giyasüddin Cemşîd el-Kâsânî. Matematik bölümündeki takdim yazısı:

“Bütünü cebinize koyamazsınız, çünkü cebiniz de bütünün bir parçası­dır, cebinizin bütün içinde bir boşluğu vardır.

Meçhul bilgi Kaos teorisinin hilekârıdır. Matematiği insanlık mı icat etti, yoksa keşfedemediğimiz bir bütünün parçası mı, henüz net olarak anla­yabilmiş değiliz.

Doğada birbiriyle ilişkili ve ilişki­siz, canlı veya cansız her şey belli bir matematik formüle göre şekillenmiş sırlı ve saklı bir bütünlük arzeder. Her şey kendi içinde bütünlük arzeden bir miktar ve ölçü ile takdir olunmuştur. Her şey birbiriyle alakasız gibi görünen ilişkiler zincirinin bir halkasıdır."

Matematikle bu kadar iç içe olma­mıza karşın matematikle her şeyi he­saplayabilir, hakikati keşfedebilir miyiz? “Sırlı ve saklı” olan pi sayısı ile ilgili şu bölümü-yazıyı uzattığım için affınıza sığınarak- sabırla okumanız dileğiyle aynen veriyorum.

“Pi sayısı bir dairenin çevresinin çapına oranıdır. 3.14 rakamıyla ifade edilen, virgülden sonra elli bir milyar basamağı hesaplanmış, basamaklar arasında bir kalıp olmayan, sonlu ile sonsuz arasındaki sınırı belirleyen, ak­lı sonsuzluk düşüncesine yönelten, son­suza kadar akan, kaotik ve müstesna güzellik ihtiva eden, fraktal bir sayıdır. Doğal ve reel dünyanın derin mânâlar taşıyan irrasyonel bir sayısıdır. Ses dal­galarından okyanus dalgalarının ritmi­ne kadar, geometride olduğu gibi, evre­nin her yerinde hazır ve nazırdır. Daire sonsuzluğun işareti kare ise sonlu ol­manın işaretidir.(...) “Sonsuzun sınır­larını keşfedebileceğimizi, bir şekilde doğayı hesaplayabileceğimizi zannet­miştik. Fakat yanılıyorduk, aklın ve id­rakin tükendiği bir nokta vardı ve ku­sursuzluk erişilebilir değildi.”

Kusursuzluk mümkün değil. Ki, in­sanın kusuru kendini ve yaşadığı dün­yayı güzelleştirme vesilesidir. İnsana efendilik makamı da buradan gelir.

Ve, 15. İslâm asrının yenileyicisi İBDA’ya yol verici bünyeden olan “Çağdaş Sinan” vasıflı Cevad Ülger ile, “din, dünyayı güzelleştirmek için­dir” diye mücadele veren ve yakın za­manda vefat eden Turgut Cansever’i anmadan geçmeyelim.

Sistem kurucu mânâsında İBDA Mimarı’nı başa alarak, rahmetli Turgut Cansever’in şu sözüyle yazımızı nok­talayalım:

“Mimarın görevi, dünyayı güzel­leştirmektir.”

Baran Dergisi 114. Sayı, 19 Mart 2009