Bu haftaki yazımı İbda iktisadında paranın önemine ve faiz-para ilişkisine ayırmayı düşünürken kızılca kıyamet koptu: Türk lirası, dünyanın “rezerv parası” dolar karşısında ciddi bir değer kaybı yaşadı. Fakat tabloya baktığımızda liranın tüm diğer hatırı sayılır paralar ve altun karşısında da değer kaybettiğini gördük. Yani dolar yükselmiyor, lira düşüyor. Lira ile beraber Türkiye’nin tüm varlıklarının değeri düşüyor. Bir hafta içinde Türk lirası yarı yarıya eridi. Paranın mübadele vasıtası olmaktan çıkıp, bilhassa dolar özelinde bir meta, bir “fetiş” haline gelmesi, insanların güce ve konformizme taptığı geç modern ve modern sonrası dönemlerin bir alametifarikası. Doların kendi varlığından soyutlanıp aşkın bir mevkie yükseltilmesi, belki biraz garip gelecek ama tersinden ruhun isbatçısı bir vakıa. Her neyse; biz şu son olup bitene yakından bir bakalım.

Bu operasyonda gördüğümüz, en azından 3 yıl öncesinden beri hazırlık yapıldığı. Ülke içinde sermayeyi kitle bazında elinde tutan ve 3 bin olarak tesmiye ettiğimiz oligarşinin yaklaşık 3 sene boyunca dolar ve euroya tedrici geçişinin bitmesi beklendi. Bu arada, dönüşümden dolayı Türk Lirası peyderpey değer kaybetti. Meşhur 3 bin ailenin, bu darbe girişimine hazırlanması (Evet bu bir darbe teşebbüsüdür ve yurtiçi ayağını Ekonomi Bakanı’nın karşısında, onun hareketlerini sırıtarak izleyen Tüsiad üyelerinin başını çektiği bu oligarşi oluşturmaktadır) mecburen biraz zaman aldı. Zira varlıklarını “zamana yayarak” diğer döviz türlerine çevirmeselerdi, vaktinden evvel dövizi fırlatabilirlerdi. Bu da hoş olmazdı tabii. Bunun bilinen en son örneği Aydın Doğan’dır. Tüsiad’ın sözcüsü Hürriyet Gazetesini sattığında aslında hadise tamamlanma aşamasına gelmişti. 

Elbette ülke içi ihanet odağı, Kemalist-Batıcı Tüsiad’ın bu yaptığı, bu son hadisede amillerden sadece bir amil ama hem onların kurtarılması ve hem de operasyona katılımlarının sağlanması noktai nazarından en önemlilerinden... 

Ancak bu oligarşinin tarihte ilk defa bu kadar tedirgin olduğunu da bir not olarak eklemek lazım. Tayyip Erdoğan’dan ve onun temsil ettiği büyük kitleden ödleri kopuyor. Gördüğümüz o…

Diğer önemli amil ise, eroin bağımlısı gibi tüketim bağımlısı olmak, üretmemek ama hep tüketmek, hep tüketmek. Bu bizim son 20 ama bilhassa son 15 yıllık hastalığımız. Kimse kimseyi kandırmasın: Ülke olarak ciddi ve kaliteli, rekabet gücü yüksek hiçbir şey üretmeden tüketiyoruz. Turizmimiz bile bu mantıkla çalışıyor. Ciddi olarak ürettiğimiz tek şey ise arsa. Arsa üretip, muhtelif yatırımlarla rant olasılığını yükseltip Körfez ülkelerinin ahalisine satıyoruz. Buradan gelen yeşil yeşil dolarların bir kısmını inşaat sektörü manivelası üzerinden halka dağıtıyoruz. Ama ciddi bir kısmı yine 3 bin ailenin eline geçiyor, zira mevcut emtia ve inşaat sektörü ana kalemlerinin üretimi onların elinde. Yani çeşmenin başındalar. Körfez’de son bir senedir olanlar malum. Orada yapılan operasyonların da Türkiye’ye yönelik olduğunu müteaddit defalar ifade etmiştik. Zira bu ülkelerden rantiye maksadıyla bile para geldiği sürece köşeye sıkıştırılmamız mümkün olamıyordu. Artık o da mümkün oldu. Şu noktayı da bir not olarak ekleyeyim: Körfez’den gelen bu paralar, rantiye ve inşaattan başka bir iktisad kültürü olmayan yeni AKP’li zengin sınıfı tarafından, herhangi bir zirai ve sınai üretime bağlanmadı, yine araziye yatırıldı, hatta yurtdışındaki arazilere dönüştü. Bir derde derman olmadığı gibi ülkemiz istasyon gibi kullanıldı. 

Gelelim iktisadın tabuları arasında sayılan son amile, yani hazinenin borçlanması meselesine… Ekonomist milleti, bu tarz şeyleri çok sever. Borsa, repo, bono/tahvil, sonsuz serbest sermaye dolaşımı (ne demekse) vb. tabirlere bayılırlar. Onların en tuttuğu, en sağlam “enstrüman” da devletlerin bastığı ve düşük faiz isteyene ihaleyle sattıkları hazine bonolarıdır. Yalnız bu bonoları öyle sıradan insanlar alamaz; büyük finans şirketleri ile bankaların girdikleri ihalelerdir bunlar. Genellikle yurtiçine satılsa da, artık “globalleşen dünyada” Türkiye gibi ülkelerin içi dışı bir olduğundan, Türk hazine bonolarının ciddi bir miktarı yurt dışında… “Ucuz finansman sağlıyor, ülkenin ulaştığı itibarı gösteriyor, vs.” gibi argümanlarla savunulan bu bonolar, kanaatimce ülkenin şu andaki en büyük handikaplarından. Zira bu iktisadî saldırıda asıl darbenin geldiği yer, hazine bonoları. Yani, Hazine’nin para basmadan kaynak bulmak için sıklıkla başvurduğu bono ve değerli kâğıt satışı, bir tarafıyla uygun fiyata borçlanılmasını sağlayan müsbet bir yöntem olarak savunulur iken, diğer taraftan, kimliği malum meçhul kesimlerin elinde ülkemiz aleyhine kullanılabilecek büyük bir koz olarak durmaktadır. Her ne kadar “kırdırma” tabir ettiğimiz yöntemle bonoları nakde çevirten finans çevrelerinin bu işten zarar etmeleri kaçınılmaz ise de, maksad siyasî bir operasyon olduğundan, bu durum onlar için katlanılabilir gözüküyor. İktisadın sadece iktisad olmadığına dair en güzel delillerden birisi, bu son yaşadığımız iktisadi darbe olsa gerek… 

Gelelim nihai ve asıl amile… Bizim ülke olarak bir “düşünce”miz yok; planımız, programımız, hesabımız, kitabımız yok. 80 yıl boyunca kendi halkını denetim altında tutmak, Batılılarla çatışmamak ve onların sözünden çıkmamak Cumhuriyet devrinin genel siyaseti olmuş. Arada çıkıntılık yaptığımız durumlar var elbette, ama ne yapacağımıza dair bir fikrimiz olmadığından kendinden ibaret işler olarak akim kalmış bunlar da. Eğitimde, idarede, askeriyede, asayişte, adliyede ve elbette iktisadda durumumuz bu. Bakmayın siz hükümetlerin sürekli güncellediği ve bir türlü de gerçekleştiremediği o plan programlara. Gerçeklikle bağı olmayan, “mitoman” bir ülke haline gelmişiz hasılı kelam.

Bu operasyonun asıl hedefi ise ülke içi iktisadî dengeleri tarumar etmek, müthiş bir enflasyon ve işsizlik sarmalına sokmak; ülke insanının alım gücünü belki de yarı yarıya düşürecek enflasyon ve belki de daha kötüsü, bu enflasyona eşlik edecek, üretim ve tüketim iştahını köreltecek, işsizliği patlatacak bir durgunluk/resesyon. 

Bizim çokbilmiş (ve tabii Amerika görmüş) liberallerimizin her zaman iddia ettikleri neydi? Ekonominin kendi kuralları var, dünyayı yöneten bir üst aklın mevcudiyeti gibi safsatalara inanmayın, dünya gerçekleri, piyasa analizleri, vs., vs. Bu bilmişlere AKP’li (AK Partili değil, dikkat) ne idüğü belirsiz, dünyası bu dünyadan ibaret, Allahsız, kitapsız, mezhebsiz bir kısım tipler de koro halinde destek oluyorlardı. İşin kötüsü, RP’nin 94’de belediyeleri ciddi bir oranda almasından beri buralara b.k sinekleri gibi üşüşmüş, sonradan görme, gâvurdan dönme sözünü ispatlarcasına paraperest hale gelen (maalesef) Anadolu menşeili “ihaleciler” de aynı düdüğü öttürüp halkın arasında bu söylemleri yaymakla meşguldüler. Gelinen noktada gördük ki, tek gayesi dünyanın mutlak egemeni kalmak olan ellerin basıp denetlediği “itibari/kâğıt para” eğer dünyaya hâkim rezerv para olursa, onlar ne isterse o olur. Uzun lafın kısası budur. 

Dünyada altunun rezerv para olmaktan çıktığı 1945’ten, bilhassa altun bağının hiç kalmadığı 1970’den beri iktisad tamamen siyasetin elindedir. Bu siyaseti Batılı devletlerin yönettiği iddiasında değiliz. Onları da yöneten bir üst akılın uhdesine, tarihin görüp görebileceği ve ancak ahir zaman şartlarına yakışan bir imkân verildi, 70 yıldır. Onlar da bu imkânı tüm dünyayı dize getirmek için tepe tepe kullanıyorlar. Birçok abuk sabuk finansman tabiriyle ve finansal bilgi kirliliği ile perdelenen hakikat budur. 

Bu durumdan kurtulmanın yolu, finansman düzeninden gerçek iktisada, İbda iktisadına geçmekle olur. Elbette evvela şu gereksiz cümbüşün sesini kısıp, “ekonomist”lerden oluşan saz heyetine kapıyı göstermekle işe başlamak lazım.

Baran Dergisi 605. Sayı