İnsanoğlu, zafiyetleriyle malul bir canlı... Bedenen yeryüzündeki mahlûkatın belki de en kırılganı... Çevre şartlarına dayanamaz; korunmasız halde çok soğuğa, çok sıcağa, susuzluğa, açlığa, diğer canlılara nazaran daha az direnç gösterebilir. Hızlı koşamaz, kaçamaz, atlayamaz, zıplayamaz vs. Ama bakıyoruz, tüm diğer canlı türleri insanın elinden zar ağlıyor. Neredeyse yarım ton ağırlığıyla, son derece keskin pençeleri ve avının canını bir kerede almaya yarayan dişleriyle Sibirya kaplanı, işte bu son derece nazik insanoğlu yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya... Güç ve çeviklik açısından insanla mukayese kabul etmeyecek bu kaplan türünü ve nice diğer canlı formunu, insan karşısında bu kadar çaresiz bırakan ne?

Aslına bakılırsa, bu cevabını herhalde herkesin bildiği bir sorudur: Evet, cevap insanın “zeki” bir varlık olmasıdır. O, keyfiyeti tam bilinmeyen bir şekilde sahip olduğu şuur ve onun “vasıta”sı mesabesindeki zekâ sayesinde âlet yapıp kullanabilir, kendisi için dezavantaj gibi gözüken özelliklerini avantaja çevirebilir. “Lisan” gibi hakikaten son derece kapsamlı bir iletişim aracına sahiptir. Kendisini çevre şartlarından izole etmek için barınak inşa eder, en iptidaî bir biçimde dahi olsa giyinip kuşanabilir (gerektiğinde de giyinmeyebilir!), ilerideki kıtlık zamanlarında kullanmak üzere gıda depolayabilir. Hülasa, aklını kullanmak sûretiyle dış koşullara azamî bir uyum sağlama kabiliyeti vardır insanın...

Şuur ve emrindeki zekadan oluşmuş terkibe “akıl” ismini verebiliriz. İnsan akıl kabiliyetiyle temayüz etmekte.. Diğer canlılarda kıvılcımlarını gördüğümüz bu kabiliyet, insanoğlunda mükemmeliyete en yakın noktada bulunuyor. Diğer canlılarda kıvılcım hâlinde bulunuyor, yani sürekliliği olmayan bir biçimde... İnsanda hakim unsur olan bu kabiliyetin aksine diğer canlılar iç güdü-doğuştan varolan ve bünyeye sabitlenmiş bilgi ile varlıklarını sürdürürler. İnsanı, içiçe yaşadığı tüm diğer canlı varlıklardan ayıran bu kabiliyete sahib olmasıdır.

Tabii, akıl sahibi olmanın, sadece mevcudiyeti muhafaza ve çevreyi dönüştürebilecek bir kapasiteyi insana teminden başka neticeleri de var... Az önce yönelttiğimiz “insanı diğerlerinden ayıran ne?” gibi birçok soruyu sorması, hatta sonsuz sayıda soru sorabilmesi bu neticelerin en başında gelenidir. İnsanı tarif için kullanılan “konuşan hayvan (canlı), düşünen hayvan (canlı)” ifadelerinin yanına “insan, soru soran hayvandır” cümlesini eklemekte hiç bir mahzur yok. Geçen sayı dergimizin kapağında kullandığımız ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu'na ait “insanın meselesi karnı doyduktan sonra başlar” tesbiti, mevzûmuzu gayet güzel özetlemektedir. Nasıl ki insan, madde ve mânâ, ruh ve nefs, akıl ve içgüdü şeklinde tavsif edebileceğimiz zıtlıklardan mürekkeb ise, yaşayışında da bu zıtlıklardan birini ya da ötekini, bazen her ikisinin muhtelif karışımlarını tezahür ettiriyor. Bir noktada en basit seviyede dahi olsa varlığını sürdürmek için aklî verimlerin insiyaka-içgüdüye en yakın yönünü kullanırken, varlığının devamını teminat altında gördüğü kısa zaman aralıklarında ise içgüdüden yukarıya doğru tırmanmakta ve mevcûdiyetinin temelini ilgilendiren meselelere eğilmeye başlamaktadır. Bu eğilimin neticeleri de felsefe ve sanat olarak karşımıza çıkmaktadır.

“İnsan, soru soran canlıdır” ifadesini, insanı tarifte kullanabileceğimizi belirtmiştik. Bu ifade, insanın her daim hakikatin peşinde olduğu anlamını da zımnen içermektedir. İçine doğduğu çevreyi anlamaya çalışmakta, karşılaştığı her yeni vakıâyı, onu aklen ihata edip bünyeleştirene kadar sorgulamaktadır. Bu vaziyeti en çok çocuklarda görürüz. Öyle ki, yetişkinler çocukların soru sormalarından ve bazen de sordukları soruların derinliğinden şaşkına dönerler. Soru sormanın ardındaki sâik ise aklın (dolayısıyla ruhun) en temel muharrik gücü olan “bilinmeyeni meraktır.” Bu, doğrudan varlığımızla ilgili bir hakikattir ve insan, bazen belki de farkında olmadan, hayat sevinci ve ölüm korkusuyla, geçmiş özlemi ve istikbale dair ümit ve çekinceleri ile bunu taze tutar. Bu noktada sorulan en temel sorular ise “nereden geldik, nereye gidiyoruz?” sorularıdır; yani “nasıl ve niye varız?” Bunları, şu veya bu şekilde aklından geçirmemiş bir insanoğlu herhalde yeryüzüne gelmemiştir.

Evet, bunlar her insanın kendi varlığıyla ilgili cevaplarını merak ettiği en temel sorular... Bütün hayatımızı; ahlâkî, dolayısıyla içtimaî, dolayısıyla iktisadî tüm veçhelerden ve son raddeye kadar bu sorulara verilecek cevapların belirleyeceği hususunda hiç kimsenin kuşkusu yoktur. Bu soruların cevaplanması, bütün inanışların, bütün felsefî akımların, bütün dinlerin esas meselesidir.

Felsefî telakkileri, bilhassa söz konusu soruların cevabı hâlinde bünyelerini oluştururken maddeci ve ruhçu şeklinde iki ana kategoriye ayırmak genel kabul görmüş bir tasnif şeklidir. Yani, “her şey”i en nihayetinde şu veya bu şekilde akıl ile anlaşılabilir madde ve enerji dönüşümlerinden ibaret gören ve akıl ile kavranıp şu an olmasa bile gelecekte tetkik ve tarif edilemeyecek hiçbir varlık türünü, mistisizmin hiçbir çeşidini kabul etmeyen materyalistlerle, insanın ve içinde bulunduğu kâinatın müteâl bir varlık (veya varlıklar) tarafından bir şekilde meydana getirildiğine inanan ve tabiî bu durumda her vakıayı ruhî bir sâike bağlayan ruhçular... Kısacası, insanı, tüm insanî oluşları ve kâinatı akla hapsetmeye çalışanlar ile bunları, en azından bir yönleriyle akıl ötesi görenler.

“Nasıl varolduk?” ve “niçin varız?..” Evet, bu iki soru, tüm beşerî oluş ve faaliyetlerin esasını teşkil eder. Fakat, bünyeleri itibariyle aralarında kemiyet-keyfiyet farkı vardır. Yani “nasıl” sorusunun cevabı, keyfiyete bakan yüzüyle kemiyet merkezli, “niçin” ise tam tersi. Bu yüzden, asıl cevaplanması gereken sorunun, “niçin” olduğu ortaya çıkıyor, çünkü keyfiyet ile kemiyet arasındaki ilişki, beden ile “can” arasındaki ilişki gibidir; asıl olan candır, beden değil... O yüzden, kemiyetle alâkalı olduğu için, “nasıl varız?” sorusu, maddeci veya ruhçu bütün anlayışlar tarafından bir nebze cevaplandırılabilirken, “niçin varolduk?” sorusunda mesele çetrefilleşmektedir. Tabiatı icabı bu soruya sadece ruhçu anlayış cevaplayabilir. Maddecilikten, yani bütün hakikati maddede gören ve maddeyi “kendinde varlık” kabul eden anlayıştan, mahiyeti itibariyle, maddenin niçin varolduğunu izah etmesini bekleyemeyiz. Ona göre madde, “tanrı” mesabesindedir ve niçin varolduğunun izahına gerek yoktur. Kendisine bir başlangıç aranan ve işin tuhafı o başlangıç da bulunan bu “çakma tanrı” nereden geliyor veya niçin varolmuş gibi “lüzumsuz” sorularla materyalistler kafalarını yormazlar, yoramazlar. Her şey bir şekilde olmuştur ve “Varlık niçin var? Bütün bu kainat niçin oluşmuş?” gibi “metafizik saçmalıklarla” uğraşmayı da zül sayarlar. İşin garibi, bu vaziyetlerinin, kafasını kuma gömen devekuşunu andırdığını da bir türlü anlamazlar. Peki ama onların anlayışına göre salt maddeden türemiş diğer canlılar niçin varlar? Onların düşüncesinde bu sorunun da cevabı yoktur.

“Nasıl var olduk” meselesine, maddeci bir bakış açısıyla cevap vermek istersek, bunu “bilimsel” yapmamız gerekir. Bu da ancak teorik planda matematik ile ve olasılık/ihtimaliyet  hesaplarıyla yapılabilir. Bu mevzû üzerine eserler kaleme almış ve tek tek hesaplamalar yapmış Prof. Dr. Caner Taslaman'dan mülhem ihtimaliyet hesaplamalarıyla -ki hocanın hesaplamaları çok ciddi, kimse karşısına çıkamıyor- kainatın kendi kendine var olup varlığını sürdürmesi, 10-80 'de bir ihtimal olarak mümkün olabilir. Sakın bu rakamı böyle yazdım diye bilgiçlik tasladığımı filan düşünmeyin. Bu rakamı açık halde yazmak için 80 adet (0) sıfır rakamını yazıp arkasına (1) bir rakamını eklemek gerek. Bu sayıların bir ismi de yok. Yani, kainatın “tekil/boyutsuz” ve sonsuz küçük bir noktadan bir anda doğduğunu, herşeyin yolunda gidip -ki, gitmemesi çok daha muhtemel- nihayet olabilecek en uygun yerde dünyanın oluştuğunu, tüm o evrim hadiselerini, velhasıl bildiğimiz ve bilmediğimiz herşeyin böyle kendi kendine oluşma ihtimali bu rakam: 10-80. Kainattaki toplam atom sayısı, bu rakamdan az. Akıl ve havsalanın almayacağı bir ihtimal, ama yine de ihtimal... Düşünmenin vasıtası olması hasebiyle düşünmeden önce olması gereken, ancak düşünme olmadan var olamayacak olan -ama her nasılsa materyalistlere göre onu kullanandan önce doğan- alet mevkiindeki dilin, “aşk”ın, başkaları için kendini feda duygusunun, merhametin, vs. bütün bunların, “bunları içinde barındırmayan maddeden” nasıl doğduğu konusuna hiç girmiyoruz bile... Burada asıl vurgulamak istediğimiz husus, akıl almaz, sonu gelmez sayılarla ifade edilse de, ihtimaliyet hesaplarına mevzû olabilmesi “her şey nasıl var oldu?” sorusunun...  Ancak “bütün kainat niçin var oldu?” veya “niçin var olduk?” diye sorduğumuzda, bu sonsuz derecede küçük ihtimal de ortadan kalkıyor.

Kendimizi biraz geri çekip daha geniş bir çerçeveden bakınca, hayatın anlamının niçin sorusuna verilen cevapta olduğunu, bu soruya cevap verebildiği miktarda bir inanışın insanların ruhunu tatmin edebildiğini görmekteyiz. Maddeciliğin/materyalizmin aslında insan nefsinin boyunduruk kabul etmez mizacının tezahürü olduğunu da görmekteyiz. İmam-ı Rabbânî Hz.'nin buyurduğu gibi, nefs, kendisini her şeyin, Yaratıcının bile üstünde görme gibi bir kibrin sahibidir. Hakikatte “materyalizm” diye bir görüş yoktur, bir inanış, bir hissiyat vardır; kendisine ahlâkî bir sistem vâz etmeyecek bir inanç sistemi terkip etmeye çalışan ve bu sayede inanma ihtiyacını da gideren “nefsinin esiri insan” vardır. O, ölümsüzlüğün peşindedir, zamanın ötesine geçmeyi arzular. İçin için sürekli hissettiği boşluğu dolduracak, kendinin boşlukta kaybolup gitmesini engelleyerek bir noktaya nisbetini temin edecek bir “üst varlık”a müthiş bir ihtiyaç duymaktadır. Bu ihtiyaç, insanlar inanmasalar da aslî kaynaklarının Allah olmasından, yine dönüp O'na varacakları hakikatinden dolayıdır. Belki insandaki “anne” ihtiyacını bir nebze buna benzetebiliriz. Zaten bir kutsî hadiste Allah'ın kullarına olan rahmetinin bir annenin çocuğuna olan merhametinin 99 katı olduğu ifade edilmektedir.

İnsan, kendisini Ruh'undan üfleyerek yaratan Rabbine, yani aslına dönmeyi ister. Onunla bir olmayı, O'nda yok olmayı arzu eder; bütün varlığının merkezinde, her zerresinde bu ruhî iştiyak vardır. Kısacası, insanoğlunun varoluş gayesi zamanı aşmak ve Allah'a erişmektir. Allah, bütün kainatı insan, insanı da kendisi için yarattığını bildirmiştir. Dolayısıyla bütün kainattaki temayül insan, insandaki temayül de Mutlak Varlık yönündedir. Fakat bunun gerçekleştirilmesinde de iki ana yol vardır: Yanlış ve sapkın olan nefsin yolu ve doğru olan ruhun yolu. Yanlış yol, kibriyle temayüz etmiş nefsin “ilahlaşma-kendini ilahlaştırma” eğilimi biçiminde ortaya çıkarken, ruhun yolu, Allah tarafından gönderilmiş Resûlü'ne bağlanıp, onun gösterdiği istikamette giderek Allah'ta “fena bulma-yok olma” şeklindedir. İnsanın yaratılış gayesine, fıtratına uyan yol bu olduğundan, insan ruhu ancak bu istikamette mutmain olur. “Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanın” mukaddes ölçüsü, işte bu Mutlak Varlık'ta fena bulmayla nihayete eren yolda, Hz. Resûl'ün ve onun manevî halifelerinin gözetimi altında istikameti bozmadan yürümektir.

Hülasa hikmetinden sual olunmaz Mutlak Varlık, insanı Kendisini bilmesi ve Kendisine ulaşmaya çalışması için yaratmıştır. “Allah-ü Teâlâ şöyle buyurdu: Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim. Halkı yarattım, nimetlerimi onlara sevdirdim. Böylece Beni bildiler.” (Acluni, II, 132)

Temelde insanoğlunun hayatının merkezinde “var oluş” gayesine uygun yaşamak var, hem hâl ile hem kaal ile... İnsan “kul”dur, Mutlak Varlık değil, o yüzden de en büyük ve -insan o halde ölürse- affedilmeyecek günah “kibir-büyüklenme”dir. İnsan, imtihan sırrı olarak bu aleme indirildi ve imtihanını, ama başarılı ama başarısız, tamamlayıp, aslına rücû edecektir. Hayatın her şubesi bu merkezî hüviyete göre tertip edilmek durumunda... İslâm da, şeriat nizamı ve tasavvuf rejimiyle, bu kulluğun temel ölçülerini hem oluşturmakta hem de o kulları “oldurmakta”... Kısacası insan, çalışmak, yemek, içmek vs. için değil, bu kulluğu gerçekleştirmekle mükellef. Hayatı sürdürmekte zaruri unsurlar olan ya da öyle kabul edilen bu saydıklarımızı da o mükellefiyete istinaden gerçekleştirmekle mükellef: Tabii olarak zamanı aşma ve Allah'ta fena bulma istikametindeki hayat akışını, Allah ve Resûlü'nün gösterdiği şekliyle yaşamak.

Yazımızı, tüm meselenin aslını gösteren Salih Mirzabeyoğlu'na ait şu iktibasla bitirelim:

<<“Zamanı aşma” muradı insan için şuurunda olsa da olmasa da yönetici bir duygu olarak bedahet ifâde ederken, “zaman üstü hakikati”ne yalnız “Mutlak Fikir”le varılabileceğini söylememiz, bir reklâm ve propaganda veya kuru slogan ifâdesi değildir; “ezelî hâl şuuru”ndan geçit bulan “zaman dışı” hâl rejimine dair Budist ve Hint din ve düşüncesi ve onlar gibi sayısız panteist düşünce ve din modelleri, “zamanın üstüne” çıkmayı değil, büsbütün ezilmeyi ve “hiç”liği idealize eden bir takım tersine aksiyon modelleridir... Saf tefekkür zaviyesinden “zaman üstü” zorunluluğuna doğru bir ifâde kurmuşken, bunun “hâl rejimi”ni gösteremeyenleri de yok sayacağımıza göre?..

(...)

İrfan sofrasının ekâbirlerine mahsus bir zevk ve saf tefekkür mizacının, “Mutlak Fikir” dışı “varoluş” yolları hakkındaki hükmü ancak şu olabilir:

- “Derin ve girift izahlar ve belirli bir tecrit haysiyeti gösterseler de, neticesi kof, bomboş, bönlere mahsus ve hiçlik!”>> (S.M., Kültür Davamız, sh. 71-72).

Aylık Dergisi 119. Sayı Ağustos 2014