En başta belirtmemiz gereken bir hakikat var ki, o da şu: Beşerî organizasyonun zirve noktası olan devlet, insana ait tüm diğer verimler gibi, belli bir şuur seviyesinin varlığına muhtaçtır.  İbda Mimarı'nın bütün bir fikriyatı üzerine inşâ ve insanın varlık macerasının temel nirengi noktası hâlinde teşhis ettiği ve şuurun izahı için ŞART gördüğü “ilk dil, ilk insanla vardı; peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı” hakikatinden medeniyetin olmazsa olmaz şartı olan devlet kurumunu azâde kılmamız düşünülemez. İlk peygamber Hz. Adem (as), kendi çocuklarından mürekkeb cemiyetinin devlet reisiydi; insanlığın ilk devletini kuran, ilk peygamber Hz. Adem (as)  idi.

Bunu, devletin doğuşunu, tıpkı insanın ortaya çıkışını bir türlü izah edemeyip bir mitoloji hâlesinin içine hapseden sözde bilimsel materyalist yaklaşımlar ile bu konuyu gündemine bile almayan sözde ruhçu anlayışlardan esasta ayrıldığımız noktayı belirtmek için söylüyoruz. Bugünden bakarak devlet veya benzeri müesseseleşmelerin bir ihtiyaç ve zaruret olduğu neticesini çıkarıp “zaten olmak zorundaydı; insanî gelişimin olmazsa olmaz sonucuydu” diyenlere, tahayyül ettikleri ve insanî oluşun zorunlu sonucu olarak gördükleri “devletin de üzerine çıkan ideal cemiyet”in niye bir türlü oluşamadığını bir sormak lazım. Materyalist olanların “nicel birikimlerin nitel zıplaması” gibi materyalizmin kendisiyle bağdaşmayacak metafizik anlayışlarla “şuur, dil, cemiyet, devlet” gibi bütün üst seviyeli insanî oluşları izaha yeltenmeleri, aslında çaresizliklerinin de bir göstergesi... İslâm dışında kalan ve ruhçu olduğunu iddia edenlerin de -ki burada İslâm, doğrudan Peygamber ve O'nun pâk ashabından beslenme ve bu beslenmenin neticesi olarak doğru bir anlayışla itikadî mükemmel daireyi tamamlama mânâsına Ehli Sünnet vel'Cemaat'tir.- genel sapkınlık tablosunda kategorilerden bir kategori olmaktan başka bir hükümleri yok; “üst varlığın yokluğunu” ispatlamaya uğraşırken materyalistlerin gösterdiği metafizik cehdin bile gerisinde kalan bu görüşlerin hissesine düşen ise tek kelimeyle nasipsizlik. Bunda İslâm'ın sapık kolları ile diğer dinlerin müntesipleri arasında sadece kategorik/tasnife dair bir farkın varlığını kabul ediyoruz.

İnsan, mevcûdiyetini izah noktasında müteâl/aşkın bir üst varlığa ihtiyaç hisseder. Bunda ruhçu veya maddeci olmanın bir ehemmiyeti yok; maddeci de kendini ezelî ve ebedî, mutlak güçlü “madde”ye bağlıyor. Kendini bir “şey”e hasredebilmek, ona bağlı kılmak, ancak ona inanmak ile mümkündür. Tarifi gereği, bir bilinmeyeni şart koşan metafizik bir fiildir inanmak... Bu fiilde, kabul etse de etmese de herkesin ortak olduğunu, herkesin bir üst varlığa kendini bağlamayı zaruri gördüğünü aslında çok tartışmaya, uzun uzadıya izaha lüzum yok az önce dediğimiz gibi... Kendi benliğini yoklayan, kendi nefs muhasebesini yapma haysiyet ve cesaretini gösteren her insan, bunun böyle olduğunu, inanmanın insanı insan kılan en temel hususiyet olduğunu görecektir. Salih Mirzabeyoğlu'nun bir “fikir şöleni” şeklinde geçen “Adalet Mutlak'a” konferansında da dediği gibi “Mutlak'a olan inanç mukadder. Ama bizim Mutlak'ımız diğerlerinden farklı olarak konuşuyor.”

Devlet de, devamını sağlama noktasında bu müteâliyetten/aşkınlıktan bir hisse sahibi olmak durumundadır. Meşrûiyetini sağlama noktasında buna muhtaç. İslâm'da Allah'ın emri olan “Ululemre itaat”, devlet müessesesinin temel taşını oluşturur. Hz. Peygamber (SAV) tarafından tesis edilen ilk İslâm devleti, onun sünnetini izleyen halifelerince ve onları takib eden diğer Müslümanlarca sürdürülmüştür. Devlet tesisi İslâm'da, Allah'ın Müslümanlara yönelik bir emridir. Osmanlı Devleti yıkılana kadar, tüm İslâm devletleri meşruiyetlerini Kur'an ve Sünnet'te bulmuşlardır. İnsanlık boyunca ilahî emre kendini istinad eden devletler de, öz itibariyle, meşruiyetlerinin kaynaklarını aynı yerden, Mutlak Varlık'tan ve dolayısıyla Mutlak Fikir'den almışlardır.

Tarihte teşekkül etmiş ve Mutlak Fikir bağlılarınca kurulmamış diğer devletlere baktığımızda ise, onların yine dinden beslendiklerini görüyoruz. O dinin vâz ettiği ahlâkî normları tatbik liyakatinde olduklarını her daim ispatlama cehdiyle, meşrûiyetlerini temine çalıştıklarını müşahede ediyoruz. Bu devletler, farklı kategorilerde olsalar da, müteâliyetten/aşkınlıktan aldıkları yetkiyi kullanmışlardır. Modern çağın seküler anlayışa sahip devletleri de, tanrı veya tanrıları koltuklarından kaldırıp kendileri o koltuklara bir güzel kurulan “nevzuhur tanrılar”dır. Modern devlet kurucuları, “devlet aklı, derin devlet, devlet baba” benzeri tabirlerde ifadesini bulan bir mitos hâlesi oluşturarak devleti olduğundan çok daha güçlü ve ferdlerin takatinin alt etmeye yetmeyeceği bir kutsal varlık konumuna yükseltmeye çalışmaktadırlar. Rasyonaliteye en yakın olduğunu iddia edenler dahi “hümanizm, insan hakları, insanların refah ve mutluluğu, hak, adalet” biçiminde özetlenebilecek, kendilerine inanmayı gerektiren üst varlıklar oluşturup kurdukları devletlerin meşrûiyetini bunlar üzerine bina etmişlerdir.

Teorik planda devlet, tebaasının veya vatandaşlarının sığınacağı güvenli bir liman, doğrudan hissedilemese de var olduğunun bilinmesi insanlara huzur ve sükunet aşılayan bir kurumdur. Yani devleti oluşturanlar “inandırıcı/bünyesine aldığı insanların duygu ve düşünce dünyalarına mutabık” meşrû bir referansa kendilerini istinad ederken, diğer taraftan şemsiyesi altına aldığı insanlar açısından devlet, kendi anlayışları minvalinde huzur ve düzeni sağladığı müddetçe uyulması gereken bir otoritedir. Buna uymayan durumlara tarih boyunca sıklıkla rastlansa da, mutlaka bu iki taraf arasında bir denge/equilibrium durumu hasıl edilmek zorundadır; aksi takdirde kaos kaçınılmazdır.

Devletin mümeyyiz vasfı, hukuk oluşturup onu korumaktır. Kendi tebaası arasında veya kendisi ile tebaası arasında çıkabilecek her türlü meselenin hallini, mümkün olduğunca objektif kurallara bağlamaktır. Hukukun aslî kaynağı, ahlâk, ahlâkın kaynağı da, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, dindir. Yine, diğer her beşerî hususta olduğu gibi, hukukun nihaî kaynağı peygamberlerdir. Bu mânâda ahlâk ve hukukun mutlak kaynağı Allah'tır. Devlet, kaba kuvvetin hukuka teslim olduğu müessesedir. Hukuksuz devlet olamaz; yazılı veya sözlü anlamda mutlaka o devletin yapısını oluşturan bir kanun düzeni mevcuttur. Ama carî hukukun inandırıcılığını kaybettiği, hukukî müeyyidelerin adamına göre işlediği vaziyetlerde, bir devletten değil, bir çeteden bahsetmek lazım gelir. Devletin, bünyesi içine aldığı ferdlerin asgarî hayat şartlarını temin etmesi gerekir. Aksi halde, o ülkede yozlaşma, yıkım ve netice olarak isyan kaçınılmaz hâle gelecektir.

Hukukun kaynağı ahlâktır, dedik. İbda Hikemiyatı'na göre hukuk, ahlâkın pıhtılaşmış hâlidir. Ahlâk; “'fail' olmak yerine 'münfail' sıfatta, yani 'fiilin içine işlemiş ve işletici' sıfattadır.” (S. Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, sh. 85) Ahlâk ise referansını en temel insanî his olan “inanç”ta bulur. Yukarıda bu hususa da değinmiştik. Ahlâk kuralları, insanın üzerinde bir kaynaktan, kendisi gibi olmayan, kendisinden üstün olan, doğruluğundan şüphe edilmeyecek bir üst akıldan, “müteâl” varlıktan geldiğine İNANILINCA tatbik kuvvetini haiz olur. Bu inancın olmadığı yerde o kurallar işletici/yaptırıcı vasfını kazanamaz. Hülasâ, inanç, ahlâk ve hukuk arasında doğru yönde bir münasebet mevcuttur. Bu münasebet üzerine bina olunan devlet, sağlıklı bir şekilde işlemeye namzettir.

Devletin yönetim şekli, bu anlamda, o kadar da önemli değildir. İdaresi altındaki halkın ahlâkî anlayışını hukukî düzenlemelerle müeyyideye bağlayan ve bunu itidal çerçevesi içinde sürdürme gayretinde olan devlette, yöneticilerin seçimle gelmesiyle babadan oğula tevarüs yoluyla intikal etmesi arasında hayatî bir farklılık bulunduğu iddia edilemez. Mesele, makbul ve meşrû hukukun bil hakkın uygulanmasıdır. Salih Mirzabeyoğlu'nun ifade ettiği gibi, bir ülkenin İslâm devleti olup olmadığını, mahkemelerinin şeriata uygun, âdil/maşerî vicdanı tatmin eden kararlar verip veremediği belirler. Yöneticilerin seçimle gelmesi, belki de, popülizme/halk yardakçılığına yol açma tehlikesi taşıdığından, bu açıdan daha risklidir. Her ne olursa olsun, mühim olan, ahlâkî kriterlere uygun idarecilerin, ellerindeki yetkiyi, o ahlâkî kriterleri tatbik için kullanmaktan çekinmemeleridir. Bediüzzaman Said Nursî'nin dediği gibi “bir devlet küfür üzerine yaşar, zulüm üzerine yaşamaz. ”

Üstad Necip Fazıl, “İslâm'da idare şekli yoktur, İDARE RUHU VARDIR” tesbitiyle, idarecinin başa geliş şeklinin değil de devlet mekanizmasının işleyiş usûlünün önemli olduğuna vurgu yapmaktadır. Devlet mekanizmasının şekli, zaman ve zemine göre değişir ve HİÇ BİR KUDSİYETİ YOKTUR. Kutsal olan, değişmez olan, o devletin kendini dayandırması gereken Mutlak Fikir'dir. Sekülerizmin/dünyevîliğin, zamana uyma anlamında konformizmin dayattığı ve vicdanlarda Mutlak Fikir'in yerine ikame etmeye çalıştığı “hümanizm, insan hakları, refah” benzeri zorlama değerler ve devletin kutsallaştırılması, nihayetinde bu değerlerle hedeflendiği söylenenin tam aksi netice vermektedir. Son bir buçuk asır bunun binlerce örneğiyle doludur.

Hülasa, bir devlet mekanizması planlarken, insan vicdanını bulandırmak ve onu sapkınlaştırmak gayesine matuf tüm safsataları bertaraf edip onun fıtratına en uygun olan “inanç hedefini”, yani İslâm'ı merkeze almalı, İslâm'ın getirdiği ve bağlısı olan cemiyette makes bulmuş ahlâka dayanan hukuk düzenini kurmalıdır. Bu öz sabit kalmak kaydıyla, devlet mekanizmasını oluşturacak diğer şeklî unsurlar, zaman ve şartlara göre, sürekli bir değişim ve tadilata mevzû olabilirler.

Aylık Dergisi 125. Sayı Şubat 2015