Daha evvel dergimizde işlediğimiz, sizin de sık sık vurguladığınız Türkiye, Pakistan ve Endonezya başta olmak üzere yeni bir “savunma birliği”ne olan ihtiyacı sormak istiyoruz. Çok önceden kurulması gereken ama yeni yeni gündeme gelen bu mesele hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Bu esasında yeni çıkmaması gereken, daha evvelden düşünülüp, hareket edilmesi gereken bir durum. Bosna Hersek’te 1992-1995 yılları arasında yaşanılan soykırım, aynı dönemde Dağlık-Karabağ’da yaşanan Hocalı Katliamı ve meşhur “Medeniyetler Çatışması” teorisiyle Müslüman coğrafyaya yönelik gerçekleştirilen saldırılarla beraber, tâ 1990’lı yıllarda ele alınması gereken bir kavramdan söz ediyoruz… Çünkü, “Medeniyetler Çatışması”nı yazdıran CIA fonları esasında Soğuk Savaş’ın bitimiyle, kimin düşman olarak algılanacağını, bu düşmanlığın da ne tür bir kanlı senaryoya evrileceğini zaten biliyordu. Müslüman coğrafyanın, hazırlıksız yakalandığını hemen kabul etmemiz gerekiyor. Çünkü Batı’nın bu derece saldırgan, Rusya ve Çin ittifakının bu derece hoyrat ve pervasız, kolay öldüren bir kimlik kazanabileceğini o dönemde düşünmemiz mümkün değildi. O nedenle, 2010’lu yılların başından itibaren (daha öncesi de var ama 2010’lu yıllar diyelim) Star Gazetesi’ndeki yazılarımda sürekli Türkiye’nin alternatif bir savunma stratejisine ve ittifakına ihtiyacı olduğunu söyledim. Bunun da esas olarak emirlikler, diktatörlüklerle yönetilen birtakım “Müslüman coğrafya ülkeleri”nin parasına puluna dayanmadan, sadece ve sadece milletine dayanan liderlere sahip Müslüman devletler ile kurulacak bir ittifak olması gerektiğini savundum. Niçin? Çünkü, bugünün dünyasında sırtını milletine yaslamamış, milletinin tercihlerine doğrudan doğruya cevap vermemiş hiçbir rejim, antiemperyalist bir kimlik taşıyamaz… Diktatörlükler, krallıklar ve emirlikler ayakta durabilmek için emperyalizmin güçlü devletlerinin himayesine ve desteğine muhtaçtır. Örneğin Donald Trump gibi işadamı kökenli bir ABD başkanının 2,5 yıl önce silah satışı konusunda Suudi Arabistan’a, “Ben sana iki hafta silah vermesem, buradan yok olursun!” demesi hafızalardadır. O nedenle, meclisleri olan, liderlerini kendi seçen, Müslüman coğrafya devletlerinin birbiriyle askerî birliğe gitmesi çok büyük bir sinerji, çok büyük bir güç oluşturacağına inanıyorum.

Aslında, idareleri sosyolojik tabanın isteklerine cevap verecek idarelerden bahsediyoruz…

Tabiî ki… Bugün Muhammed Mursi’yi devirmiş, bu süreçte Mısır’ın dört büyük meydanında üç bin kişiyi öldürmüş ve o günden sonra da Müslüman Kardeşler’in bütün lider kadrosunu idamla cezalandırmış bir Abdülfettah el Sisi ile kurulacak askerî ittifak baştan çürüktür. Kendisini, halklara dayamış askerî-siyasî ittifaktan söz ediyorum, bunlarla ittifak olması gerek.

“BAE, Suudi Arabistan ve Mısır’ın Türkiye’ye bakışı aynı”

Türkiye, Mısır ile yeniden yakınlaşma sürecine girmişti, akim kaldı… Geçtiğimiz günlerde de Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile yakınlaşıldı. Dün de (3 Ocak) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suudi Arabistan’a bir ziyaret gerçekleştireceği söylendi. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’ın, Türkiye’ye yönelik bakış açılarında bir değişiklik görmüyorum… Zaten bu tür rejimler, kendi sahipleri doğrultusunda karar verebilir. Yâni, BAE ile el sıkışmaktansa gidip İsrail ile el sıkış, konu tamamen bitsin-gitsin… Mısır gibi bir devlet, ordusunun kontrolünde tamamen İsrail’in Ortadoğu’daki güvenlik ihtiyaçlarına göre hareket ediyor; bu şekilde yaşıyor. Şimdi onla el sıkışsanız ne olur, sıkışmasanız ne olur? Eğer emperyalizme teslim olacaksa Türkiye, bunu Mısır-BAE üzerinden yapmasına gerek yok; gidip Avrupa Birliği liderleri ve ABD başkanıyla görüşerek, “teslim oluyoruz.” desin, olsun bitsin.

“Türkiye, Endonezya, Malezya, Bangladeş, Pakistan, Senegal, Cezayir…”

Peki bahsettiğimiz savunma paktı-askerî ittifaka dahil olma potansiyeli olan ülkeler hangisi?

Endonezya, Malezya, Bangladeş, Pakistan, Türkiye, Senegal, Fas ve Cezayir’i sayabiliriz. Müslüman coğrafyadan sesi yüksek çıkan krallıklar-emirlikler yahut diktatörlüklerin dışında, düzgün çalışan yapıları var saydığımız devletlerin. Bunlarla yapılacak her organizasyon, birçok meselenin hallolmasına yol açar. Mesela, saldırgan bir pakttan, kimlikten bahsetmiyoruz; Türkiye, Pakistan ve Endonezya orduları dünyanın ilk 20’sine giren güçlü ordulardır, doğru… Bu üç ordunun birleşmesi, ortak hareket etmesi inanılmaz başarılara ulaşır, bu da doğru… Ama kime karşı? Bize saldıracak olanlara karşı! Bizim Müslüman coğrafya olarak, her alanımızda, kendimizi savunma hakkımızı iyi kullanmamız gerekiyor, buna inançla konuşuyoruz burada. Belki çok provokatif gelecek ama şunu da söylemeden edemeyeceğim; şu anda Ortadoğu coğrafyasında herkes, İran’ın nükleer silaha ulaşıp-ulaşmayacağını tartışıyor doğru mu?

“Türkiye-Pakistan arasında ortak bir komutanlığın kurulması gerek”

Evet.

Bunun için neredeyse savaş çıkacak, İsrail, “ben onu vuracağım, ben şunu vuracağım” deyip duruyor. Hadi vur! Sonuçta bir şey olacak mı? Olabilir de… Ama herkesin kaçırdığı ana nokta 1959’da Fransa desteğiyle Dimona Nükleer Santrali’nin kurulmasından çok kısa bir zaman sonrası… İsrail’e geçmişte cumhurbaşkanlığı yapmış Şimon Perez’in koordinasyonunda İsrail’in Fransa’dan elde ettiği teknolojiyle üretilmiş 200 nükleer başlık… Bu coğrafyada bu nükleer başlıklar. Ve nükleer başlıkların sahibi, bir türlü bu gerçeği kabul etmiyor! Herkesin bildiği bir sırrı konuşuyoruz şu anda. Herkes biliyor, kimse kabul etmiyor. Nedense, 200 nükleer başlığın kime ve ne biçimde kullanılacağını da kimse tartışmıyor. İsrail bugün, Ortadoğu’nun merkezinde büyük bir nükleer güçtür… O zaman, Türkiye ile Pakistan’ın şöyle bir ortak komutanlık kurma hakkı doğuyor: “Türkiye-Pakistan Ortak Nükleer Caydırıcılık Komutanlığı!” Bakın, nükleer caydırıcılık dedik, niye? Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için. Birimizden birine, nükleer saldırı gerçekleştiği zaman, birbirimizi savunacağız! 200 tane nükleer başlığın olduğu Ortadoğu’da, İran’ın uranyumu yüzde 65 zenginleşti diye insanlar alarma geçiyor; tamam! Peki beni niye alarma geçirmesin? İsrail’de varolan 200 nükleer başlık karşısında, ben Pakistan ile nükleer caydırıcılık komutanlığı kuruyorsam, bu benim suçum olabilir mi?

“Çin ve Rusya’nın elleri ABD’nin ellerinden daha temiz değil”

Bir de uluslararası konjonktürü göz önünde bulundurarak; böyle bir nükleer caydırıcılık paktının ve askerî savunma paktının kurulmasının zaruretini yorumlayabilir misiniz?

BMGK’nin beş üyesi tarafından coğrafyamız diktatörlerin kolay yaşatıldığı ve Müslümanların kolay öldürüldüğü bir yer. Bazı siyasîler ayağa kalkabilir ama Çin Halk Cumhuriyeti’nin eli, ABD’nin elinden daha temiz değil. Rusya’nın eli ABD’nin elinden daha temiz değil. Hepsi birden Müslüman coğrafyaya karşı zulmederek geliştiriyorlar kendi işlerini. 2015’te Suriye’ye ordusuyla inip, bir anda her tarafı dağıtan, dün bile (3 Ocak) İdlib’te sivil insanların su ihtiyacını karşılayan bir depoyu bombalamayı kendine yediren Rusya ile Filistin’de Irak’ta 100 binlerce Müslümanın ölmesine yol açan ABD’nin arasında ne fark var? Küresel konjonktür, Müslümanların sırtını doğrudan milletine dayadığı siyasî kadroların ortaya çıkmasını zaruri hale getiriyor. Böyle bir zorunluluk var! Doğu Türkistan’da Müslümanlar, Türk oldukları için değil Müslüman oldukları için soykırıma uğruyor. Bunu çok iyi tarif etmemiz lâzım. Buna karşılık kimsenin de sesi çıkmıyor. Niye? E bütün Müslüman ülkelerin, şu veya bu şekilde Çin’e borçları var… Borcu olmayanın da büyük bir ticareti var.

Latin Amerika’ya kadar tüm dünyayı kendisine bağladı Çin…

“Borç batağı diplomasisi” diyoruz buna. Uzun uzun anlatmayayım.

En son Nikaragua, Tayvan’ı tanıyordu, iki gün önce Çin büyükelçilik açtı tekrar orada.

Tabiî. Böyle bir durumla karşı karşıyayız… Finansal sistemlerin bile uyum sağlayacağı, birtakım yeni yapılanmalara ihtiyacımız var. Tâ 2015’te Star’daki bir yazımda, “IŞİD veya DAEŞ denilen örgüt Hıristiyan âleminin bir sorunu değildir, Müslüman coğrafyanın sorunudur. Bırakın buraya ABD, Rusya askerini yığmayın. Malezya, Pakistan, Endonezya, Fas, Ürdün orduları bir araya gelsin, bu örgüt yok edilecekse, Müslüman coğrafyanın ordusu yok etsin.” dedim. Çünkü, benim coğrafyamda, insanların huzurunu, demokrasisini tehdit eden bütün örgütler, öncelikle benim düşmanımdır. Ama nedense, kendi ürettikleri problemleri çözme bahanesiyle, sürekli Müslüman coğrafyanın güçlü devletlerine, “sen kenarda dur biz halledeceğiz!” diyorlar. Niye? Biz halledemiyor muyuz yani? Nitekim, Fırat Kalkanı Operasyonu’nda kora kor savaş veren şanlı Türk Silahlı Kuvvetleri 4 bin teröristi temizledi o coğrafyada. Teşekkür aldık mı? Bir Batılı ülke, “teşekkürler” dedi mi?

Bilakis karşısında durdu…

Hani siz bunlarla savaşıyordunuz? Kayıkçı kavgası yapıyorsun sen. Coğrafyayı çökertmek için orayı kullanıyorsun. Ben ise, 4 binini öldürüp çıkıyorum. Aramızdaki fark bu! İsterler mi bir Müslüman ülkenin orada harekât yapmasını? İstemez…

“Türkiye’nin dron, Pakistan’ın balistik füze kabiliyeti”

Savunma birliğinden bahsederken, sadece savunmada kalmaması gereken, ekonomik ve siyasî birlikteliğe de giden bir yoldan söz ediyoruz değil mi?

Tabiî. Tamamen özerk kalma şartıyla… Ben siyasetin realitelerini bilirim. Hayaller ve gerçekler arasında ciddi farklar vardır. Toplumların, devletlerin üzerine çıkan bir şemsiyeden bahsetmiyoruz. Devletlerin, kendi sistemleriyle, gönüllü olarak katıldıkları bir sistemin oluşturulması esastır. Ve bu çerçevede baktığınız zaman, yine savunma sanayiinden başlayarak, çok ciddi sektörlerde ciddi entegrasyonlar olduğuna inanıyorum. Çok ciddi… Mesela, Türkiye’nin balistik füze kabiliyeti, dron kabiliyetinin biraz gerisindeyse, Pakistan’ın dron kabiliyeti yok balistik füze kabiliyeti yüksek ise burada müthiş bir iş birliğinin imkânı doğuyor demektir.

Mesela Endonezya’nın yazılım konusundaki gelişimi…

Evet, o yazılımlar belki de millî muharip uçağımızın çok daha az görünür olmasını sağlayabilecektir. Bunu birlikte çalışmadan anlamamız mümkün değil. Böyle… Bu mantaliteyi yavaş yavaş benimsememiz, alternatif ekonomi programlarıyla desteklememiz ve işbirliği ruhunu zorlayıcı değil; imkân sağlayıcı bir kimlik ile yükseltmemiz gerekiyor.

“Türkiye, Endonezya ve Pakistan arasında serbest ticaret anlaşması kurulmalı”

Bilhassa onun için belirttim; ekonomi gündemde, en çok sıkıntıyı da burada çekiyoruz. Bu devletlerin kendi arasında ticaret birliği oluşturması, esaslar belirleyip ticaret yapması, dövize bağlılığı azaltması… Büyük bir potansiyel...

Bakınız, Türkiye 85, Endonezya 225, Pakistan ise 170 milyon nüfusa sahip. Toplam nüfus, Avrupa Birliği’nin nüfusu… Sadece üç ülkeden bahsettik. Serbest piyasa ekonomisine göre çalışan, ticareti seven üç ülke… Pazar kapasitesini görebiliyor musun? Bunların entegrasyonunu sağlasan… Avrupa Birliği ve Rusya’nın peşinden koşturduğu “Avrasya Ekonomik Birliği” falan gibi değil… Türkiye, Endonezya ve Pakistan arasında sadece serbest ticaret anlaşmasını imzalamak bile bugünkü kazancın iki misline ulaşmanı sağlar. Bunları düşünmesi lâzım Türkiye’nin! Geleceğe dönük alternatif plânlar üretmeyen hiçbir devletin, geleceği olmadığına inanıyorum. Varolan cümleleri tekrarlaya, tekrarlaya batan bir devleti yaşadım ben. Sovyetler Birliği’ndeydim dağıldığı gün. Ne demek istediğimi anladınız mı?

Evet… Son olarak, nükleer silah sahibi ülkelerin dün (3 Ocak) yaptığı açıklama hakkında ne düşünüyorsunuz?

Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra ilk defa dehşet dengesi bu kadar bozuldu. Dünya şu an Ukrayna-Rusya, Tayvan-Çin hattında nükleer dehşetle karşılaşmış durumda. Yâni, orduların konvonsiyonel gücü çok yüksek, tamam ama; bu çok yüksek güce sahip ordular, önce taktik nükleer silahları, devamında da otomatik olarak stratejik nükleer güçleri devreye sokabilir, bu işin nihayeti oraya gidebilir. Nükleer silahların kullanılabileceğini, duyuyor ve görüyoruz. Eğer çok meraklıysa herkes ellerindeki stokları yavaş yavaş, nükleer hammaddesi haline getirebilirler. Ama gördüğüm kadarıyla, nükleer silahlara sahip devletler konumlarından memnun… O yüzden biraz önce Pakistan-Türkiye caydırıcılık ortak komutanlığından bahsettik.

Teşekkür ederiz vakit ayırdığınız için.

Ben de teşekkür ederim.

Baran Dergisi 782. sayı