Modern sosyolojinin Batı merkezli sınırlarını aşmayı hedefleyen “Vasat Sosyolojisi” kavramını geliştiren Doç. Dr. Ahmet Ayhan Koyuncu, toplum, din, modernlik ve fıtrat ilişkisini İslâmî bir perspektifle yeniden yorumluyor. Koyuncu ile toplumumuzun temel meseleleri üzerine konuştuk.

Doç. Dr. Ahmet Ayhan Koyuncu kimdir?

1979’da Gaziantep/İslahiye’de doğdu. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümünü bitirdi (2005), aynı üniversitede yüksek lisansını (2008) ve doktorasını (2015) tamamladı. 2010’da Muş Alparslan Üniversitesinde araştırma görevlisi oldu, hâlen Afyon Kocatepe Üniversitesinde çalışmaktadır. Çalışma alanları Ortadoğu, İslâmcılık, demokrasi, modernizm ve postmodernizmdir. Yayınları arasında Kuruluşundan Arap Baharına Suriye (2013), İslâmcılık ve Demokrasi (2018) Bauman ve Postmodernite (2019, M. Günerigök ile)ve Vasat Sosyolojisi yer almaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.


Vasat Sosyolojisi kitabınızda, Batı kökenli sosyolojinin toplumları açıklarken kendi paradigmasına hapsolduğu; özellikle pozitivizm, modernizm ve postmodernizmin sınırlarının aşılamadığını vurguluyorsunuz. “Vasat sosyolojisi” bu açmazın karşılığı mı? Farkı nedir?

Vasat Sosyolojisi aslında sosyal yaşama dair bir anlama ve açıklama girişimi olarak ifade edilebilir. Sosyolojide toplumsal yaşamı anlamak ve açıklamak için farklı yaklaşım ve kuramlar vardır. Mesela pozitivist ve hermeneutik yaklaşımlar, yapısalcı kuram, işlevselci kuram, sembolik etkileşimci kuram gibi çeşitli yaklaşımlar ve kuramlardan bahsedebiliriz. Sosyologlar bu kuramlar üzerinden toplumsallığı açıklamaya çalışır.

Ben de bir Müslüman sosyal bilimci olarak toplumsal yaşama dair nasıl bir açıklama getirebilirim diye düşündüm. Dolayısıyla temel yaklaşımım şu oldu: Toplumsal yaşamı bir Müslüman gözüyle anlama ve açıklama biçimi, “vasat” kavramı üzerinden olabilir. Ana kaygımız buydu ve bunun üzerinden hareket etmeye çalıştık. Aslında başlangıç noktası biraz da 2012 yılında katıldığım bir sempozyuma dayanıyordu. Burada Konya’dan bir Semposyuma katılmıştım. Oraya bir bildiri hazırlamıştım. Konu, özne ve hakikat kavramlarıydı. Modern özne ve hakikat kavramını, ardından postmodern özne ve hakikat kavramını ele aldım. İkisinin de problemli olduğunu gördüm. Modern özne, tanrısal bir özneydi. Evrenin merkezinden Tanrı çıkarılıyor, yerine insan konuluyordu. İnsan artık tanrılaştırılmış bir varlık pozisyonuna alınıyordu. Oysa insan, yani özne, böyle bir varlık değildi. Nitekim 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bu durum anlaşılmaya başlandı ve postmodernite, moderniteye bir eleştiri olarak gündeme geldi. Postmodernitenin ortaya koyduğu özne ise bir “hiç” konumundaydı; adeta yok hükmündeydi. Aynı durum hakikat için de geçerliydi. Modern hakikat, sadece bilimsel yolla elde edilebilecek, tekil ve dayatmacı bir hakikat tasavvuruydu. Bunun sorunları ortaya çıkınca, postmodern hakikat tasavvuru gündeme geldi. Orada da “hakikat diye bir şey yoktur” fikri öne sürüldü. Ben ise şöyle düşündüm: İnsan ne tanrıdır ne de hiçtir. Hakikat de ne modernitenin dayattığı gibi tek ve mutlak biçimde anlaşılabilecek bir şeydir, ne de postmodernitenin yok hükmüne indirgenmiş hâlidir. Buradan hareketle düşünceler gelişmeye başladı ve bugünkü “Vasat Sosyolojisi” anlayışına ulaştık. Çünkü Modernite de postmodernite de iki ayrı aşırılık biçimi olarak ortaya çıkmıştı. Ancak bu kavramların hakikati ikisini arasında bir konumda olmalıydı. Peki bunu neyle ifade edebilirdim? Kur’an’daki “vasat” kavramıyla. Bize ideal toplum modeli olarak sunuluyordu ve temelde aşırılıklardan uzak durmanın ifadesiydi. İşte bu şekilde yola çıktık ve bu noktaya geldik. Tabii şunu vurgulamak lazım, ben vasat sosyolojisi kitabında “vasat ümmeti” anlatmadım. Kısaca değindim ama temelde ben vasat ümmetin toplumsal yaşama, hakikate, bilgiye dair “yaklaşımını” ortaya koymaya çalıştım. Belki de vasat ümmete ulaşabilmenin yolunu, yöntemini ortaya koymaya çalıştım. Bu konuda Ahmet Öz hocamızın Kur’an’ın Önerdiği Vasat Ümmet adlı kitabı ve Ergün Yıldırım hocamızın Cemiyet-i Kamil kitapları bu konuda daha detaylı bilgiler içermektedir.

Özellikle Gazze hadisesinin Batı sosyolojisi üzerinde ne gibi tesirleri olduğunu gözlemliyorsunuz? Uzun vadede ne gibi neticeler doğurma potansiyeli var?

Aslında Gazze meselesi, bizim için bir turnusol kâğıdı olduğu gibi Batı için de bir turnusol kâğıdı oldu. Batı dünyası, Modernite ile birlikte bir anlatı ortaya koymuştu. Bu anlatının adeta helvadan putlar olduğunu gösterdi. Bütün o evrensel insan hakları, demokrasi, özgürlük, savaş hukuku ve benzeri süreçlerin tamamını Gazze’de gömdü, tabiri caizse. Çünkü mesela bir Cenevre Sözleşmesi vardı, savaş hukuku vardı. Orada “hastaneler vurulamaz, okullar vurulamaz, mabetler vurulamaz, sivillere yönelik saldırılar yapılamaz, basına saldırı yapılamaz, engellenemez” gibi pek çok ilke mevcuttu. Ama Gazze’de bunların hepsi ayaklar altına alındı. Hepsi canlı yayında yapıldı. Hastaneler vuruldu; ilkinde bir bahane bulmak zorunda hissettiler ve “Hamas vurdu” dediler. Öyle olmadığı ortaya çıktı. Bunun bir önemi de yoktu; çünkü vurmaya devam ettiler ve hiç kimse de buna ses çıkarmadı. Okullar vuruldu, camiler ve kiliseler dahil mabetler vuruldu. Dolayısıyla Batı, bu anlamda insanlığa sunduğu anlatısını, kendi hikâyesini kendi elleri ile gömdü. Elbette bu durum sosyal bilim camiasında ve felsefede de ciddi bir krize yol açtı. Mesela Alman filozof Jürgen Habermas’ın bu rezaleti “İsrail’in kendini savunma hakkı vardır” şeklinde açıklaması, bu krizin en net ve en görünür örneği olarak değerlendirilebilir. Çünkü bunun savunmayla bir alakası yoktur. Ayrıca İsrail-Filistin savaşı 7 Ekim’de başlamadı. Bu, 1930’lu yıllara uzanan ve 1940’lardan itibaren devlet eliyle sistematik biçimde sürdürülen bir sürecin parçasıdır. Dolayısıyla modern sosyal bilim, bu gerçeğe gözlerini kapatarak aslında kendi iflasını ilan etmiş oldu.

Şunu da belirtmek isterim; Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne Güney Afrika, İsrail aleyhine dava açtığında, bir İsrailli yetkili açıkça şunu söyledi: “Bu mahkeme, Putin ve Afrikalı haydut devlet liderleri için kurulmuş bir mahkemedir. Bu bizi yargılayamaz.” Aslında biz bunun böyle olduğunu biliyorduk, fakat burada ifşa edilmiş oldu. Dünya gördü. Herkes artık kralın çıplak olduğunu fark etti. Dolayısıyla bu sürece baktığımızda Avrupa değerleri açısından ciddi bir kriz olduğunu görüyoruz. Eskiden de bu sorun vardı ama şöyle ifade ediliyordu: Avrupa’nın sömürgeciliğine bir kılıf olarak insan hakları, hukuk, demokrasi, özgürlük söylemi vardı. Ancak biz şöyle diyorduk: “Batı bunu kendi içinde uyguluyor, fakat dışarıya karşı ise sömürge aracı olarak kullanıyor. Ama biz de bunu alıp kendi içimizde uygulayabiliriz”. Fakat artık kendi içinde de bunu uygulayamaz hâle geldiğini gördük.

Birkaç gün önce Mücahit Bilici’nin bir yazısını okumuştum. Orada liberalizmin defnedildiğini söylüyordu. Çok kültürlülük, küreselleşme, çok kimliklilik, ifade özgürlüğü, demokrasi gibi kavramların yeni dünyada artık yerinin kalmadığından bahsediyordu. Durum gerçekten böyle. Avrupa bu değerleri gömmek zorunda kaldı ve kendi içinde bile artık uygulamıyor. Düşünün; Harvard Üniversitesi rektörü ifade özgürlüğünü savunduğu için görevden alınıyor. Pensilvanya Üniversitesi rektörü görevden alınıyor. Birçok bilim adamı, gösterilere katılan akademisyenler tutuklanıyor. Gazeteciler tutuklanıyor. İngiltere’de Gazze’deki soykırıma dikkat çeken İsrailli bir müzisyen İlan Volkov birkaç gün sonra İsrail’de tutuklandı. Dolayısıyla Batı dünyasında adeta bir çılgınlık hâkim.

Tabii şunun da hakkını vermek lazım: Her şeye rağmen en ciddi tepkiler yine Batı halklarından geliyor. Çünkü onlarda ciddi bir sivil toplum ve hak arayışı tecrübesi var. Bugün Kanada’da, İngiltere’de, Avustralya’da, hatta Almanya’da bile Gazze’ye destek gösterilerini görüyoruz. Ülkeler bazında ise İspanya ciddi şekilde ön plana çıkıyor. Adeta gövdesini koymuş durumda; halk ve hükümet birlikte tepki gösteriyor. Ve her geçen gün bu sayı artıyor. Dolayısıyla onların da hakkını teslim etmek gerekiyor.

Modernliğin teknoloji ile birlikte toplumsal ilişkileri dönüştürmesini, insanı nesneleştirmesini ve tabiatla ilişkisini bozmasını anlatıyorsunuz. Buna karşı, İslâmî ilim ve ahlâkın ışığında bir teknoloji ve toplum anlayışı öneriyorsunuz. Bu noktada Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü bir toplum anlayışı eseridir diyebilir miyiz?

Elbette, Necip Fazıl bu konuda erken dönemlerde belki de öneri ve proje sunan düşünürlerimizden biridir. Doğal olarak Türkiye’deki İslâmî hareket üzerinde ciddi anlamda etkili olmuştur. İslâmî hareketler temelde bir toplumsal proje sunma iddiasındadır. Ancak bunu ne kadar tam anlamıyla yerine getirebildikleri konusunda benim bazı şüphelerim ve eleştirilerim var. Zaman zaman bunları yazıyorum. Bu da sosyolog olmanın beraberinde getirdiği ve bence avantaj olan bir bakış açısıdır. Toplumsal gerçekliğe uygunluk meselesini merkeze alarak değerlendirmeye çalışıyorum. Hazreti Peygamber’in de aslında tam olarak bunu merkeze aldığını düşünüyorum. Vasat Sosyolojisi’nde “İslâm ve Modernizm Karşılaşması: Geleneksel ve Modernist Söylemin Sorunları ve Bir Arayol Önerisi” başlıklı bir kitap bölümüm vardı. O makalenin yazılış hikâyesi biraz şöyleydi: “Hazreti Peygamber miladi 7. yüzyılda değil de 21. yüzyılda gelseydi, ne yapardı? Nasıl davranırdı?” Bu soru kafamı çok meşgul etti. Özellikle Vasat Sosyolojisi’ni yazarken etkilendiğim Aliya İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslâm kitabında şöyle bir ifade geçiyor: “Hristiyanlık ya da sosyalizme bütünüyle yanlıştır demek, İslâm’a eksiklik atfetmektir. Çünkü İslâm’ın Hristiyanlıkla da, sosyalizmle de örtüşen tarafları vardır. Eğer siz tamamen yanlışlarsanız, o örtüşen tarafları dolayısıyla İslâm’ı da yanlışlamış olursunuz.” Bu açıdan bakıldığında, kapitalizm, sosyalizm ve benzeri sistemlerin hepsinin İslâm’la örtüşen ve ayrışan noktaları olduğunu görüyorum. Hazreti Peygamber’in de bunları bütünüyle reddetmeyeceğini düşünüyorum. Ama nasıl davranırdı? Bu benim için bir soru işaretiydi. Dedim ki: “Bunu anlayabilmenin en önemli yolu, Hazreti Peygamber’in içinde yaşadığı toplumla nasıl bir ilişki kurduğuna bakmaktır.” Çünkü biz yıllarca hep “devrimci peygamber” söylemini ön plana çıkardık. Pek çok kitapta bunu görebilirsiniz. Hazreti Peygamber’in büyük bir devrimci olduğu söylenir ki bu yanlış değildir. Fakat o toplumun içinde bu devrimi nasıl gerçekleştirdi? Neleri devirdi, neleri muhafaza etti? Çünkü bir boyutuyla da muhafazakârdı. “Cahiliyede iyi olan, İslâm’da da iyidir” diyordu. Bir boyutuyla da ıslahatçıydı. Yani rahatsız olduğu, değiştirmek istediği ama toplumsal şartlar gereği tamamen değiştiremediği kölelik, çok evlilik gibi meselelerde ıslah yolunu tercih etti. Mesela kölelik… Bir toplum tek başına “Ben kaldırdım” diyerek köleliği ortadan kaldıramaz. Uluslararası ilişkilerde mütekabiliyet esastır. O dönemin kabileleri ve toplumları eğer esiri köle yapıyorsa, siz de buna karşılık vermek zorunda kalırsınız. Dolayısıyla Hazreti Peygamber bunu tek başına ortadan kaldıramazdı. Ama ne yaptı? Köleliği daha insani bir zemine çekti, bir hukuka bağladı. Kölelere haklar verdi, onlara iyi davranılmasıyla ilgili tavsiyelerde, hatta emirlerde bulundu. Müslüman toplumlar için önemli bir iyilik olarak, “sarp yokuşları aşmanın bir yolu” (Beled Suresi 12-13. Ayet) olarak köle azat etmeyi gösterdi. Mesela “yemin bozdun, oruç bozdun, kefaret olarak köle azat et” dedi, gücü yetene bu yolu önerdi. Dolayısıyla İslâm dünyası çok büyük bir devlet hâline geldiğinde inanılmaz bir köle nüfusuna da sahipti. Ama bunu çeşitli mekanizmalar aracılığıyla zamanla eritti. Bu açıdan ben Hazreti Peygamber’in üç yönüne odaklandım. Çünkü toplumla kurduğu ilişkinin bir boyutuyla devrimci, bir boyutuyla ıslahçı, bir boyutuyla da muhafazakârdı. Muhtemelen bugün de aynı perspektifle davranırdı diye düşünüyorum.

O kitapta da geçtiği üzere, İslâm’ın kapitalizmle örtüşen tarafı vardır. Mesela İslâm ekonomisi serbest piyasa ekonomisini merkeze alır. “Fiyatları Allah belirler,” der Allah Resûlü. Medine pazarının üç temel ilkesi vardır: Birincisi, hiç kimsenin sabit bir yeri yoktur. İkincisi, vergi alınmaz. Üçüncüsü ise piyasayı Allah belirler, yani fiyatlara müdahale edilmez. Bu açıdan bakıldığında İslâm, kapitalizmle uyumludur. Ama diğer taraftan, “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar? De ki: İhtiyacından arta kalan her şeyi”(Bakara 219) ayetiyle sosyalizme yakın duran bir tarafı da vardır. Tabii burada bir yaklaşım olarak, bu sistemlerle örtüşen ya da ayrışan noktalarının olması, İslâm’ın onlardan birine dâhil olduğu anlamına gelmez. Müslümanların kendi paradigması vardır. Fakat bu paradigmayı 1400 yıl önceki kurduğumuz biçimiyle yeniden inşa etmeye çalışmak hata olur. Mesela İslâm’a göre para altındır. Bugün fıkıh kitaplarının hepsinde bu görülür. Ama Türkiye’de artık “para gerçekten altın mıdır?” sorusu kafaları karıştırıyor. Bugün blockchain, coin tipi paralar, dijital para gündeme geliyor. Ben de Vasat Sosyolojisi’nde vasat yaklaşımıyla aslında bir yöntem ortaya koymaya çalışıyorum. Bu yöntemin temeline de makâsıd teorisini koyabiliriz. İslâm geleneğinde makâsıd var, istihsan var; özellikle Hanefi fıkhında etkili olan unsurlar. Dolayısıyla bunlar üzerinden modern dünyaya uygun bir model geliştirilebilir. Bu modern dünyaya teslim olduğumuz anlamına gelmez. Biz modern dünyanın değerlerini kendimizle örtüşen tarafları varsa alırız, yoksa reddederiz. Ama reddederken bir alternatif ortaya koymamız gerekir. Hazreti Peygamber’in tavrı da buydu.

Mesela faiz, en son kaldırılan uygulamalardan biridir. Neden? Çünkü o dönemde İslâm toplumunun kendine ait iktisadi bir sistem kurabilme gücü yoktu. Faizi kaldırdığınızda “peki nakit ihtiyaçları nasıl karşılanacak?” sorusunun cevabı yoktu. Ama toplumsal yapı buna uygun hâle gelince, “tamam, artık faiz yasaktır; karz-ı hasen veya kâr-zarar ortaklığı ile sorunlarınızı çözün” diyerek alternatif önerdi. Bugün de eğer önerebileceğimiz alternatifler varsa bunlara odaklanmalıyız. Yoksa maksada götürecek yeni araçlara yönelmeliyiz. Elbette bütün sorulara toptan cevap bulmamız hemen mümkün değil. Ama önce içinde yaşadığımız dünyanın köklü biçimde değiştiğini kabul etmemiz gerekir. Moderniteyi ve onun getirdiği dönüşümleri anlamamız gerekir. Devlet üzerinden örnek verecek olursak, İslâm geleneğinde devletin iki temel işlevi vardır: güvenliği sağlamak ve adaleti sağlamak. Bugün ise iktidarlardan ve devletten beklentiler çok daha fazladır. Güvenlik ve adaletin yanında sosyal güvenlik, istihdam, sağlık hizmetleri, altyapı, yol, elektrik, su gibi hizmetler de beklenmektedir. Demek ki devlet anlayışımız da değişti. Ekonomik hayatımız da değişti. Artık neredeyse hiç kimse nakit para kullanmıyor. Aldığımız paranın belki yüzde beşi cebimize nakit giriyor. Hesabımızda rakamlar görüyoruz; ay boyunca değişiyor, bir sonraki ay yine rakamlar görüyoruz. Bütünüyle kredi kartı, ATM, havale, EFT gibi yollarla ticaret yapıyoruz. Ciddi bir değişim söz konusu. Bu değişimin farkına varabilirsek, çözümleri de daha sağlıklı bulabileceğimizi düşünüyorum.

Toplumda artan çocuk suçlular, cinayet, cinnet ve aile içi şiddet vakaları, vasat sosyolojisinin “denge” ve “hikmet” anlayışıyla nasıl açıklanabilir? Bütün bu bozulmaların nihayeti nerede olacak ve nasıl bir ölçü gerekli?

Şimdi, Vasat Sosyolojisi’nde temel kavramlardan bir tanesi de aslında fıtrattır. Gerçi o konuya yeterince detaylı şekilde yer vermedim ama bundan sonraki süreçte yazmayı düşünüyorum. Aslında eğitim ve benzeri tüm süreçlerin fıtratı korumaya, muhafaza etmeye dönük bir boyutu olması gerekir. Mesela günümüzde toplumsal sorunlara yönelik ezber bir cümle kurulur: “Eğitim şart.” Peki, hangi eğitim? İyi bir suçlu, eğitimli bir suçludur. Mesela organ mafyası işini bir kasapla yapamazsınız, eğitimli bir cerrahla yaparsınız.

Mesela, Yeni Doğan çetesi doktorlardan oluşuyordu.

Aynen öyle. Hepsi Türkiye’nin üst düzey eğitim görmüş, zeki insanlarıydı. Vergi kaçırmayı da iş bilen, eğitimli bir muhasebeciyle yaparsınız. Hukukun etrafından dolaşmayı iyi bir avukatla yaparsınız. Dolayısıyla asıl soru “hangi eğitim”dir. Bu da aslında fıtratı muhafaza etmeye dönüktür. Çünkü yaşama dair pek çok temel ahlâkî şey kitap okuyarak öğrenilmez. Yalan söylemenin kötü olduğunu kitap okuyarak öğrenmeyiz. Hırsızlığın yanlış olduğunu Türk Ceza Kanunu’ndan öğrenmeyiz. Bunlar fıtrata işlenmiş kodlardır, temel ahlâk yasalarıdır. Dolayısıyla fıtratı korumaya dönük adımlar attığımızda, bunu sıkı bir hukukla da desteklediğimizde, pratik karşılığının ortaya çıkacağına inanıyorum.

Vasat Sosyolojisi bu sebeple sadece ahlâk, hukuk, siyaset ya da ekonomi meselesini merkeze koymaz. Hepsinin öneminin farkında olarak ele almaya çalışır. Bugün mesela Avrupa’da dikkatimi çeken bir şey oldu: Avrupalılar, kurallara saygılı insanlar, Türkiye’ye gelip Kapıkule’yi geçtikten sonra birden değişiyorlar. Yazın yollarda karşılaştığım gurbetçi kardeşlerimizin trafik kurallarını ihlal ettiklerini gördüğümde defalarca içimden, “Bunu Almanya’da, Fransa’da yapabilir misin?” diye geçirdim. Yani ahlâk, hukuk, siyaset ve ekonominin birlikte işlediği bir düzen kurulursa, çocuk suçluluğundan başlayarak diğer problemlere yansıyabilecek pek çok sorunun çözülebileceğini düşünüyorum.

Son zamanlarda özellikle çocuklarda kimlik krizine daha çok şahit oluyoruz. Bireycilik, tek tip yaşamın empoze edilmesi, yabancı kültür istilası gibi unsurlara daha çok maruz bırakılıyoruz. Bir devlet politikası olarak bu meseleyi sosyolojik bağlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunu aslında devlet politikası açısından değil, bizim açımızdan değerlendirmek istiyorum. Bugün bu mevzuları hep geleneksel ezberler üzerinden götürmeye çalışıyoruz; fakat yaşanan pratik sorunlar üzerinden gitmiyoruz. Bu da bir yönüyle ne modern olabilmiş, ne de Müslüman kalabilmiş bir toplum olmamızdan kaynaklanıyor. Mesela kimlik krizi ve bireyselleşme üzerinden ifade edersek, birey olma meselesi artık modern dünyanın bir gerçeği. Peki, bizim buna karşı önerimiz ne?

İslâm’ın indiği dönem 7. yüzyıldır ve kolektif yapıların daha baskın ve etkili olduğu bir dönemdir. Bu bir olgu. İslâm da bu olguya ve gerçekliğe uygun olarak bir söylem geliştirmiştir. Ama acaba İslâm’ın istediği şey gerçekten bu kolektif kimlikler miydi? Bunu ayrıca sorgulamak gerekir. Çünkü birey olmak bütünüyle kötü bir şey değildir. Mesela o dönemde kabile lideri Müslüman olduğunda herkes Müslüman oluyordu. Peki, bu İslâm’ın gerçekten istediği bir Müslümanlık mı? Değil. Çünkü İslâm’ı içimizde hissetmemiz gerekiyor. Nitekim ayette de, “İman ettik demeyin, İslâm olduk deyin. Çünkü henüz kalplerinize iman yerleşmedi,” buyuruluyor. Dolayısıyla iman dediğimiz şey aslında bireysel bir süreci ifade eder.

İçinde yaşadığımız modern dünyada bireyselleşme, “Hadi birey olalım,” diye ortaya çıkmış bir şey değil; bir toplumsal sürecin doğal bir sonucu olarak ortaya çıktı. Şimdi sorulması gereken, bu sonucun problemli tarafları neler, faydalı tarafları neler? Bunları tespit etmeliyiz. Çünkü bireyselleşme sürecine karşı “hadi gelin kabile ilişkilerine geri dönelim” deme şansı yok. Mesela biz 10 kardeştik, eskiden hep bir arada yaşardık. Ama memuriyet olgusu ortaya çıktıktan sonra her birimiz üniversite okuduk, başka yerlere gittik ve artık o ilişki tarzını yeniden kurabilme şansımız kalmadı. Muhtemelen benim çocuklarımla olan ilişkim de öyle olacak. Belki bir çocuğum iyi bir eğitim alıp başka bir şehre, diğeri başka bir ülkeye gidecek; ben burada kalacağım. Bizi bu noktaya getiren şey, dünyanın işleyiş biçimleri, çalışma tarzları, sosyal hareketliliklerdir. Eğer sorun buysa, bu sorunun çözüm yolları ne olabilir? Mesela sosyal hareketliliği azaltmakla mümkün olabilir. Ama sosyal hareketliliği azaltabilmek ne kadar mümkün? Bu da ayrı bir tartışma konusu olarak karşımızda duruyor.

Toplum söz konusu olduğunda bir kültür değişikliğinin meydana gelebilmesi için en az bir asırlık zaman dilimine ihtiyaç olduğu söyleniyor. Son yıllarda kendi insanımız ve toplumumuzda artarak görülen türlü menfilikler malumunuz. Bundan 100 sene önce dayatılan Batıcı hayat tarzının toplum ağacımızı zehirlediğini ve bu ağacın zehirli yemişleriyle henüz yeni yeni yüzleştiğimizi söylememiz mümkün mü?

Bunu zehirli olarak tanımlamamızın temel sebebi şu: Biz bu mevzuları biraz ithal olarak ele aldık. Yani bize dışarıdan geldi, kendi iç dinamiklerimizin bir sonucu olarak yaşamadık. Dolayısıyla zehirli bir süreç olarak görüyoruz. Ama acaba bu süreç bizden doğsaydı, nasıl değerlendirirdik? Olaylara biraz böyle bakmak lazım. Biz olsak ne kadar değiştirebilirdik, nasıl değiştirebilirdik? Bunun problemli tarafları nedir, faydalı tarafları nedir? Benim Vasat Sosyolojisi’ndeki temel iddialarımdan biri şudur: Her nimetin bir külfeti, her külfetin bir nimeti vardır. Bugün ortaya çıkan sonuçların bizim açımızdan faydalı tarafları da var, zararlı tarafları da. Öncekilerde olduğu gibi geçmişte de faydalı ve zararlı taraflar bir aradaydı. Biz geçmişe biraz romantik bakıyoruz ama mercek altına alındığında o dönemlerde de birçok sorunun yaşandığını rahatlıkla görebiliriz. Bu açıdan ben, “şöyle olabilir, böyle olabilir” tartışmasından ziyade, bugün içinde yaşadığımız dünyanın ne olduğunu çok net biçimde anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Modern dönemdeki dünya nedir? Ulus nedir? Birey nedir? Kimlik nedir? Kültür nedir? Bunlar nasıl ortaya çıkmış, nasıl gelişmiş, neleri devirmiş, neleri tehdit etmiş? Bugün bizim için tehdit olan tarafları nelerdir? Acaba tehdit olarak gördüğümüz şey bütünüyle tehdit midir, yoksa fırsat da doğurabilir mi? Bu boyutlarıyla değerlendirirsek süreci daha sağlıklı anlayabiliriz.

Ayrıca bize ithal geldi derken kastettiğim şey biraz da bu dayatma. Batıcı kesimin temel hatası şuydu: “Biz burada bazı şeyleri zorla dayatırsak, bu sorunları ortadan kaldırırız ve Batılı bir toplum oluruz” diye düşündüler. Aslında bu noktada Prens Sabahattin önemli bir analiz yapıyor. Türk sosyolojisinin iki kurucu isminden biri olarak Ziya Gökalp’le birlikte anılır. Diğer sosyologlar Osmanlı toplumunun sorunlarını yönetim sorunu olarak görüyorlardı; yönetim değişirse sorunlar çözülür sanıyorlardı. Prens Sabahattin ise bunun bir toplumsal yapı problemi olduğunu söylüyordu. Batılı toplumlar bireyci toplum tipine sahipken, Doğulu toplumlar —ki Müslüman toplumlar da buna dâhil— kamucu toplum tipindeydi. Bizim kamucu toplum tipinden bireyci toplum tipine geçmemiz gerektiğini, aksi takdirde sorunların çözülmeyeceğini belirtiyordu. Eğitimden bahsederken de şunu söylüyordu: Bireyci toplumda eğitim, bireyin potansiyelini geliştirmeye dönüktür. Çünkü bireyci bir toplumda yaşıyorsun, bu dünyada tek başınasın. Seni hayatta tutacak donanımlara sahip olmalısın. Eğitim sana bu fırsatı verir. Ama Doğu toplumlarında eğitimin amacı devlete memur yetiştirmektir, kapıkulu yetiştirmektir. Dolayısıyla bireysel girişim, özel girişim, siyasetin dönüşümü gibi değişimleri bekleyemezsiniz.

Bu açıdan Batıcılar, birkaç şeyi ithal ederek tüm sorunlarımızı çözeceğimizi düşündüler. Ama işler daha da karmaşık hâle geldi. Evet, bu süreç zehirledi. Fakat bu zehrin asıl kaynağı Batı’dan ithal edilen şeylerden ziyade, bizim kendi köklerimizle kurduğumuz ilişki biçiminin sağlıksız olmasıydı. Hem kendi köklerimizle hem de modern dünyayla sağlıklı bir ilişki kuramadığımız için ortaya zehirli bir sonuç çıktı.

Teşekkür ederim.

Rica ederim.

Aylık Baran Dergisi 44. Sayı Ekim 2025