Tarihçi Yaşar Gören’le gerçekleştirdiğimiz bu röportajda, Osmanlı’nın yıkılış süreci ve Cumhuriyet’in kuruluşundaki gizli bağlantılar mercek altına alındı. Gören, İttihat ve Terakki’nin perde arkasındaki masonik yapılanmalarını, Mustafa Kemal’in Filistin cephesini terk edişini, İnönü’nün Gazze’yi ve Fevzi Çakmak’ın Kudüs’ü İngilizlere bırakışını çarpıcı detaylarla anlattı.
Yaşar Gören kimdir?
1950’de Bulgaristan Silistre’de doğdu, aynı yıl ailesiyle Türkiye’ye geldi. Eğitimini Eskişehir ve Denizli’de tamamladıktan sonra 1976’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Anka Ajansı, Demokrat, Yeni Ulus, Günaydın, Bugün, Sabah ve Star’da muhabirlikten yazı işleri müdürlüğüne kadar görevler üstlendi. 12 Eylül darbesinde sahadaydı, Gazeteciler Sendikası Ankara Şube Başkanlığı yaptı. Kenan Evren ve Turgut Özal’ın bazı yurtdışı gezilerini izledi; çeşitli ülkelerde haber çalışmaları yaptı. İki çocuk babası olan Yaşar Gören, sürekli basın kartı sahibidir.
İttihat ve Terakki'nin devleti kurtarma perdesi altında kurduğu gizli örgütlenme ağı aslında imparatorluğu nasıl bir diktaya sürükledi?
İttihat ve Terakki Osmanlı düşmanıdır. Genç Osmanlılar Cemiyeti (Fransızlar Jön Türkler diyordu.) zamanla İttihat ve Terakki’ye dönüştü. İttihat ve Terakki’de Yöneticiler Selanik’teydi. Bu örgüt, gizli bir örgüt, hatta bir terör örgütüydü. Başta Talat Bey (sonradan Talat Paşa), İbrahim Temo, Manyasızade Refik, Gagavuz Enver (sonradan Enver Paşa) gibi isimler yönetimdeydi.
Ermeni Taşnaksutyun Cemiyeti, 1900’lerin başından itibaren İttihatçılarla alay etmeye başladı. “Dergi, gazete çıkararak Abdülhamid’i deviremezsiniz, silaha sarılın.” diyorlardı. Sonunda İttihatçılar da silaha sarılmaya karar verdi. Gagavuz Enver önce Selanik Emniyet Müdürü olan eniştesini, Mustafa Necip’e vurdurttu. Ancak Mustafa Necip ölmedi, yaralanarak İstanbul’a gitti. Saray, Enver’i sorguya çağırınca o silahlı olarak dağa çıktı ve Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. Bu, 24 Haziran 1908’de gerçekleşti. İki gün önce ise daha önemli bir olay oldu: Mason Yüzbaşı Mustafa Kemal, (ki Mustafa Kemal hem mason hem İttihat ve Terakki’nin 322 numaralı üyesidir.) Selanik-Üsküp Demiryolu Müfettişliği’ne atandı. Görünürde görevi, trenleri Bulgar, Sırp ve Yunan çetelerine karşı korumaktı. Ancak Mason Yüzbaşı’nın asıl görevi, Selanik’teki İttihat ve Terakki merkezi ile Enver arasında haber taşımaktı. Çünkü telgraf hatları Osmanlı istihbaratınca izlenebilirdi. Bu yüzden özel ulak olarak Mustafa Kemal seçildi. Selanik’te hazırlanan talimatları alıyor, Üsküp’ten dağa çıkarak Enver’e götürüyor, Enver’in yazdıklarını da terör örgütünün gizli merkezine iletiyordu. Enver’den bir hafta sonra Resneli Niyazi, ardından Yüzbaşı Hasan Tosun ve Yüzbaşı Bekir bölüğünü alarak dağa çıktı. Neredeyse 3. Ordu’nun subay kadrosu boşaldı. Osmanlı’ya karşı açıkça savaş ilan ettiler. Saraya telgraflar çekiyor, “Meşrutiyeti ilan etmezsen gelir seni fena yaparız.” diye tehdit ediyorlardı. Küfürlü ifadeler bile kullanıyorlardı. Abdülhamid Han, Şemsi Paşa’yı bunları bastırmak için gönderdi. Arnavut asıllı Şemsi Paşa, padişaha çok sadıktı. Manastır’a gelir gelmez “Görevime başlıyorum.” diye telgraf çekti ama çıkışında Mülazım Atıf tarafından sırtından üç kurşun yiyerek öldürüldü. Böylece Enver ve Resneli Niyazi’nin peşine düşemedi. Bunun üzerine Abdülhamid Han, eski Yemen Valisi Tatar Hasan Paşa’yı görevlendirdi. Fakat o tedbirsiz biriydi; gece konakladığı yerde baskına uğradı.
Tatar Hasan Paşa’yı don gömlek yakalayıp dağa çıkardılar. Bunun üzerine Abdülhamid Han yakın çevresine, “Bu işin arkasında galiba İngilizler var. Meşrutiyeti ilan edeceğim.” dedi. Fakat o ilan etmeden önce İttihatçı teröristler Manastır’da, Üsküp’te ve başka yerlerde kendi başlarına meşrutiyeti ilan etmeye başladılar. Selanik’ten Enver’e gönderilen son emir Mustafa Kemal aracılığıyla geldi: “Abdülhamid meşrutiyeti üç gün içinde ilan etmezse, Makedonya’daki taburları al ve İstanbul üzerine yürü.” Bir yandan kendi başlarına meşrutiyeti ilan ediyor, her yerde Fransız Milli Marşı Marsilye Marşı’nı çalıyorlardı. Kendi marşları olmadığından onu benimsemişlerdi. Enver balkona çıkıp yarı Türkçe yarı Bulgarca konuşmalar yapıyor, ardından Marsilye Marşı çalınıyordu. Bu marş da mâlum, 1789 devriminde Marsilya’dan Paris’e yürüyenlerin marşıydı.
23 Temmuz’da Abdülhamid Han, meşrutiyeti ilan etti, anayasayı raftan indirdi ve genel af çıkardı. Bunun üzerine dağdaki silahlı çeteler düzlüğe indiler ve kutlamalara başladılar. O sırada önemli bir figür vardı: Bulgar terör örgütü İMRO’nun lideri Yane Sandanski, namıyla “Dağların Kralı.” Hem Enver hem Mustafa Kemal ona hayrandı. Çok iyi bir savaşçı olduğundan bir türlü ele geçirilemiyordu. Selanik’e silahlarıyla birlikte geldi. Bir evde çekilen bir fotoğraf vardır: Yane Sandanski önde oturmuş, arkasında Mustafa Kemal duruyor. Hemen yanında Sandanski’nin arkadaşı Todor Panitsa var, Mustafa Kemal elini onun omzuna koymuş.
Şemsi Paşa’yı öldüren Mülazım Atıf seçimlerde milletvekili seçildi ve Meclis’e girdi. Abdülhamid Han’ın en büyük yanlışlarından biri zaten genel af ilan etmesidir. Af ilan edilebilir ama katil nasıl affedilir ki? Bugün Mülazım Atıf, “Hürriyet Şehidi” sıfatıyla Abide-i Hürriyet’te bir mezarda yatıyor. Yani hâlâ ondan kurtulabilmiş değiliz. Böylece İttihatçılar devleti kısmen ele geçirmiş oldu. Hatta Meşrutiyet’in ilanı onları bile şaşırttı. Abdülhamid Han bir yerde, “İttihatçıların reisi benim.” gibi sözler de söylemiştir; gazetelerde bunların kayıtları vardır. Aralık ayında seçim yapıldı ve teröristler Meclis’e girdiler. İttihatçıların tezi başta şuydu: Kurmay subaylar gerçekten Makedon teröristlerine karşı mücadele ediyordu. Fakat yıllar geçtikçe yoruldular ve yıldılar. Bulgar, Yunan ve Sırp çetelerinin “haklı olabilirler” düşüncesine kapılmaya başladılar. Abdülhamid Han’ın sertlik politikasından vazgeçersek, azınlıklara karşı daha yumuşak davranırsak, teröristler de silah bırakır, Meclis’e girer, sözlerini orada söyler, sulh sağlanır; Balkan toprakları da elimizde kalır diye düşündüler. 1908’deki düşünceleri buydu. Ancak Abdülhamid’i tahttan indirme kararlarından hiç vazgeçmediler. 24 Temmuz Devrimi ile Abdülhamid’in tahttan indirilmesi arasında yaklaşık 8 ay vardır. Bu süreçte dört “avcı taburu” (bugünkü karşılığıyla komando bölüğü) İstanbul’a gönderildi ve Taşkışla’ya yerleştirildi. Amaç Abdülhamid Han’ı kontrol altında tutmaktı. İstanbul’da o sırada 1. Ordu ve Hassa Ordusu bulunuyordu. Bunlar Abdülhamid Han taraftarıydı; subaylarına kadar padişaha bağlıydılar. Üstelik Osmanlı’nın en disiplinli birlikleri de bunlardı. Ancak avcı taburları onların üzerinde bir baskı unsuru oluşturuyordu. İttihatçı genç subaylar, örgütün üyeleri olarak askeri kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Mesela cuma günü namaza gidecek erlere karavana borusu çaldırıyor, onları yemekhanede topluyor, böylece Cuma namazını kılmalarına engel oluyorlardı. Bu tür olaylar sık sık yaşandı. Ayaklanmadan birkaç gün önce Osmanlı general üniforması giymiş bir kişi, yanında 3-4 subayla birlikte (ki bunların İttihat ve Terakki’nin önde gelen adamları olduğu sonradan ortaya çıkmıştır.) 1. Ordu ve Hassa Ordusu’nun taburlarını dolaşmaya başladı. Ellerinde şapkalar vardı ve askerlere, “Bundan böyle fes giymeyeceğiz, asker bundan sonra şapka giyecek.” diyorlardı. Askerler şapkaya karşıydı. Çünkü şapka “gavur alameti” sayılıyordu. Ayrıca şapka namaz kılmaya engeldi; önü çıkıntılı olduğundan secdeye mâni oluyordu. Fes ise yuvarlak olduğundan namaz kılarken sorun çıkarmıyordu. Bu yüzden askerlerin tepkisi büyüktü. Sonunda o gece veya ertesi gece 3. ve 4. Avcı Taburları isyan ettiler ve Bâb-ı Âli’ye yürüdüler. Meclis Başkanı Ahmet Rıza’nın, Savunma Bakanı’nın ve Sadrazam’ın görevden alınmasını talep ettiler. Ancak Meclis’in kapatılmasını istemediler. Bu talepler Selanik’e, Yüzbaşı İsmail Canbulat tarafından “Meşrutiyet mahvoldu.” ifadesiyle bildirildi. Selanik’te derhal bir miting düzenlendi. İttihatçılar ardı ardına konuşmalar yaptı. Son konuşmacı ise Makedonya Risorta Mason locasının Maşrık-ı Azam’ı Emanuel Karasu’ydu. Yahudi olan Karasu konuşmasını, “Arş İstanbul’a!” diyerek bitirdi. Yani Selanik’teki 3. Ordu’ya emir veriyordu. 3. Ordu’nun Kurmay Başkanı ise Yüzbaşı Mustafa Kemal’di. Burada kurmaylık meselesini açıklamak gerekir. Kurmaylık, yani kurmay subaylık, Alman icadıdır. Küçük Prusya ordusunun Avusturya-Macaristan ve Fransa’yı yenip Alman Milli Birliği’ni kurması dünyayı hayrete düşürmüştü. Abdülhamid Han da, “Bu Alman subaylarını getirir, ordumu onlara eğittirirsem 93 Harbi’ndeki gibi Ruslara rezil olmayız.” diye düşündü. Böylece Goltz Paşa (Freiherr von der Goltz) ve ekibi İstanbul’a çağrıldı. Onlar Osmanlı subaylarını eğitmeye başladı. Almanların amacı orduyu tamamen kontrol altına almaktı. Ancak kendi yetiştirdikleri teğmenlerin ordu komutanı seviyesine yükselmesi için 15–20 yıl gerekiyordu. Bunun üzerine, “Her ordunun başına, komutanın yanına tüm askerliğin inceliklerini bilen bir kurmay subay koyalım.” dediler. Kurmaylık sistemi böyle başladı.
Sonuçta Selanik’teki 3. Ordu’nun kurmay başkanı, daha yüzbaşı rütbesindeyken Mustafa Kemal oldu. Koca bir ordunun emir-komuta zincirinde en kritik konumdaydı. Aynı durum Edirne merkezli 2. Ordu’da da vardı; onun kurmay başkanı Kazım Karabekir’di. Mustafa Kemal’in 1881’de doğduğunu varsayarsak (öyle değil aslında) 1909’da 28 yaşındaydı. Henüz 28 yaşında iken koca bir ordunun kurmay başkanı olarak emir ve karar süreçlerinde söz sahibiydi.
O kurmayları Almanlar mı seçmiş oldu?
Tabii.
Ama seçilen isimlerin de özellikle İttihat ve Terakki’ye mensup veya tırnak içinde Yahudilere yakın kişiler olmasını sağlamış
Almanya'nın aklında Yahudilik pek önemli değil. İttihatçı olsun, bizden olsun yeter kafasındalar. Yani o şekilde bakıyorlardı meseleye. O sıralarda Yahudilik çok ön planda, göz önünde değil. Ee, siyaset veya askerlik sahnesinde Yahudi pek göze çarpmıyor. Emanuel Karasu “Arş İstanbul’a!” diye bağırınca 3. Ordu harekete geçti. İttihat ve Terakki, Mustafa Kemal’e şu görevi verdi: Silah bırakmış veya silahı elinde olan Makedon, Bulgar, Yunan, Sırp, Ermeni ve hatta 700 kişilik bir Yahudi taburunu silahlandırmak. Mustafa Kemal, 3. Ordu depo ve cephanelerinden bunlara silah ve cephane sağladı. Yane Sandanski yine terör örgütünün başındaydı. Trenlere bindiler ve İstanbul’a doğru yola çıktılar. Masrafları Emanuel Karasu karşıladı; trenlere kömür, militanların cebine para, yiyecek-içecek için kaynaklar sağladı. Karasu daha sonra, “Herzl’in 5 milyon altına yaptıramadığı şeyi ben 400.000 altına yaptırdım.” diye övünecekti. Gelenler peyderpey Yeşilköy ve Çatalca civarında birikmeye başladı. Enver olayı duyunca, Berlin’den trene atlayıp olay yerine geldi. Ortalık karmakarışıktı: 3. Ordu birlikleri, terörist gruplar ve 2. Ordu birlikleri iç içe geçmişti; bunların örgütlenip disipline edilmesi gerekiyordu. Mustafa Kemal, bu karışık güçleri “Hareket Ordusu” adıyla birleştirdi. Nutuk’ta da adını taktığını övünerek belirtir. Enver, Hareket Ordusu’nun Kurmay Başkanı oldu; Mustafa Kemal 3. Ordu Kurmay Başkanlığı görevinde kaldı; Kazım Karabekir ise 2. Ordu’nun Kurmay Başkanıydı. İstanbul’da ise 1. Ordu ve Hassa Ordusu, İstanbul surlarının üzerine çıkıp bu güçleri dağıtmayı planlıyor. Hatta Abdülhamid Han’a yalvarıyorlar: “Ya, izin ver şu çapulcuları dağıtalım.” Abdülhamid Han ise “Ben Müslümanların halifesiyim. Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmam.” diyor. Hareket Ordusu üç koldan İstanbul’a giriyor. Bu sırada Taşkışla’dakiler cephaneliklerin kapılarını kırıp sandık sandık cephaneyi mevzilere taşıyor. 22 veya 23 Nisan falan olması lazım. Enver, yanında Yane Sandanski ile birlikte 4.000 Bulgar teröristi emir komutasına alarak Taşkışla’ya saldırıyor. Taşkışla Savaşı iki gün sürüyor. Topçu Kışlası’ndaki topçular Beyoğlu’na ateş açıyor, Beyoğlu topçusu Topçu Kışlası’na ateş ediyor. Enver’in komutasındaki Bulgar teröristler Taşkışla mevzilerine ateş ediyor. Savaş iki gün sürdükten sonra Taşkışla’dakilerin cephanesi bitiyor. Teslim olmaya karar verip teslim oluyorlar. Enver ve Yane Sandanski beraberce Taşkışla'nın avlusuna girmişler. Avlu kapısı paramparça, Beyoğlu topçusunun attığı toplarla. Albay İsmail Hakkı, Enver'e şöyle diyor: “Oğlum, ben yapmayın, etmeyin diye alayları, bölükleri yatıştırmaya çalıştım; dinlemediler, size ateş ettiler.” Enver, Miralay İsmail Hakkı'yı tokatladı, Bulgarların önünde dövdü. Bunun üzerine İsmail Hakkı Bey de Enver'e neredeyse küfür sayılacak sözler söyledi: “Seni utanmaz, arlanmaz, alçak! Bunların önünde mi bana bunları yapıyorsun?” Enver, Yane Sandanski'ye emir verdi ve Miralay İsmail Hakkı'yı kurşuna dizdiler; yanındakileri de idam ettiler.
Teslim olan asker sayısı Taşkışla'da yaklaşık 3.000 civarındaydı. Enver, Bulgarlarla birlikte bu askerleri tek tek dışarı çağırıp bazılarını süngüyle, bazılarını vurarak öldürttü. Yaklaşık 3.000 asker şehit edildi; sadece 50 kişiyi, bando mızıka takımını, silahsız olarak sağ bıraktılar. Bu 50 kişi için Ermeni Mezarlığı yanına dev bir çukur kazdırdılar. Şehitleri arabalarla oraya götürüp gömdürdüler; yıkanmadan, cenaze namazları kılınmadan, hiçbir dini vecibe yerine getirilmeden. Bu şehitlerin olduğu yer şimdi Hilton Oteli'nin altı; Taşkışla katliamında öldürülen yaklaşık 3.000 kişi oralarda gömülüdür.
Taşkışla katliamı pek kayda geçmedi; sağ kalan tek kişi Mustafa Turan'dır. Bu 50 kişiye toplu mezar kazdırıldıktan sonra, onları taş kırdırıp yol yaptırmak için Manastır'a götürdüler. Delik deşik çadırlar, kötü beslenme, soğuyan hava… Bando mızıkacılar birer ikişer ölmeye başladı. Sağ kalan tek kişi Mustafa Turan. Kitabı 1964’te basıldı. Resmî tarih bu olayı görmedi, hiç bahsetmedi. Yane Sandanski hadisenin baş kahramanı (Bulgar terör lideri); herkes onunla fotoğraf çektirmek istedi hatır olsun diye, çekilen fotoğraflar dönemin Resimli Ay dergisinde yayınlandı. Ancak Balkan Savaşları sırasında, ittihatçıların koruyup kolladığı bu teröristler ordulaşarak Osmanlı topraklarına saldırınca, dergiler toplatılıp yakıldı; teröristlerle iş birliği delilleri yok edildi.
Tarihin birinci ilkesi öngörülemezliktir: Bir an için yaptığınız hareket, amaçladığınız sonucu vermez; çok sayıda aktör ve etkileyen unsur bambaşka sonuçlar doğurur. Nitekim teröristlerle iş birliği yapan ittihatçılar bunun yalnızca Abdülhamid’i tahttan indirmekle sınırlı kalacağını sandılar; olmadı. Bunun yerine Osmanlı’nın yıkımına giden bir adım haline dönüştü. Ne yaptılar? Belgeleri ortadan kaldırdılar, yok ettiler. İttihat ve Terakki böyle bir örgüttü.
Yıldız Sarayı'nın yağmalanması tarihte basit bir iktidar değişimi değil, planlı bir soygun ve iktidar gaspı mıydı? Bu yağmadan kimler beslendi?
Hepsi. İttihatçıların tepe kadrosu… Meclis Başkanı Ahmet Rıza bile var hırsızların arasında. Enver var, Cemal var, ordu komutanları var, İttihat Terakki’nin ideologları işin içinde. Hatta Mustafa Kemal bile var. Önce Yane Sandanski, öfkesinden Abdülhamid Han’ın çalışma odasına giriyor, elinde kasatura ile koltukları parçalıyor. Sonrasında her şeyi çaldılar. Sarayda ne varsa götürdüler. Abdülhamid’in gizli kasası bulundu, özel eşyaları, paraları alındı. Tam bir yağma… O dönemki anlayış şu: “Abdülhamid hırsızdır, bu paraları halktan çaldı. Biz de halkız, geri alıyoruz.” Sadece Yıldız Sarayı değil, devletin kasaları da soyuldu. Mesela 2,5 milyon lira nakit para vardı; 1 lira 1 altına denk olduğundan bu, 2,5 milyon altına karşılık geliyordu. Hepsini çaldılar ve kendi aralarında paylaştılar. İktidara İttihatçılar geldiği için bu hırsızlık duyuldu ama delillendirilmedi, kimse yargılanmadı. Tevfik Fikret bile oturup “Yiyin efendiler, yiyin. Bu han-ı yağma sizin.” diye şiir yazdı. Tevfik Fikret İttihatçıydı ama onun düşündüğü devrim bu değildi; ortada düpedüz hırsızlık vardı. Bu yargılanmama hali on yıl sürdü. Ne zaman Osmanlı Mondros’u imzalayıp savaştan çekildi, İttihatçıların A takımı İstanbul’dan kaçtı, o zaman Vahdettin Han dava açtı. Sıkıyönetim mahkemeleri kuruldu. Yıldız Sarayı’nı yağmalayanların hepsi için -Mustafa Kemal’in de dahil olduğu isimlerle birlikte- yargılama süreci başlatıldı.
Hint-Buhara fonu, servet transferleri, Milli mücadele finansmanı olarak anlatılsa da gerçekte hangi karanlık hesapların parçasıydı?
Mustafa Kemal 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi. Aynı saatlerde İngiliz donanması da İstanbul’a girmişti. Mustafa Kemal mâlum, Filistin, Suriye savaşlarında daha savaş başlamadan ordusuyla birlikte savaş alanından kaçmıştı. İstanbul’a geldiğinde bir şekil bunun karşılığını İngilizlerden bekledi. Önce Anadolu valisi olmak istedi. Ancak İngiliz istihbarat şefi Albay Heywood, Mustafa Kemal’in bu teklifini duyunca, “O kadar çok Osmanlı subayı bizden iş istiyor ki, hangisine iş verelim?” diyerek cevap vermedi. Bunun üzerine Mustafa Kemal, istihbaratçı Bennett’e başka bir teklif sundu: İngiliz subayları tarafından denetlenen bir Türk ordusu kurabileceğini söyledi. Buna da cevap verilmedi. İngilizler o sırada kararsızdı; 10 milyon kilometrekarelik devasa bir ülkeyi ellerine geçirmişlerdi ama ne yapacaklarını tam olarak bilmiyorlardı. Mustafa Kemal de güven vermeye çalışıyordu. Mustafa Kemal’i diğerlerinden ayrı tutuyorlardı. Çünkü Filistin-Suriye savaşlarında savaş alanından kaçmış ve İngilizlere askerlik tarihinin en büyük zaferlerinden birini hediye etmişti. Fakat yine de ne yapacaklarına tam karar vermemişlerdi. İngilizlerden cevap alamayınca Mustafa Kemal komünist oldu. Hayatının üç-dört yılını komünist olarak geçirdi. Filistin’de Almanları sırtından bıçaklamış, İngilizlerden de umduğunu bulamamıştı. Kurduğu ilk parti de Ankara’da Komünist Fırkası’dır. 18 Ekim 1920’de kurmuştur. O yıllarda üç komünist parti vardı: Mustafa Kemal’in Ankara’daki Komünist Fırkası, Enver’in yine Ankara’da kurduğu Halk İştirakiyyun Fırkası ve Mustafa Suphi’nin Bakü’de kurduğu Türkiye Komünist Fırkası.
Ruslar Mustafa Kemal'i paraya boğuyor, bunu İngilizler fark ediyor. Ruslar alıp götürüyor Mustafa Kemal'i; buna bir engel olmak gerekiyor. Ne yapalım? Biz de Mustafa Kemal'e para yardımında bulunalım. Ama nasıl? İngiliz ekonomisi çökmüş, İspanyol gribi İngiliz ordusunu yok etmiş. Ellerinde ne asker ne de para kalmış. İngilizler, “Mustafa Kemal halifeyi kurtarmak için İngilizlerle savaşıyor” diye sahte haberler yayıyor; Reuters Haber Ajansı bunu Hindistan’daki gazetelerde duyuruyor. O sırada Hindistan’da Hint Hilafet Komitesi kurulmuş; başında galiba Ahmet Han var. Emir veriliyor ve camilerde her cuma namazında para toplanıyor. Toplanan para Bombay’a gönderiliyor. Bombay’da Rothschild’in bir bankası var. Bu banka parayı İstanbul’daki Osmanlı Bankası Genel Merkezi’ne havale ediyor; oradan Ankara şubesine aktarılıyor. Böylece Rus altınları gelirken, Hindistan altınları da Mustafa Kemal’e ulaşmaya başlıyor. İngilizler kendi ceplerinden tek kuruş çıkarmadan, Hint Müslümanlarının parasıyla Mustafa Kemal’i finanse ediyor. Üstelik paralar adına gönderiliyor; Mustafa Kemal eleştiriler olursa, “Bu para benim adıma gönderildi, benim paramdır” diyerek üstüne oturacaktır. İşte Hint yardımlarının hikâyesi bu.
İstiklal Mahkemeleri de muhalifleri susturmak için mi çalıştı? Darağaçlarına gidenlerin dosyaları ne anlatıyor?
İstiklal Mahkemeleri, başlangıçta Mustafa Kemal’e göre asker kaçağı olan kişileri yargılamak amacıyla kuruldu. O dönemde Mustafa Kemal yasal otorite değildi; asker toplama yetkisi yoktu. Yine de asker topladı, ancak askerler yetkisiz olduğunu bildikleri için kaçtı. Mustafa Kemal, askerleri elinde tutmak için oldukça çaba sarf etti. Önce savaştan kaçanları yakalayıp cezalandırmak için İstiklal Mahkemelerini kurdu. Bu süreçte çok ileri gidildi; savaştan kaçan bir askerin köydeki evi bulunuyor, ev yakılıyor, ardından annesi ve babası tutuklanıyordu. Büyük bir zulümle hadisenin üzerine gidiliyordu. Bir kanun çıkarıyorlar; eğer asker savaş alanından kaçarsa, kurşuna dizilebilir veya asılabilir. Cephede her 10 savaş kaçağından biri öldürülmeye başlandı. İstiklal Mahkemeleri böyle kuruldu; başlangıç amacı buydu. Daha sonra İstiklal Mahkemeleri, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına karşı çıkan, mukavemet eden muhalifleri ortadan kaldırmak için görev aldı. Mesela Konya’da 7. Ordu 6.529 Müslüman’ı astı. Başlangıçta mevcut mahkemeler ve Divan-ı Harp ile idare ediliyordu, fakat daha sonra Konya’da İstiklal Mahkemeleri görevlendirildi. Konya’da hilafet lehine gösteri yapanlar asılmak istendi; Mustafa Kemal ciddi bir direnişle karşılaştı. Bu süreç, Sivas Kongresi’nden hemen sonra başladı. Konya halkı, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına “kongreci gavurlar” diyordu. Bozkır Savaşı’nda Müslüman milisler 7. Ordu’yu, yani Mustafa Kemal’in askerlerini yendi. Ancak İkinci Bozkır Savaşı’nda 7. Ordu milis ordusunu yendi. O döneme ait bilgiler parça parça elimizde. Konya dosyaları hâlâ kapalı; Meclis’te Konya katliamı üzerine araştırma yapılamıyor çünkü arşiv kapalıdır. Birçok yerde durum aynı. Alınan kararlar çok hızlıydı; o kadar çok kişiyi astılar ki mahkeme kararlarını çuvallara doldurdular. Bu çuvallar Meclis’e geldi; ne kadarı kayda geçti, ne kadarı geçmedi bilinmiyor. Örneğin Samsun’da 1.456 kişi asıldı. Bu kişilerin isimleri, soyadları ve neden asıldıkları belgelerde yok. Araştırmaya kalksanız bile zor bulunur; ancak zamanın gazeteleri ve kaynakları taranarak bir sonuca ulaşılabilir. Yaklaşık olarak 400-500 bin kişinin asıldığını düşünüyorum.
Resmi tarih, Mustafa Kemal ile Enver Paşa ilişkisini yüzeysel anlatıyor. Sizin tespitlerinize göre bu iki isim arasındaki asıl kırılma noktaları ve hesaplaşmalar nelerdi?
Enver ile Mustafa Kemal arasında hiçbir zaman bir kırılma veya hesaplaşma olmadı. 23 Ocak 1913’te Enver, üçüncü hükümet darbesini yaparak iktidarı ele geçirdi. Kendisi binbaşıydı, ama kendisini tuğgeneral yaptı ve Harbiye Nazırı oldu. Ordudaki bütün subay atamalarını Enver yapıyordu; Mustafa Kemal’in 19. Tümen komutanı ve 7. Ordu başına getirilmesi de Enver’in tasarrufudur. Aralarında bir çelişki yoktu. 1917’de Yıldırım Ordular Grubu kurulurken Mustafa Kemal 7. Ordu’ya komutan olarak atandı, Yıldırım Ordular Grubu’nun başına ise eski Alman Genelkurmay Başkanı Falkenhayn getirildi. Mustafa Kemal buna itiraz ederek Enver’e mektup yazdı ve “Falkenhayn’ı görevden al, beni Yıldırım Ordular Grubu’nun başına getir” dedi. Enver, “Sen 7. Ordunun başında kal, Falkenhayn da Yıldırım Ordular Grubu’nu yönetsin” cevabını verdi. Mustafa Kemal ikinci bir mektup yazdı: “Eğer beni görevlendirmezsen istifa ederim.” Enver “Olmaz” deyince istifa etti. Aralarında böyle büyük bir zıtlaşma olmadı; sadece bir anlaşmazlık yaşandı. Arkadaşlıkları hep devam etti. Yurt dışına kaçtıktan sonra da birbirlerine mektup göndermeye devam ettiler. Enver ile Mustafa Kemal’i karşı karşıya göstermeye çalışmak, Atatürkçülerin bir iddiasıdır ve doğru değildir.
Mustafa Kemal, Milli Mücadele esnasında İngilizlerle görüşme yaptı m?
Mustafa Kemal, İngilizlerle anlaşmıştı. İstanbul’a geldiğinde, 13 Kasım 1918’de İngilizlerin adamı oldu. Daha sonra küstü, komünist oldu ve Rusların adamı haline geldi. Erzurum’a gittiğinde ise yeniden İngilizlere yaklaştığı görülüyor. Bunları kaynaklara dayanarak söylüyorum. Erzurum Kongresi sırasında İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı Albay Rawlinson vardı; Rawlinson aynı zamanda İngiliz istihbaratının kafa adamlarından biri. Mustafa Kemal’le orada sık sık, ikişer üçer saat süren uzun görüşmeleri oldu. Mustafa Kemal, Rawlinson’a “Ben ihtilalciyim, Osmanlı hükümetini tanımıyorum” dedi. Ayrıca, “Siz Sarıkamış’a gidiyorsunuz, gidin; ben Erzurum Kongresi kararlarını size telgrafla göndereceğim” diye bildirdi. Kongre kararlarını Rawlinson aldıktan sonra önce Trabzon’a, oradan İstanbul’a ve ardından Londra’ya gitti. Rawlinson, Lord Curzon’a Mustafa Kemal’in “Ben cumhuriyetçiyim, ben ihtilalciyim” dediğini raporladı. Buna karşılık Lord Curzon, üç maddelik bir barış planını doğrudan Mustafa Kemal’e gönderdi; padişaha değil, maden buldular çünkü. Bu planın birinci maddesi, mealen şöyleydi: Milletler artık başlarında bir padişah veya kral görmek istemiyordu. Bu yöntem pahalıydı; herkes cumhuriyeti destekliyordu. Eğer Mustafa Kemal cumhuriyeti kabul ederse, Osmanlı’yı yıkacak ve İngiltere arkasında olacak. Mustafa Kemal’in İngilizlerle arası her zaman iyi oldu. Zaten kod adı Black Jumbo'dur. Siyah iri şey demek. Aslında bu “Blonde Jumbo” deselerdi deşifre etmiş olurlardı. Sarışın, iri şey demek. Çünkü dünya savaş tarihinde bu kadar iri bir casus görülmemiştir. Harington'a Sakarya Savaşı'nın planlarını gönderdi. Harington da Londra'ya gönderdi tabii ki.
Peki, Milli Mücadele diye tabir ettiğimiz ya da halkın mücadelesi adına hiçbir şey olmadı mı?
İngiliz’e, İtalyan’a falan olmadı. Sadece Urfa, Antep, Maraş gibi yerlerde Fransızlara karşı büyük bir direniş oldu. Mesela Fransız ordusu 30.000 nüfuslu Maraş’ı işgal etti, ama üç hafta içinde kaçmak zorunda kaldı. Aslan Bey, Molla Karayılan gibi isimler Fransızlara orayı dar ettiler. Onun dışında olmadı. İngiliz’e, İtalyan’a kurşun atan hiç olmadı. Mesela Milli Mücadele diye bir şey olmamıştır. Bir tek bizi kurtaran Maraş, Urfa, Antep’tir. Türk halkının İngilizlerle bir sıkıntısı yoktu; hiç olmadı. İngiliz askeri, Lozan Antlaşması imzalandıktan üç-dört ay sonra İstanbul’dan çekildi. Aynı zamanda Türk askeri de İstanbul’dan çekildi. Türk askerinin İstanbul’a girişi 21 Temmuz 1936’dır. Türk ordusunun İstanbul’a girmesi 1936 yılına kadar yasaktı. Her şey o kadar yanlış anlatıldı, yanlış kurgulandı ki... Mesela Edirne’nin kurtuluşu 1938’dir. Büyük Taarruz’u anlatıyorlar. Ne diyorlar bize? “Büyük Taarruz oldu, Yunan’ı yendik, vatanı kurtardık.” Peki, vatanın tarifini yapmazsan nereyi kurtardın? Halep vatan değil miydi? Bağdat, Şam? Hepsi vatandı. Kıbrıs da vatandı. Kim verdi Kıbrıs’ı İngilizlere? Mustafa Kemal. İnanmayan açsın Lozan Antlaşması’nın 20 ve 21. maddelerini okusun, görür.
Gazze’yi İsmet İnönü, Kudüs’ü de Fevzi Çakmak verdi. 1917’de İsmet İnönü Birüssebi’de savaş alanından kaçtı. Birüssebi, bugünkü Gazze’nin hemen batısındaki Yedikuyular bölgesidir. Eski zamanlarda kervanlar Kudüs ile Kahire arasında giderken burada su ihtiyaçlarını karşılar, mola verirlerdi. İsmet İnönü’nün 3. Kolordusu 3. Gazze Savaşı’nda oradaydı. 1. ve 2. Gazze Savaşları’nı biz kazanmıştık. İsmet İnönü kaçmak suretiyle Gazze’yi İngilizlere teslim etti. İsmet İnönü, ordusuyla Ramallah’a kadar kaçtı. Dolayısıyla Gazze, İngilizlerin eline geçti. Aradan çok geçmeden 2-3 hafta sonra Fevzi Çakmak, Kudüs’ü boşaltma kararı aldı. 7. Ordu’nun 20. Kolordusunu Kudüs’ün güneyine değil kuzeyine aldı. Kudüs’ün içerisindeki askerleri de çekti ve Kudüs tek kurşun atılmadan İngilizlerin eline geçmiş oldu. Kudüs’ün Fevzi Çakmak tarafından teslim edildiğini anlatan hiçbir yer yoktur mesela. Düşünün Kudüs ve Gazze için bugün neler neler yapılıyor... Bunlar böyle adamlar... Bir de sonra vatanı kurtardık diye övünüyorlar...
Kaynaklarınız arasında Üstad Necip Fazıl’ın “Put Adam” isimli eserini göremedik. O eser de çalışmalarınıza katkı sağlayabilir.
“Put Adam” kitabını daha okumadım ama okuyacağım.
En çok hangi kaynaklardan beslendiniz?
Benim için her şey kaynaktır. Örneğin “isteataturk.com” sitesinde Atatürkçülerin fotoğraf arşivi var. Orada Mustafa Kemal’i İngiliz üniforması içinde, kafasında fötr şapka ve apoletsiz İngiliz elbisesiyle gösteren fotoğraflar buldum, kitaba koydum. Şükrü Kaya’nın Akşehir görüşmeleri anlatımı gibi başka yerde olmayan belgeleri de kullanırım. Rıza Nur da dahil, doğruluğu ispatlanan veya çürütülmeyen her şeyi kaynak kabul ederim.
Not: Röportajda belirtilen fikirler Yaşar Gören’in kendisine aittir.
Baran Dergisi