Abdurrahman Hacımelek ile “Âlimler ve Necip Fazıl” kitabı üzerine yaptığımız röportajda, Üstad Necip Fazıl’ın dönemin büyük âlimleriyle kurduğu fikrî ve manevî bağı ele aldı. Hacımelek, eserin bu yönüyle Necip Fazıl’ın mütefekkir olması yanında ulemayla aynı istikamette yürüyen bir remz şahsiyet olduğunu anlattı.

Abdurrahman Hacımelek Kimdir?

Abdurrahman Hacımelek, 1993 yılında Kastamonu’da doğmuştur. Lisans öğrenimine felsefe ve uluslararası ilişkiler alanlarında devam etmektedir. Kökler Vakfı bünyesinde faaliyet gösteren Necip Fazıl Araştırmaları Merkezi’nde koordinatörlük ve araştırmacılık görevlerini yürütmektedir. Necip Fazıl Kısakürek üzerine yaptığı çalışmaların yanı sıra, Nakşibendîlik tarihine, edebî geleneklere ve içtimaî meselelere dair araştırmalar yapmaktadır.

Kitapta yalnızca menkıbeler değil, aynı zamanda biyografik, ilmi ve sosyolojik bilgiler de yer alıyor. Bu yaklaşımın arka planında nasıl bir metod tercihi var?

Eserde daha çok hayat hikâyesi ve menkıbeye yer verdik. Bilgi çokluğu vardı. Öncelikle şunu düşündük ki bu bilgi çokluğunda fikir yerine biyografik bilgilerin, biraz daha böyle teknik bilgilerin yer alması, daha sonradan bir fikrî, ilmî eserin ve çalışmanın yapılmasının bir ön adımı olur. Onun için gerek “âlimler” cildinde gerek “veliler” cildinde gerekse daha sonraki “Aydınlar, Siyasîler ve Necip Fazıl” cildinde temel olarak biyografik bilgi ve sırf Necip Fazıl'la bahsedilen isim arasındaki menkıbe yer alıyor. Bu menkıbe kelimesi de ayrıca ele alınmalıdır çünkü bizim menkıbe kelimesine verdiğimiz mânâ ilk anda anlaşılandan daha farklı; bir fikir yoğunluğu taşıyan hikâye ve söz bizim için. Menkıbe bu demek, onun için evvela bunu yaptık. Yani biyografi ağırlıklı ki zaten âlimler ve Necip Fazıl kelimesinde de biraz onu anlattık; âlimlerin hayat hikâyeleri ve onların hayatlarının içinde Necip Fazıl'ın yeri.

Bazı büyükleri bilerek uzun tuttuk âlimler cildinde; Mustafa Sabri Efendi, İsmail Çetin Efendi gibi. Çünkü bu isimlerin eserlerinin ve hayatlarının Büyük Doğu-İbda çizgisinde de çok sayıda malzeme sunduğunu düşünüyoruz. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin, İsmail Çetin Efendinin eserleri her Büyük Doğu-İbda bağlısının özellikle üzerine eğilmesi gerektiğini düşündüğümüz isimler. Bunları böyle biraz uzun tutmakla da “bu isimlere dikkat ediniz; bu isimler bizim dâvâmız için delil ifadeleri serdetmiş olan kişilerdir” demek istedik. Dolayısıyla arka plândaki mantık buydu.

Necip Fazıl için “genelde hiç kimseyi beğenmeyen, yalnız bir fikir adamı” imajı çiziliyor. Sizce bu algı nasıl oluştu ve ne derece doğru? Size göre doğru mu?

Bunu yayanlar hem dostları hem de düşmanları. Dostları, “bak biz eleştiriyoruz, bu erdemdir” diyerek; düşmanları ise İrancı, Vahhabî veya yeni ekollerden oldukları için böyle söylüyor. Necip Fazıl’ı psikolojik ve şahsiyet olarak problemli göstermek istiyorlar. Bu, “şüyuu vukuundan beter” bir durum. Allah da sevdiği kulları dedikodu ve iftiralarla istikâmette tutar; Necip Fazıl’ın günahını da böyle alırlar. Düşmanlar bunu iftira yoluyla yapıyor. Doğru ifade, “Necip Fazıl Ehl-i Sünnet olmayanı beğenmezdi”dir. Ama “kimseyi beğenmezdi” denirse iş nefsaniyet gibi algılanır. Oysa mesele Allah için sevmek ve buğzetmektir. Bunun ölçüsünü Ehl-i Sünnet verir. Peygamber Efendimiz’in (sav) çizdiği düz çizgi Sünnet ve Cemaat ehli, yan çizgiler ise fırkalardır. Necip Fazıl o çizgidekileri sever, dışındakileri sevmez.

Müslümanlar Cumhuriyet devrinde kahramanlarını ancak mahallî ölçekte gördüler. Bir cemaatin şeyhi yahut hocası kahraman sayıldı; hâlbuki Ömer Nasuhi Bilmen, Hasan Basri Çantay, Mustafa Sabri, Cemal Öğüt gibi isimler de vardı. Onlar rejimin baskısına uğradı, bir besmeleyi öğretmek için büyük bedeller ödediler, tabutluklarda ve rutubetli zindanlarda yıllarca çile çektiler. Bugün “çıtkırıldım” nesiller var ama o dönemde Müslümanlar daha ağır şartlarda mücadele etti. Süleyman Hilmi Tunahan ve İsmail Çetin gibi isimler ciddi hastalıklar kapmış, büyük fedakârlıklar yapmış kimselerdi. Onlar herkesin ortak değeri olmalı. Bu kitabın gâyesi de bu isimleri hatırlatmak. Senin şeyhin olmasa da İsmail Çetin senin âlimindir; Süleyman Hilmi Tunahan senin köyüne imam, ilçene Ehl-i Sünnet müftü göndermiştir. Onların hayatlarını bilmek Müslüman’a moral, ahlâk ve yol gösterir.

Biz 20. ve 21. yüzyıl Müslümanları olarak nasıl davranmamız gerektiğini ancak âlimlerden ve velilerden öğrenebiliriz. Bugün Müslüman akademisyenler sınırlı düşünür. Bu yüzden kitapta hayat hikâyeleri çoktur. Doğru davranışı sergileyenler Necip Fazıl’ın muhabbetine mazhar olur. Çünkü İslâm kılı kırk değil, kırk bin yarmanın rejimidir. Eskiden düşman Haçlı ve Moğol gibi dışarıdaydı; şimdi ise içeriden, basın, medya, edebiyat yoluyla saldırıyor.

1908, 1910, 1920’lerde lâdinî yani seküler edebiyat, müzik, şiir ortaya çıktı. Necip Fazıl ise Büyük Doğu-İbda için Cumhuriyet öncesiyle sonrasını birbirine bağlayan pürüzsüz çizgiden bahseder. Eğer bu çizgiden fire varsa, Necip Fazıl o kişiyi beğenmez. Çünkü şeriat, onda ayrılış kabul etmeyen tek ölçüdür. Allah düşmanlarının yanında duran, onlara ses çıkarmayan da bu ölçüye göre dışarıda kalır. Necip Fazıl’ın “kimseyi beğenmez” tavrı aslında şeriat ölçüsünden ibarettir.

Bugünkü eksikliklerden biri de tasavvuf düşmanlarının dillendirdiği gibi, cemaat ve tarikatların kendi içine kapanmasıdır. Az okumadan doğan dar bir görüş hâkim. Cemaatlerin içinde geniş bir dünya görüşünü temsil edecek mütefekkirler yok. Buna karşılık İrancı, Abduhçu, Afganici tayfalar sürekli yeni “çağdaş Müslüman aydın” üretir. Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutup, Ali Şeriatî, Mevdûdî, şimdi de Taha Abdurrahman gibi isimler üzerinden bir biyografi geleneği sürdürürler. Bizde ise Süleyman Hilmi Tunahan’ı, Alasonyalı Cemal Öğüt’ü kendi cemaatinden olmayanların tanıması gerektiğine dair bir şuur yok. Böyle olunca mücadele geçmişe hapsediliyor. Hâlbuki asıl mücahit mürşitler Cumhuriyet devrinde çıkmıştır. İmâm-ı Rabbânî’nin söylediği gibi söz ve fikir cihadı bütün cihatların üstündedir. Dolayısıyla bugün tarikat ve cemaatlerde özellikle gençlerin buna eğilmesi gerekir.

Hasan Basri Çantay’ın hayatı efsanevîdir. Balıkesir’de millî mücadeleyi örgütlemiş, eşkıyaları tevbe ettirip cepheye sevk etmiştir. İngilizler başına ödül koymuş, meşhur Kur’an mealini yazmış, fikir buhranları yaşamış bir âlimdir. Bu gibi şahsiyetleri tanıdıkça İslâmiyet’in hakikatini ve Müslüman şahsiyetin nasıl olması gerektiğini görürüz. Necip Fazıl da gençlere örnek olacak böyle isimleri seçmiştir. Çünkü onun omzunda mesuliyet vardı, söylediği söz kanaat önderliği taşıyordu.

“Kimseyi beğenmezdi” diyenler aslında tasavvufu inkâr edenlerdir. Tasavvuf inkâr edilince Yûnus Emre’den İmam-ı Rabbânî’ye kadar bütün silsile yok sayılır. Dolayısıyla burada fikir namusu söz konusudur. Mezhepleri yakınlaştırma girişimleri de böyledir. Abduh, Afganî, Mevdudî çizgisinden gelen bu fikirler 1950’lerde tekrar gündeme getirildi; Ehl-i Sünnet ulemâsı ise bunun asırlardır geçersiz olduğunu söyledi. Fakat bu anlayış Irak’ta Müslümanların kanına girdi.

Necip Fazıl Irak’ta Şia’yı hedef alsaydı “fitne çıkarıyor” denilecekti; Suriye’de ise durum biraz törpülendi. Ama Irak’ta Şiîler Amerika ile Müslümanları katlederken aynı tepki verilmedi. Bu da fikir namusunu gösterir. Sonradan özeleştiri yaparak “biliyorduk ama ümmet birliği zarar görmesin diye sustuk” dediler. Orada canlar giderken burada kuruntu üzerinden birlik söylemi dolaştırıldı. Aynısı Irak, Suriye, Tacikistan, Hindistan ve Doğu Türkistan’da yaşanıyor. Hindutva içinde Şiîler de yer almakta, orada da Müslüman kanı dökülmektedir. Fakat biz dört başı mamur bir dünya görüşüne sahip olmadığımız için bunları idrak edemiyoruz.

Necip Fazıl'ın ilim çevresiyle kurduğu ilişki nasıldı? Necip Fazıl'ın bu âlimlerle irtibatı onun fikrî duruşunu nasıl şekillendirmiştir?

Necip Fazıl’ın bir sözü var, Babıâli’nin takdiminde geçiyor: “Ben hakikatten şeriata gitmiyorum, şeriattan hakikate gidiyorum.” Yani onun bağlı aklının en temel farkı buradadır. Diğer herkes müstakil bir akılla, tümevarım yoluyla hakikati bulabileceği düşüncesindedir; yani ‘Ben aklımla Allah’ı bulurum, peygamberi de bulurum, İslâm’ı da bulurum’ anlayışı… 20. ve 21. asırda hâkim olan rasyonalist tavrı kendilerince güttüklerini sanırlar. Onun için güya İslâm’a giderken sosyalizme uğrarlar, güya faşizme uğrarlar vesaire. Hatta öyle oluyor ki “zamanımızın şeriatı sosyalizmdir” gibi cümleler bile kurabiliyorlar. Necip Fazıl ise tam tersi; şeriattan hakikate gidiyor. Yani tümdengelim metoduyla…

Cenâb-ı Allah bildirdi mi, doğru olan odur. Meşhur menkıbede sorulur: “Allah deveyi iğne deliğinden geçirir mi?” Veli, “Elbette geçirir; ister deveyi küçültür, ister iğneyi büyütür, isterse hiçbir şey yapmadan geçirir” der. Necip Fazıl’ın vurgusu da budur. Büyük Doğu’nun oluşumu, şeriattan hakikate yönelişiyle 20. ve 21. yüzyıldaki diğer düşünürlerden ayrılır; bağlı aklın en temel farkıdır. Necip Fazıl, 1400 yıllık İslâm çizgisinde Ehl-i Sünnet’e muvafık hareket ediyordu. Evrim gibi konuları meşrulaştırmak için İhvân-ı Safâ’dan delil getirmedi; cumhur çizgisini takip etti. Bu yüzden Cumhuriyet öncesiyle sonrasını pürüzsüz bir çizgide birleştiren oldu. Âlimler de onu Ehl-i Sünnet itikadının meydan yerindeki sözcüsü ve aksiyoncusu olarak gördüler. O da Ehl-i Sünnet âlimlerini dünya görüşüne destek isimler olarak kabul etti, sık sık ziyaret etti, Arapça eserlerin tercümelerinden faydalandı. Nitekim İsmail Çetin Efendi, “Geceler boyu Necip Fazıl’a tercümeler yaptım” diyerek onu çağımızın fikirde üstadı olarak anmıştır. Zahirî ve bâtınî ilimlerde güçlü bir âlim olan İsmail Çetin Hazretleri, “Necip Fazıl fikirde önderdir” der. Yani onu aşılmış ya da aşılması gereken biri değil, örnek alınacak bir isim olarak görür. Siyerde, tefsirde, hadiste, tasavvufta belli eserler zikrettikten sonra fikir sahasında da Necip Fazıl’ı işaret eder. Böylece ilimler tasnifinde onu fikir sahasının temsilcisi kabul eder. Necip Fazıl da eserlerini büyük âlimlere sunar; kimi zaman günlük yazılarını bile onlara okutur. Alasonyalı Cemal Efendi’ye, Ömer Nasuhi Efendi’ye ve başka âlimlere metinlerini göstermiştir. Onların hayreti ise şudur: Necip Fazıl’ın klasik bir medrese tahsili yoktur ama yazıları son derece doğru bulunur. Girift meselelerde bile izah getirebilmesi dikkat çekmiştir. Normalde böyle derin noktalara girmemek ister ama girdiğinde dahi yanlış görülmediği ifade edilmiştir.

Necip Fazıl’ı muhatap alanların bir kısmı onu yanlış anladı. Mesela fetva soranlar olurdu. Basit meselelerde, “Hanefî’de böyledir, Şafiî’de şöyledir” diye cevap verirdi. Çünkü o yıllarda insanların elinde İslâm’a dair kitap yoktu; “Namaz nasıl kılınır?” bile ona sorulurdu. Mecburen cevap verdi. Ama 1960-70’lere gelindiğinde artık fetvaya girmedi. Köycülükle ilgili bir talebe zekât meselesi sorunca “Bunu hâl ve ilim ehli bir zata sormak lâzımdır” dedi. Yani bildiğiyle amel eden, hâl sahibi bir âlime… Necip Fazıl böylece fetvanın kime sorulması gerektiğine dair usul gösterdi. Kendisi cevap vermeyerek yerini bildi. Âlimlere hürmeti vardı, onlarla sürekli teşrik-i mesai içindeydi; ailecek görüşür, evlerine giderdi.

Kitapta yer alan âlimlerin çoğu Nakşibendî silsilesi mensûbu. Üstad’ın Nakşibendîlik ile ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

1300’lerin sonunda Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin “Bizim dünyaya gelişimizden muradımız odur” buyurduğu Hâce Muhammed Parsa Hazretleri, “Âhir zamanda tarikatlardan Nakşibendîlik, mezheplerden Hanefîlik kalır” der. Bu sözü pek çok meşâyih dile getirmiş, tarihî hâdiselerle de gerçekleştiği görülmüştür. Tekkelerin kapatılmasıyla, Şiîleşme emâresi gösteren veya modernizme kapılan Mevlevîlik gibi tarikatlar silinmiş, Nakşibendîlik meydanda tek hâkim tarikat hâline gelmiştir. Hanefîliğin hâkimiyeti ise devlet mezhebi olmasından kaynaklanır. Âhir zamanda, özellikle Hâlidîliğin zuhuru ile şeriat hassasiyetine sahip bir çizgi ortaya çıkmıştır. Hadiste bildirildiği üzere tarikat, ahlâkı güzelleştirmek ve kemâle erdirmek için bir farz, bir vacip, bir şarttır. Âlimler bunu bilmekle birlikte tarikatlardaki kusurları görünce çekiniyorlardı. Ancak Nakşibendîlik hiçbir zaman bu çizgiden sapmamıştır. Şâh-ı Nakşîbend’den itibaren âlimler bu tarikata yoğun teveccüh göstermiş, Hâlidîlik ile ilgi daha da yayılmış ve Nakşibendîlik tam anlamıyla “ilmiyye tarikatı” hâline gelmiştir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî henüz hayatta iken Osmanlı Şeyhülislâmı ona biat etmiş, ulemânın çoğu da bu yolu seçmiştir. Nakşîbendîlik öyle bir etki uyandırmıştır ki, Nakşî olamayan Keçecizâde İzzet Molla bile Mevlânâ Hâlid’i metheden şiirler yazmıştır. Osmanlı’nın son asırlarında Nakşîlik hem maddî hem manevî bakımdan bir tecdit hamlesi olmuştur. Bu tesir İslâm dünyasında da görülmüştür: Güney Asya’dan Endonezya ve Malezya’ya, Türkistan’dan Kafkasya’ya, Kazan ve Kırım’a kadar Müslümanların direniş ve birliklerinde Nakşîbendîler ön plandadır. Cumhuriyet devrinde de Ömer Nasuhi Bilmen, Hasan Basri Çantay gibi âlimlerin çoğu Nakşî idi; ruhlarındaki kuvveti mürşidlerinden alarak sosyal mücadelede cesur davranabildiler. Necip Fazıl’ın da dediği gibi, sırf akıl ile hareket etseler bu tavrı gösteremezlerdi; kurtuluşlarını ve cesaretlerini mürşidlerinin tasarrufuna borçluydular.

Necip Fazıl’ın biyografisinde pek bilinmeyen hususlar da vardır; defalarca suikast girişimine uğramıştır, silahlı ya da silahsız… Gıda yoluyla zehirlenmek istenmiş, linç edilmek istenmiş, hapiste öldürülmesi planlanmıştır. Bunlar tasarruf ve inanma meselesidir. Bedir ve Uhud gibi İslâm tarihinin ilk aksiyonlarına bakıldığında, Necip Fazıl’ın ve büyüklerin aksiyonu da daha iyi anlaşılabilir.

Kitapta “Üstad’ın büyüklüğü kendisini yetiştiren büyüklerle birlikte anlaşılır” vurgusu var. Bu çerçevede Necip Fazıl'ın bir remz şahsiyet olarak konumlanmasını nasıl açıklarsınız?

Sosyal mücadele ve fikir yeni bir ilim. Bunları doğru şekilde yapmak lâzım. Az önce dediğimiz gibi, İslâm kılı kırk değil, kırk bin yarmanın rejimidir. Bir de mahkûm bir sistem içinde mücadele ediyorsun Hâkim bir sistem içinde mücadele etmiyorsun. Bazı insanlar bu mahkûmiyeti şahsiyetlerindeki bozukluk sebebiyle mazur göstermeye, katlanışı bir kabule çevirmeye yeltenebiliyorlar. Maalesef böyleleri çıkmıştır; rejimi ve inkılapları övmüştür vesaire. Belki Müslümanların lehine iş görmek isterken böyle yapmışlardır fakat “kem âlât ile kemâlât olmaz” şeklinde bir kibar-ı kelâmda olduğu gibi Necip Fazıl en olgun aletler ile olması gerekenin gerçekleşeceğine, oluşun -bu da mesela Büyük Doğu-İbda dilinin en temel kavramlarından biridir- İslâm'ın istediği oluşun, oluşların gerçekleşeceğine inanmış. Onun için ne yapmış mesela yayıncılığa, gazeteciliğe büyük önem vermiş; dergi çıkarmış. İslâm âlimleri, veliler ve sermaye sahipleriyle bu hususlarda çok istişarelerde bulunmuş. İslâm’ın cemiyetteki temsili ve tatbiki noktasında en doğru tavrı sergilediği, bunu da daima âlimlerle istişare halinde yaptığı için, âlimler Necip Fazıl’ı sosyal mücadelede, fikirde ve sanatta -İsmail Çetin Efendi’nin ifadesiyle- mihenk taşı mesabesinde remz bir şahsiyet olarak görmüşlerdir. İstisnasız her biri, müritlerine, halifelerine ve en yakın hocalarına hem kavlen hem fiilen “Necip Fazıl’a destek olun.” demişlerdir.

Kitapta yer alan âlimler arasında, Necip Fazıl'a en çok tesir ettiğini düşündüğünüz isim kimdir?

Bazı âlimler Osmanlı devrinde, bazıları ise Cumhuriyet devrinde yaşamıştır. Osmanlı devrindekilerin Necip Fazıl’a tesiri daha büyüktür; çünkü onunla daha erken temas etmişlerdir. Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri hem büyük bir mürşid hem de büyük bir âlim olarak Necip Fazıl’ın hayatında birinci sıradadır. İkinci sırada ise dedesi Mehmed Hilmi Efendi gelir. Necip Fazıl’ın ifadesiyle “bildiricim, öğreticim” olan dedesi, Allah, peygamber, vatan, memleket gibi temel meseleleri öğretmiştir. Daha sonra Ali Himmet Berki gibi isimler de zikredilebilir. Arvâsî Hazretlerinin, “Nakşibendî tarikatı sohbet üzerine kurulmuştur” sözü ve Şah-ı Nakşibend’in “Tarîkat imâ sohbet est” ifadesi de Resûlullah’ın ashâbı yetiştirme usûlünün tatbikidir. “Sahabe” kelimesinin sohbetten gelmesi de bunu teyit eder. Bu sebeple Nakşibendî tarikatı sahabenin yolunu aynen takip etmeyi esas alır; yani “sahabe yapmadıysa biz de yapmayız” der.

Necip Fazıl, Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin sohbetlerinde yalnız günlük bilgiler veya tasavvuf bahisleri değil, İslâm’ın literatürüne dair de ma’lumat edindi. Tefsirde hangi kitapların mu’teber olduğu, tasavvufta hangi eserlerin esas alındığı gibi konularda yönlendirildi. Bu sayede akaid ve fıkıh sahasında önemli kaynaklara ulaştı. Bunun tezahürü olarak da tercümeler yaptı: “Reşahat”ı günümüz Türkçesine çevirdi, İmam Kastallânî’nin “Mevâhib-i Ledünniyye”sini sadeleştirdi, Molla Câmî’nin “Nefahâtü’l-Üns”ünü “Velîler Ordusundan 333” adıyla yayımladı. Ayrıca mürşidinin “Rabıta-i Şerîfe” ve “Riyâzetü’t-Tasavvufiyye” eserlerini neşretti. Arvâsî Hazretleri gittiği her yerde kütüphanelere girer, binlerce kitap mütalaa ederdi. Adana’da 7-8 ayda binin üzerinde, Bursa’da 3.5 ayda neredeyse bütün kitapları okudu. İstanbul’da da aynı şekilde sürekli okumalar yaptı. En “kitabî” mürşidlerden biri olarak bilinir. Ona bağlı topluluklarda da (örneğin Işıkçılar) kitaba yönelme gayreti bu mirastan gelmektedir. Siyasetleri ve dünya görüşleri yanlış olsa da, Vahhabîliğe, Şia’ya ve diğer sapık mezheplere karşı İslâm’ın temel klasik eserlerini yayımlamış, kendi eserlerini de telif etmişlerdir. Bu, Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin kitabî yetiştiriciliğinin bir yansımasıdır. Nitekim Ahmet Mekki Üçışık Efendiye basit bir fıkıh meselesi sorulduğunda kitaptan cevap vermiş, “Biz de insanız, unuturuz; en muvafık olan, kitaptan söylemektir” demiştir. Bu tavır, Büyük Doğu–İbda’nın en temel çizgisidir. Cumhuriyet öncesiyle sonrasını pürüzsüz biçimde bağlayan İslâmî yol, bu “kitabîlik”ten gelir. Ehl-i Sünnet’in muvaffakiyeti kuru nakilcilikte değil; ilmi fikir suyuyla besleyerek yeni tohumlar ekmekte, ormanlaştırmakta yatar. Necip Fazıl bu usulü Abdülhakîm Arvâsî’den almıştır. Bunun dışında Ömer Nasuhi Bilmen, Alasonyalı Cemal Öğüt, Ali Himmet Berki, İsmail Çetin gibi isimler de dünya görüşünün gelişiminde etkili olmuştur.

Peki bu ilmî bir gelenekle irtibat kurması onun sanatını nasıl etkilemiştir sizce?

Bir hadis-i şerif şairleri zemmedince Hasan bin Sâbit ve Abdullah bin Revâha üzülür, bunun üzerine “Ancak iman edip sâlih amel işleyenler...” âyeti nâzil olur. Şairler biraz kayıtsız ve bağımsız olmak ister, bu da “bağlı akıl” meselesine muhalif bir hâl. Divan edebiyatında şarap ve kadın teşbihleri vardır; hakikati hissedip mecaz köprüsü yaparak anlatırsan şer’an uygun kılınabilir. İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin dediği gibi, esmâ-i hüsnâya en çok kadınlar mazhardır. Ama bir de Hâfız-ı Şîrâzî yahut İsmâil Buhârî seviyesinde olmayan, onları takliden şeriatsızlık yapan “müteşâirler” vardır. Bunlara iman ve sâlih amel problemi olan şairler denebilir. Necip Fazıl ise Hanefî mezhebine bağlılığını koruyarak şiirinde i’tikadî ya da amelî sapmaya yol açabilecek mısra ve repliklere kapı açmamıştır.

Necip Fazıl, Çile’deki “diz çök ey zorlu kader” mısrasını Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerine okur. Hazretin yüz ifadesinden şüphelenir, düşünür ve kaderle cedelleşilemeyeceğini fark eder. Kader iman meselesidir; diz çöktürülmesi gereken kader değil, nefstir. Böylece mısrayı “diz çök ey zorlu nefs” diye değiştirir. Mürşidi hiçbir şey söylemez; asıl mürit–mürşit ilişkisi budur. Mürşidin en küçük tavrından bir şey kapabiliyorsan gerçek müritsin. Necip Fazıl’ın Ehl-i Sünnet’e bağlılığı ve mürşidini nasıl anladığı burada görülür. Günümüz müritleri ise “apaçık söz, teselli, pışpışlama” bekler. Oysa Necip Fazıl, “en çok paylamalarını severdim” der. Çünkü mürşidin fazla ilgisi müridin zayıflığını, zaman zaman paylaması ise onun gelişme istidadını gösterir.

Cumhuriyet sonrası kuşakların İslâmî şahsiyetlerle bağ kurmasında böyle eserlerin nasıl bir işlevi olduğunu düşünüyorsunuz?

Cumhuriyet sonrasında İrancılar, mezhepsizler, Suudîler kendi “ilim kahramanları”nı tanıtıp propaganda edebildiler. Biz ise bölünmüşlük içinde ne Necip Fazıl’ın ne de Salih Mirzabeyoğlu’nun yerini gerektiği gibi oturtamadık. “Mürşidim var, o hâlde Necip Fazıl’a gerek yok” anlayışı yanlış. Tefsir hocanı ilmî yerde konumlandırdığın gibi, dünya görüşü ve ideolojik formasyon noktasında da bu zatların yeri vardır. Necip Fazıl tefsir hocan gibi değil, remz şahsiyet olarak ayrı bir makamda durur. Karşı taraf için bu mesele kolaydır; akâidleri sahih olmadığı için sürekli değişim onlar için sorun değildir. Dün İran sevgisini imanın şartı sayarken, bugün rahatlıkla İran’a sövebiliyorlar. Çünkü omuzlarında mesuliyet yoktur. Oysa Irak’ta Müslümanların kanı ortadadır. Türkiye’de Müslümanlar doğru tavır gösterebilseydi belki katliam azalırdı. Fakat İran taraftarları Şia’nın suçunu perdeledi, bu yüzden Şia Bağdat’tan Ehl-i Sünnet’i süpürdü. Bütün bunların temelinde dost ve düşmanı net tanımlayamamak yatıyor. Necip Fazıl’ın ısrarla vurguladığı gibi, Müslüman’ı ölçerken onun imanını dost ve düşman kutuplarını nasıl belirlediği üzerinden değerlendirmek gerekir.

Necip Fazıl bir gün otobüste Kemal Kaçar’la tanışır ve “Bu genci çok sevdim; çünkü dost ve düşman kutuplarımız aynıydı” der. O yıllarda bu zordur; sansür ve baskı vardır, konuşmak bile suçtur. Necip Fazıl, “Bu yaşta Abdülhamid Han’ın hakikatini bilemezsin, demek ki bir büyüğe bağlısın” deyince genç, “Evet efendim, Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’ye bağlıyım” cevabını verir. Dost ve düşman kutupları böylece teyit edilir. Bugün Müslümanların en büyük problemi bu kutupları doğru tayin edememeleridir. Bir tarafta Resûlullah (SAV), öte tarafta bâtıl vardır. Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin de buyurduğu gibi, birini çok sevmen için diğerinden çok nefret etmen gerekir; ondan nefret ettikçe Resûlullah’a daha çok bağlanırsın. Aynı hakikat, kutupların çoğaltılması noktasında da geçerlidir: Deccal bir değil, çoktur. Biz ise dostlarımızı tanımıyoruz.

Düşmanlarımızı da tanımıyoruz.

Düşmanı tanımadan dostu tanımak mümkün değildir; önce “Lâ ilâhe”, sonra “illallah” gelir. Necip Fazıl’ın dediği gibi: “Bize kalan aziz borç asırlık zamanlardan / Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan.”

O, sahte kahramanı tasnif etmiş, mutlak kahramanı da yerli yerine koymuştur. Esas mesele, ideolojinin temeli olan tarih muhasebesidir ve Necip Fazıl bunu dost-düşman kutbu üzerinden kurmuştur. Bugün ise düşmanı doğru tarif edemiyoruz. 5816 gibi kanunlarla oyalanıyor, bazıları bu davadan yargılanmayı mücahitlik sanıyor. Oysa gerçek mücahitlik, Necip Fazıl’ı ve Salih Mirzabeyoğlu’nu okumaktan geçer. Bu zaaf, ruhî muvazeneyi kuramayan, mücadeleyi şekil üzerinden değerlendirenlerin tavrıdır. Asıl olan, düşmanı net tarif edip ideolojik ölçüyle tavır almaktır. “Lâ ilâhe”yi söyledin, peki “illallah”ı ne kadar doldurdun? İşte mesele buradadır. Bugün birçok kişi tasavvufî cemaate bağlı ama istismarcı bir vaizin sözlerini ölçü kabul ediyor; buna karşılık Ömer Nasuhi Bilmen’in, Hasan Basri Çantay’ın, İmam Kevserî’nin, Mustafa Sabri’nin eserlerini dikkate almıyor. Dost kutupları da oturmuyor çünkü bu büyük âlimlerin eserleri okunmuyor. Hâlbuki onların kitapları bilinmiş olsa, bir vaiz koca bir topluluğu parmağında oynatamazdı. Eserler okunmadığı için idrak gelişmiyor, idrak gelişmeyince de Müslümanların aleyhine görüntüler ortaya çıkıyor. Cumhuriyet devri âlimlerini öğrenmek zorundayız. Çünkü idrak olmadan hayat inkişaf etmez. Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin dediği gibi: “Hayat idrak etmektir.” İdrakin kadar hayatın vardır, hayatın kalitesi de idrakinin kalitesine bağlıdır. İdraki geliştirmenin yolu, asgarî düzeyde İslâm ilimlerini bilmekten geçer. Fıkıh, hadis, tefsir ve usullerini öğrendiğinde Büyük Doğu–İbda’nın bağlı akıl ve pürüzsüz çizgi oluşunu daha iyi kavrarsın. Bunları bilmezsen idrak eksik kalır, birikimini birkaç vaiz ya da akademisyene bırakmış olursun. Evet, belki o akademisyen doğru konuşur, Gazze’den bahseder, Suriye’yi işler, gençlere videolar çeker. Ama sonunda kendini ona ısmarlamış olursun. Diyalektiği olmadığı için de yolunu şaşırır, savrulur. Bazıları güya İrancılığa karşı çıkar görünürken, “Necip Fazıl kimseyi beğenmezdi” diyerek işi Yavuz Sultan Selim’i sorgulamaya kadar götürüyor. Bu sonuç zaten baştan bellidir. Oysa meselede söz söylerken önce kendi asrımızdaki âlim ve velilerin görüşüne bakmak zorundayız. “Bağlı akıl” dediğimiz budur. Bugün herkes müstakil davranıyor; kaynağa bakmadan fetva veriyor, fikir üretiyor. Hâlbuki önce “Benim zamanımda yaşayan âlim ve veliler kimlerdir? Görüşleri nelerdir?” diye sormalı, eserlerini araştırmalı, mümkünse irtibat kurmalı. Ev veya doktor ararken bile araştırma yapıyoruz; dünya görüşünün ölçüsünü belirlemek için bundan daha azı olmaz. Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri de büyük âlimlerin görüşünü araştırmayı farz kabul eder. Zamanında bulamazsan geçmişe döneceksin. Çünkü “hayat idrak etmektir” ve yaşanmaya değer hayat ancak böyle olur. Bana biri bir mesele sorsa, önce “Necip Fazıl bu konuda ne dedi, Salih Mirzabeyoğlu ne dedi?” diye düşünürüm. Herkesin de böyle yapması gerekir. Bugün ise insanlar Twitter’da, Facebook’ta gördüğünü mutlak bilgi sayıyor, ihtilaf payı bırakmıyor. Oysa hakikate ulaşmak hızla değil, dinginlikle olur. İnternetin hızına göre hakikat aranmaz; biraz çileyle, bedel ödeyerek elde edilir ki kalıcı olsun. Bedava kursa gidenle parasını ödeyerek gideni ayıran fark gibi… Hakikat de bedel ödenmeden kazanıldığında kolayca kaybolur.

Peki bu kitabın genç okurlarda nasıl bir tesir uyandırmasını umuyorsunuz? Ya da bu eseri yazmadaki hedef ve emeliniz neydi? Nasıl bir etki-tepki bekliyorsunuz?

Doğrudan insanları Necip Fazıl'a davet etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü mesela insanlarımız, gençlerimiz problem yaşıyor. Nedir mesela? Malî bir sıkıntısı var. Efendime söyleyeyim, asla tecviz edilmiyor ama mesela “manitacılık” durumları var. Yahut da geçimi iyi ama daha da ötesini hedefliyor. Mesela Porsche'ye binmek hayatının temel kaygısı olabiliyor ve psikolojik sıkıntılar onu sevk edebiliyor. İşte bu psikolojik sıkıntılar içindeki bir insana sen “O ve Ben” kitabını okuttuğun zaman, Kumandan'ın kitaplarını okuttuğun zaman belki fayda vermez. Bilemeyiz bunu. Mesela Cahit Zarifoğlu diyor ki: “Her şey söylenmeyebilir, duyulsa bile.” Yani bir sanatçı duyulsa bile her şeyi söylemeyebilir.” Mesela Goethe, Genç Werther'in acılarını yazdı. Kendi buhranını atlattı ama Genç Werther'in acılarını okuyarak binlerce insan da intihar etti. Şimdi, buna çok dikkat etmek gerekiyor. Hâşâ buradan şu çıkmıyor: “Necip Fazıl O ve Ben’i yazdı da insanları buhrana sevk etti.” Demek istediğim şey şu: Sağlam bir Ehl-i Sünnet itikadı yani ilm-i hâl bilgisi, sağlam bir tarih bilgisi gibi şeylere sahip olmadıktan sonra çıkıp da Büyük Doğu-İbda'yı insanlara okutursak -nasıl ki şimdiye kadar hiçbir Büyük Doğu-İbda bağlısının ciddi mânâda bir elin parmağını geçtiğini görmediğimiz gibi- sağlam bir yenisi de çıkmayacaktır. Onun için çok sağlam bir Ehl-i Sünnet itikadı bilgisi, geçmiş ve yakın tarih bilgisi… Bunu da ulemâyı iyi tanımakla ve onların eserlerini iyi okumakla elde edebiliriz. Bu temel üzerine Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu'nu tanıma…

Şeriattan hakikate yani?

Şeriattan hakikate… Böyle olmayınca İbda ve Büyük Doğu içinde de şeriatsızlık ortaya çıkıyor. Adam ömrünü Necip Fazıl’a nispet ediyor ama şeriatsızlık yapıyor. “Şeriat için ölüm” diye slogan atıyor, fakat bizzat fikrin mimarı ona “Sen şeriatı sevmiyorsun” diyor. Freud’u, Hegel’i okuyor ama İmam Kevserî’nin o büyük diyalektiğini, ilmini, ekolleşme ve müesseseleşmedeki kaynağını görmüyor. Bu yüzden kitaba alınan her zâtın eserleri gençlerin kütüphanesinde olmalı ki Büyük Doğu-İbda doğru anlaşılsın. Bu zatlar bugün başka kimse tarafından anlaşılmıyor; Ömer Nasuhi Bilmen de, Mustafa Sabri de… Onlar Büyük Doğu-İbdacıları bekliyor. Kumandan’ın, “Risale-i Nur da Büyük Doğu-İbda potasındadır, onun muradını biz gerçekleştireceğiz” sözü diğer âlimler için de geçerlidir. Bugün hâlâ hak ettikleri değeri göremediler. İmam Kevserî gerektiği gibi tanınmadı, Mustafa Sabri’nin eserleri layıkıyla anlaşılmadı; “Mevkıfu’l Akl” daha yeni çevrildi. Bu eserleri nimet bilmeli, onların zulme karşı tavırlarını, ilim yolundaki sabır ve sebatlarını örnek almalıyız. Medrese ve üniversite gençleri mutlaka bu kitapları okumalı. Âlimler cildini okuyan ilimde doyurulur, Veliler cildini okuyan maneviyatta; ikisini okuyan için ise bu adeta “çift katlı ekmek kadayıfı” olur.

Kitabı 2. cilt halinde hazırladığınızı belirttiniz. Veliler ve Necip Fazıl başlıklı 2. ciltte nasıl bir fark olacak?

O ciltte daha yüksek edepler, tasavvuf ve tarikat edepleri yer alacak; ledünnî ma’rifetler anlatılacak, üslup daha bâtınî olacak. Necip Fazıl’ın tasavvufa bakışı, velilerin görüşleriyle mutabakatı ve manevî destekleri ortaya konacak. Âlimler eserleriyle Necip Fazıl’ı ilmî olarak desteklerken, veliler de tasarruflarını ona yöneltip müritlerini ona yönlendiriyor. Esad Coşan Efendi’nin, “Necip Fazıl’ı ezberleyin, o ideoloji muallimimizdir” sözü bunun en açık delilidir. Fakat İskenderpaşa, İsmailağa, Menzil gibi cemaatlerden Necip Fazıl’ı derinlemesine anlayan mütefekkir ve sanatçılar çıkmadı. Büyükler ise zor zamanlarda evini satarak Büyük Doğu’ya destek oluyordu. Bedîüzzaman yorganını satıyordu. Bir zat, “Necip Fazıl hakkında şâyia var, yardım etmeyelim mi?” diyene, “Hem yardımını yap, hem de mücadelesinin devamı için ayrıca destek ver” diyordu. Bu sözler Necip Fazıl’ın davasının büyüklüğünü gösteriyor.

Yani “Veliler ve Necip Fazıl” eserinde velilerin hem zahirî hem manevî yardımlarını ele alacaksınız.

3. cilt inşallah “Aydınlar, Siyasîler ve Necip Fazıl” olacak. Burada gazeteci, akademisyen gibi âlim ve velî sınıfına girmeyen herkes, hatta kötü karakterler de yer alacak. İlk iki ciltte sadece iyi şahsiyetler vardı. Âlim saymadığımız ilahiyatçılar da bu kısımda olacak. Onlar aslında âlim değil; üniversite mezunu kabilinden tipler. Necip Fazıl’ın ifadesiyle çeyrek aydın, yarım aydın… Yine de ciddi yayıncılık faaliyetleri yürüttükleri için 21. asrın mantığıyla aydın denebilir. Karşı tarafın arkasında rejim ve başka yapılar var. Biz ise Ehl-i Sünnet cemaatler olarak hâlâ ciddi yayıncılık sergileyemedik. Semerkand, Erkam, İsmailağa yeni yeni yayınevi kurdu. Ama karşı taraf Ensar, İnsan, İz, Pınar gibi yayınevleriyle çoktan güçlü bir yayıncılık yaptı. Bu yüzden aydın sıfatını nispeten hak ediyorlar. Onlar bâtılın vecdiyle ilmî-fikrî faaliyet yürütüyor, biz ise Hakk’ın vecdiyle aynı ölçüde yapamıyoruz. Birine “İslâm için iki aksiyon göster” desen yapmaz ama futbol uğruna keser biçer. İşte bâtılın vecdi böyle. Sistem de onları destekliyor; rüzgâr arkalarından esiyor. Bize ise karşıdan esiyor, geriye itmeye çalışıyor.

Teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Aylık Baran Dergisi 44. Sayı Eylül 2025