Özel Haber

Tarihte bugün | 4 Ağustos 1914 - I. Dünya Harbi

4 Ağustos 1914’te İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilanıyla başlayan Cihan Harbi, Abdülhamid sonrası denge siyasetinden kopan Osmanlı’yı felakete sürükledi. İttihatçıların Alman eksenine girmesiyle cephelerde büyük kayıplar verildi, hilâfet merkezi çöktü. Savaş sonunda ümmet coğrafyası parçalandı, Lozan’la Anadolu’ya hapsedilmiş dar bir devlet geriye kaldı.

Abone Ol

Osmanlı Devleti’ni Cihan Harbi’nin eşiğine getiren yol, 31 Mart 1909’da Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesiyle başladı. İttihatçı darbeyle “denge-hilâfet” aklının devreden çıkarılması, İngiltere-Rusya blokuna karşı kurulan ince hesapların bir anda bozulmasına yol açtı; Abdülhamid’in “her iki kutbu birbirine karşı kullan” siyaseti rafa kalktı ve İttihatçı kadro bütün varlığını Alman masasına sürdü. Daha 1907’de İngiliz-Rus uzlaşmasıyla inşa edilen Üçlü İtilaf, Osmanlı coğrafyasını kuşatma planlarını hızlandırırken, II. Meşrutiyet’in ilanı ve peşinden gelen Balkan Harpleri, imparatorluğu parça parça koparmanın prova sahneleri oldu; Necip Fazıl’ın tabiriyle “yaralı geyik” artık ormanın ortasında savunmasızdı. Abdülhamid’in, “İngiltere ve Rusya’yı dengede tut, hilâfeti küresel bir kalkana dönüştür” diye özetlenebilecek üç esaslı prensibi terk edilince, imparatorluk içte İttihad-ı İslâm ruhunu; dışta ise düşmanlarını birbirine kırdırma ihtimalini kaybetti. İşte 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da sıkılan kurşun, bu zayıflamış yapıyı tam kalbinden vurdu; Avusturya’nın Sırbistan’a, Rusya’nın Avusturya’ya; Almanya’nın Rusya ve Fransa’ya karşı seferberliği derken, 4 Ağustos 1914 sabahına gelindiğinde Osmanlı harice bağımlı, dahilde perişan ve Abdülhamid Han’ın yokluğunda ateşten çemberin tam ortasındaydı.

Kıtayı ateşe atan karar

3 Ağustos 1914’te Alman birlikleri, Belçika’nın tarafsızlığını hiçe sayarak Liège hattından sınırı aştı. Haber Londra’ya ulaşır ulaşmaz Kabine, akşam saatlerinde Berlin’e “derhâl geri çekilin” içerikli bir ültimatom gönderdi; tanınan on iki saatlik süre cevapsız kalınca Büyük Britanya, 4 Ağustos 1914’te Almanya’ya resmen harp ilan etti. Böylece Avrupa’daki sanayi-emperyal gerilim barut fıçısı gibi patladı ve tarihe Birinci Dünya Harbi olarak geçecek küresel yangının fitili tutuşturuldu.

İstanbul’un iç yüzü: El konulan zırhlılar ve gizli ittifak

Bu karar duyulmadan bir gün önce, İngiliz donanması Osmanlı Donanma Cemiyeti’nin halktan topladığı parayla sipariş ettiği Sultân Osmân-ı Evvel ve Reşadiye zırhlılarına el koymuştu. Haber 4 Ağustos sabahı İstanbul’a ulaştığında kamuoyunda büyük bir İngiliz nefreti patladı. Aynı saatlerde Enver Paşa’nın başını çektiği dar İttihatçı grup, 2 Ağustos’ta imzaladığı gizli Alman ittifakına dayanarak seferberliği genişletiyor, devleti fiilen Berlin’in kaderine bağlıyordu.

Abdülhamid Han’ın kaybolan denge siyaseti

Ulu Hakan, kırk yıla yakın bir süre “İngiltere-Rusya şemsiyesi altında Almanya’yı faydalı ama sınırlı tutma” esaslı denge politikasını yürütmüş, Almanya’yı yalnızca gerektiğinde kullanılacak “alternatif güç” görmüştü. Tahttan indirilmesiyle bu denge çöktü; İttihatçıların tek taraflı Almanya tercihi Osmanlı’yı emperyal blok C’ye yüksek faizle ipotek ettirdi. Abdülhamid’in hayatının sonuna kadar “İngiliz her zaman tehlikelidir; Rus’u çarıyla frenlersin ama İngiliz ele avuca sığmaz” ikazı bunun özetidir.

Savaş nasıl başladı?

Balkan Harplerinin yıkıcı sonuçları henüz sarılmamışken, 2 Ağustos 1914’te Enver Paşa’nın dar bir İttihatçı kadroyla Almanya lehine imzaladığı gizli ittifak, Osmanlı Devleti’ni istikbâlini tek bir karta bağlar hâle getirdi. Ertesi gün İngilizlerin halkın parasıyla sipariş edilen Sultân Osmân-ı Evvel ve Reşadiye zırhlılarına el koyması, İstanbul’da İngiliz düşmanlığını tırmandırdı ve Alman eksenine kayışı hızlandırdı. Nihai kırılma 29 Ekim 1914’te Amiral Souchon’un komutasındaki Yavuz ve Midilli’nin Karadeniz’de Rus limanlarını bombalamasıyla geldi; İtilaf Devletleri hemen savaş ilan etti, Osmanlı hükûmeti de cihat çağrısıyla cephelere atıldı.

Savaşta neler yaşandı?

Dört yıl boyunca imparatorluk kuzeyde Kafkasya’dan güneyde Sina’ya, batıda Çanakkale’den doğuda İran sınırına kadar uzanan beş cephede birden çarpıştı. Kafkas harekâtı Sarıkamış’ta kışın ve lojistik yoksunluğun gölgesinde felâketle sonuçlandı; on binlerce Mehmetçik donarak şehit düştü. Çanakkale’de ise dünyanın en büyük donanmasına karşı kazanılan destansı zafer, hem İstanbul’u kurtardı hem de milletin moralini diri tuttu. Irak, Suriye ve Filistin’de İngiliz kuvvetleriyle çetin savaşlar verildi, ancak çok cepheli mücadele sonunda insan ve malzeme takatinin sınırına gelindi; yine de Osmanlı ordusu Kasım 1918’e kadar çözülmeden ayakta kalmayı başardı.

Savaşın aleyhimize getirisi ne oldu?

Cephelerdeki yıpratıcı muharebeler ve abluka, imparatorluğu askerî, iktisadî ve demografik bir çöküşe sürükledi. Seferber edilen 2,85 milyon askerin 800 bini şehit düştü; esirler, göçler ve kıtlık dâhil toplam nüfusun yaklaşık beşte biri hayatını kaybetti veya yurdundan koparıldı. 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi, düşmana sınırsız işgal hakkı tanıyarak ordumuzu terhis etti, limanlarımızı, demiryollarımızı ve cephanelerimizi İtilaf kuvvetlerine bıraktı; devlet fiilen esaret altına girdi.

Savaşın bitiminde imparatorluğun kayıpları yalnızca Arap vilâyetleri, Mısır ve Irak’la sınırlı kalmadı. Mondros’un ardından imzalanan Sevr taslağı, Osmanlı’ya Anadolu’da bile parçalı ve denetimsiz bir alan bırakıyordu: Suriye, Lübnan ve Filistin Fransız-İngiliz mandalarına; Ürdün ile Hicaz, Necid ve Asîr dâhil Arabistan yarımadası bedevî emirliklere ve İngiliz güdümündeki vasal krallıklara devredildi. Musul-Kerkük havzası petrolden mahrum bırakılarak İngiliz kontrolüne geçti; İskenderun ve Kilikya bölgesi Fransız işgaline, İzmir ve Trakya ise Yunan ordusuna açıldı; Boğazlar, uluslararası komisyonun silahsız bölgesi yapıldı ve devletin donanması prangaya vuruldu.

Ekonomik bakımdan Düyûn-ı Umûmiye idaresi genişletildi, gümrük tarifelerini bile belirleme hakkı yabancı komiserlere verildi; altın ve gümüş rezervleri, demiryolu hatları ve liman gelirleri rehin tutuldu. Nüfusta ise dört yıl içinde yaklaşık iki milyon sivil, kıtlık, salgın, tehcir ve işgaller nedeniyle hayatını kaybetti; milyonlarcası göç yollarında perişan hâlde Anadolu’ya yığıldı. Böylece hilâfet merkezi, maddî-mânevî sermayesi tükenmiş, mukaddes emanetleri dahi tehdit altında, dünyanın “hasta adamı” olarak fiilen tasfiye sürecine itilmişti.

Necip Fazıl’ın aynasından 4 Ağustos

Üstad Necip Fazıl, Abdülhamid’in “otuz yedi yıl ileriyi görerek” İngiliz-Alman rekabetini okumakla kalmayıp her iki gücü birbirine karşı kullanma “siyasî dehâsı”nı vurgular; Üstad’a göre 4 Ağustos 1914, bu dehânın devre dışı bırakılmasının millete fatura edildiği gündür. Ona göre Abdülhamid’i deviren İttihatçı akıl, mason-dönme ve emperyalizm işbirliğiyle üretilmiş sahte bir “Kızıl Sultan” tarihine yaslanmış, milleti “kumar masasına” sürerek imparatorluğu ateşe atmıştır.

Lozan’la dar bir çerçeveye sıkıştırıldık

Birinci Dünya Harbi’nde uğradığımız askerî-siyasî yıkım, Mondros ve Sevr’in açtığı gedikleri kapatmak bahanesiyle bizi Lozan masasındaki “tanınma” pazarlığına mecbur etti; fakat 24 Temmuz 1923’te imzalanan bu anlaşma, Anadolu içini kurtarma karşılığında Musul-Kerkük petrol havzasını, Batı Trakya’yı, On İki Ada’yı, tüm Ege adalarını ve İskenderun sancağını fiilen elden çıkardı; Boğazları silahsızlandırıp uluslararası denetime açtı; kapitülasyonları isim değiştirerek ticaret-gümrük kısıtlamalarına dönüştürdü; nihayet hilâfetin tasfiyesini ve mali-iktisadî gözetimi “modern devlet” olmanın şartı hâline getirdi—böylece cephelerde kazandığımız askerî zafer, masada ümmet coğrafyası ve petrol zenginlikleri pahasına sınırlandırılmış bir Anadolu devletine razı edilerek tahkim edilmiş oldu.

Sonuç: Ulu Hakan’ı dinlememenin ağır bedeli

Birinci Dünya Harbi, Abdülhamid Han’ın kırk yıl boyunca ördüğü “denge-hilâfet” zırhı devre dışı bırakılınca salt askerî bir yıkıma değil, stratejik hafızanın tasfiyesine yol açtı. İttihatçı kumarın bedeli olarak imparatorluk cephelerde kan kaybederken, masa başında petrol havzalarını, Boğaz hâkimiyetini, hilâfetin küresel meşruiyetini ve ümmet coğrafyasının büyük bölümünü yitirdi. Lozan, bu parçalanmış mirası Anadolu’ya hapsetti; hilâfetsiz, kapitülasyon gölgeli, Boğazları silahsızlandırılmış bir devletle “var olma”yı başarı gibi sunarak milletin ufkunu daralttı.

Bugün hâlâ Orta Doğu’daki bitmeyen kaos, Sarıkamış’ta donan, Çanakkale’de direnen, ancak Lozan’da terk edilen harita parçaları bize şunu hatırlatıyor: Devlet aklını emperyal pazarlık masalarına rehin vermek, nesiller boyu sürecek bir esareti peşinen kabul etmektir. Necip Fazıl’ın “yaralı geyik” teşbihi, sadece geçmişin felâketini değil, geleceğin uyarısını da içinde taşır.

Bugüne geldiğimizde çare, Büyük Doğu–İbda mefkûresi etrafında içeride adalet-iman temelli bir toplumsal diriliş seferberliği; dışarıda ise savunma, enerji ve finans entegrasyonuna dayalı stratejik bir İttihad-ı İslâm cephesi kurmaktır. Bu vizyon, iç politikada millî-manevî birlik ve üretim hamlesini tahkim ederken, dış politikada Batı’ya bağımlılığı kıracak müşterek bir siyasal-ekonomik blok inşa eder. Böylece devlet, ümmete ve insanlığa yeniden sözü geçer bir kudrete kavuşur.

Baran Dergisi

{ "vars": { "account": "UA-216063560-1" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }