Sûfîlik; ahlakî davranış, kulluk, dünya hayatında zühd, ibadetlere yönelme, yasaklardan kaçınma, nefisle mücadele, İslam Peygamberi Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ve sahabelere (Allah hepsinden râzı olsun)  bağlı kalarak Allah’ı çokça zikretme gibi tasavvuf esaslarına dayanır. Temel ilkeleri ve diğer ayrıntıları, Kuran ve sünnet-i seniyyeden çıkan İslam inancından alınmıştır.

Tasavvuf ihsan makamını (o, Allah’ı görüyor gibi ibadet etmendir, sen O’nu görmesen bile O seni görür) kazanmaya önem verir. Kulun Allah’a ulaşması için -yani O’nu bilmek ve tanımak için- gidilen bir yoldur. Bu yol da, ibadetlerde gayret etme, yasaklardan kaçınma, nefis terbiyesi, kalbi kötü ahlaktan temizleyip iyi ahlakla süslemektir. İslam tarihi tasavvufa intisâb eden Müslüman liderler ve âlimler bakımından oldukça zengindir. Zira tasavvuf, güzel ahlak ve sıfatlarla vasıflanıp kötü ahlakı terk etmektir. Tasavvuf, الصف (saf, sıra) kelimesinden gelir. Sanki onlar kalpleriyle Allah’la beraber bulunmada ve diğer salih amellerle yarışta birinci saftadırlar. Aynı şekilde الصفاء (saflık, temizlik) den gelir. Sûfî kelimesi  عوفي kalıbındadır, عافاه الله فعوفي (yani Allah ona şifa verdi ve iyileşti.) Şeyh Muhammed Mütevellî eş-Şa‘râvî Rahimehullâh şöyle der: “Sûfîlik صافى ve صوفِيَ  (samimi olmak ve ihlaslı kılınmak, arınmak)’dan türemiştir. Yani sevgi ve kardeşlik kişiyi değiştirir. Bu da kulu, Rabbine sevgi ve ibadet ile yakınlaştırmakla olur. Allah bu yakınlığına ve hürmetine karşılık o kişiyi arındırır. O yüzden الذي صوفِي مِن الله (Allah tarafından arındırılmış) deriz.”

Tasavvuf, el-Cüneyd’in döneminden sonra İmam Gazzâli’nin özellikle İḥyâü Ulûmi’d-Dîn kitabında, şer’î ilimleri eğitici bir biçimde inşâ etme girişimiyle birlikte yeni bir sıçrayışa tanıklık etti. Bunu, fakihlerin en seçkinlerinden biri olan büyük âlim Abdulkâdir el-Geylânî’nin tasavvufu, inanç eğitimi yöntemi olarak uygulaması takip etti. Geylânî ve Arabistan’ın doğusundaki her yere yayılan müridleri, tasavvufla Kur’ân-ı Kerîm ve hadisin eğitimine yoğunlaşarak İslâm’ın köklerini korudular.

Şeyhlerin mürîdlerini yetiştirmede izledikleri yöntemler, meşreblerinin, rûhî zevklerinin ve bulundukları sosyal ortamın birbirine benzememesinden ötürü farklılık arz eder. Bazı şeyhler mürîdlerinin eğitiminde sertlik yolunda gidip şiddetli mücadeleleri benimserler. Çok oruç tutma, uykusuz kalma, insanlardan uzaklaşıp inzivaya çekilme, çokça zikir ve tefekkür bu nefsî mücadelelerdendir. Bazı şeyhler de mürîdlerinin eğitiminde ılımlı bir yolu seçerler. Onlara orucu, gecenin bir kısmında ibadet etmelerini ve çokça zikir çekmelerini emrederler. Ancak uzleti ve insanlardan uzaklaşmayı pek zorunlu tutmazlar. Ve bir kısım şeyhler de mürîdlerinin eğitiminde sertlik ve yumuşaklık arası orta bir yolu benimserler. Bütün bu yöntemler, Allah’ın kitabı ve Resûlünün (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetinin dışına çıkmaz.

Nefisle cihad, tasavvufta İslamî kişiliğin oluşmasındaki araçlardan birisidir. “Büyük cihad” olarak isimlendirilir. Öte yandan düşmanla savaşmak da “küçük cihad” olarak adlandırılır. Sûfîlerden geçmişte ve günümüzde Müslümanların tarihi boyunca pek çok mücâhid ortaya çıkmıştır. Ve bu ortaya çıkışları, daha çok İslâm ümmetindeki felaketlerde ve sömürgecilik zamanlarında olmuştur. Sûfîler ilimle amelin ayrılmaz ikiz olduğuna inanırlar. Allah’a iman, O’nu tanıma ve rızâsına ulaşma yolunda giden kişi, sülûkunun hangi merhalesinde olursa olsun ilme ihtiyaç duyar. Manevî yolculuğunun başlangıcında itikad bilgisi, ibadetleri düzeltme ve davranışlarda istikamet zarûrîdir. Bu yolda giderken kalbin hallerinin ilmini, güzel ahlakı ve nefis tezkiyesini göz ardı etmemesi gerekir. Bu nedenle tasavvufun ilmî metodunda, bu zarûrî ilmi elde etmek, en önemli esas noktalardan biri sayılır. Öyleyse sûfîler tasavvufu her yönüyle, İslâm’ı ilmî açıdan eksiksiz bir şekilde tatbik etmek olarak görürler.

Sûfîler arkadaşlığın, kişinin şahsiyetinde, ahlâkında ve sülûkunda derin bir etkisi olduğuna inanırlar. Bir arkadaş, psikolojik etkilenmekle ve ona benzemeye çalışmakla arkadaşının vasıflarını kazanır. Sahabeler (Allah hepsinden râzı olsun) bu ulvî makamı ve yüksek dereceyi ancak Allah Rasûlü Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’le olan dostluklarıyla ve Onunla birlikte bulunmalarıyla kazanmışlardır. Tâbiîn de bu şerefe sahabelerle bir arada bulunarak nail olmuştur.

Sûfîler nefisle mücadeleyi şöyle tanımlar: “Nefsi elden geldiğince heveslerinden ve kötü isteklerinden geri çekmek, Allah’ın emir ve yasaklarına uymada zorlamaktır.” Nefisle mücadelede amaç onun vasıflarını yok etmek değil, bilakis kötü olanı iyi olana dönüştürmektir ve nefsi Allah’ın rızasını gözeterek O’nun isteklerinde yürütmektir. Allah’ı zikretmek ise, kalbin sürekli Hak’la beraber bulunup nisyan ve gafletten kurtulması içindir. Ayrıca tasavvuf, İslam ümmeti tarihinin, mirasının ve geçmişinin temel sütunlarından biridir. Ahlak ilmi ve nefis terbiyesi bakımından sûfîlere benzeyen başka bir topluluk yoktur. Bu sınıfın zayıflamasıyla dinimizi kaybettik. Ne yazık ki bazı araştırmacılar, İslam tarihinde meydana gelen ve onun güzelliğini çirkinleştiren bidatların, Müslümanların cehalete düşmesindeki sebep olduğundan şüphelendiler. Üstelik bu sebeplerden en kuvvetlisinin de tasavvuf olduğunu zannettiler. Halbuki durum böyle değildir. Şevkî Dayf şöyle der: “İbadet eden ve züht hayatı yaşayan Müslümanların pasif olduklarına ve zühdün onları hayattan kopardığına dair yaygın olan bir fikri artık düzeltiyorlar. Çünkü bu sadece bir kuruntudur. Züht hayatı yaşayan Müslümanlar hayattan kopmamışlardır, bilakis dış dünyayla irtibat halinde olup ümmetin çağrısına her dâim icabet ediyorlardı. Allah yolunda şehit olmak için cihad saflarının önünde ilerliyorlardı.”

Cihad; şerri uzaklaştırmak ve hayrı celbetmek için çaba sarfetmektir. Nitekim savaştığımız düşman ister âşikâr ister gizli olsun, insan ikisiyle de mücadele halindedir. Resûlullah, insanın görünen düşmanla olan cihadını, düşman belli olup çarpışmaya hazırlanma fırsatı olduğu için küçük cihad olarak tanımlamıştır. Nefisle cihadı ve geçici isteklerle savaşmayı ise düşmanın gizli olmasından, hilesinden ve vesvesesinin devamlılığından dolayı büyük cihad olarak isimlendirmiştir. Nitekim Resulullâh bir savaştan döndükten sonra şöyle buyurmuştur: “Küçük cihaddan büyük cihada döndük.” Sûfîler savaş meydanındaki cihad ile nefisle olan cihadı birleştirmeyi başarmışlardır. Çünkü aralarında güçlü bir ilişki vardır. Büyük cihad, nefsi terbiye etmek ve onu hayra yöneltmektir ki böylece kişi düşmanla karşılaşmaya ve onunla savaşmaya hazırlanır. Fakat doğru yoldan sapan ve hevâsına tâbi olan kişiler, düşmanla karşılaşıp mücadele edemez. Belki de sûfîlerin, nebevî ıstılâha binâen düşmanla çarpışmayı küçük cihad olarak isimlendirmesinden bir yanlış anlama meydana geldi. Ve bundan tasavvufun cihada karşı olduğu sonucunu çıkardılar! Halbuki durum böyle değildir. Arap ülkelerini kurtaran tek bir mücâhid yoktur ki bir sûfî yahud bir tasavvuf aşığı olmasın. Bu çok normaldir, zira nefsiyle savaşmayan ve onu korkaklık, cimrilik ve dünya sevgisi gibi vasıflardan temizlemeyen biri, nasıl ölümden korkmadan düşmanla çarpışmaya cesaret edebilir? Sûfînin cihadı kemâle erme yolunda nefse, hevâya, hırsa, açgözlülüğe, kine ve hasede karşı olan bir cihaddır. Ayrıca bu, zulüm, zorbalık ve istibdâda karşı da yapılan bir cihaddır. Cihad, sûfîye bitmez bir azim, yenilmez bir irade ve psikolojik bir cesaret verir. Bu dünyada herhangi bir cesaretin ondan daha üstün olduğunu düşünmüyorum.

İşte sana sûfî cihad örneklerinden ilki: İmâm-ı Gazzâlî, Mağrib Emîri İbn Tâşfîn’e şöyle bir yazı göndermiştir: “Ya Allah yolunda kılıcını kuşanıp Endülüs’teki kardeşlerine yardım edersin ya da senden başkası haklarını savunana kadar Müslümanların emirliğini terk edersin.” Muhyiddîn b. Arabî de El-Meliku’l-Kâmil’e, Haçlılarla yapılan savaşta geri çekileceği zaman şöyle demiştir: “Gayretin ne kadar da az! İslâm senin gibisini görmedi. Şimdi savaşa hazırlan yoksa onlarla savaştığımız gibi seninle de savaşırız.” Memlükler Mısır topraklarında zulmetmeye başlayınca el-İzz b. Abdüsselâm harekete geçer ve Memlüklerin tutuklanmasını emreder. Emanete hıyanet ettikleri gerekçesiyle de köle pazarında satılmalarına karar verdiğini duyurur. Emevî Halîfesi Abdülmelik b. Mervân, İbnü’l-Baytâr’a -sûfî- bir hükümdar kibriyle şöyle der: “Ben Abdülmelik’im, ihtiyaçlarını bana bildir.” Bunun üzerine İbnü’l-Baytâr bir mümin izzetiyle ve bir sûfî azametiyle şöyle cevap verir: “Ben de Abdülmelik’im (Melik olan Allah’ın kulu), öyleyse hadi ihtiyaçlarımızı ben de sen de kimin kuluysak O’na bildirelim.” İmâm-ı Şa’rânî ise şöyle der: “Kim İslam ümmeti üzüntü ve zorluk içindeyken yeni bir şey giyerse, lezzetli bir şey yerse, kendi kendine gülerse ve evinde mutlu olursa, İslâm ondan uzaktır.”

Ana kitapların içindeki metinler, rivayetler ve işaretler cihadın küçük ve büyük olarak iki kısma ayrıldığını doğrular; tasavvufun da belirttiği gibi nefisle olan cihad ve düşmanla olan cihad. Ve bu iki cihad, İslam’ın manevî hayatının iki temel esasıdır. İbn Arabî el-Vesâyâ’da buna şöyle işaret etmiştir: “Sana düşen büyük cihaddır, o da gelip geçici arzularınla savaşmandır. Bu cihadda, nefsinle savaşırsan, düşmanlarla olan diğer savaşta ihlası kazanırsın. Ki o savaşta eğer öldürülürsen, Rablerinin katında rızıklandırılan şehidlerden olursun.” İmâm-ı Gazzâlî’nin İhyâ kitabında yazdığı da buna yakındır: “Münafıklar ölümden korktukları için savaşı sevmezler. Zâhidler ve Allah’ı sevenler ise, kenetlenmiş binalar gibi Allah yolunda savaşırlar.” Hüccetü’l-İslam son kısımda şöyle der: “En büyük korku âkıbetin ne olacağıdır, bu tehlikeden kurtulmanın en selametli yolu ise şehadettir.”

Hasan-ı Basrî (v: h. 110) ki sûfîler onu şeyhlerinin silsilesinin büyüğü ve ilimlerini neşreden kişi olarak kabul ederler. Ebû Tâlib el-Mekkî şöyle demiştir: “Hasan Radıyallâhu anh bu ilmin yolunu açıklayan, onu kısımlara ayıran, kavramlarını bildiren, nurlarını ortaya koyan ve sırlarını gün yüzüne çıkaran ilk kişidir.” el-Huffâz’da şöyle geçer: “Hasan’ın olmazsa olmazları ilim ve ameldi. Savaşta cesurluğuyla tanınanlardan biriydi.” İbn Sa’d’ın rivayetinden biri ki; bir adam Hasan’a sordu: “Ey Ebû Saîd hiç fetihte bulundun mu?” O da: “Evet, Allah Rasûlünün (sav) ashâbından üç yüz kişiyle beraber Horasan’ı fethettik.” Hasan’ın şu sözü meşhur olmuştur: “Yetmiş Bedir ashâbına yetiştim. Giyecekleri ancak yünden ibaretti.” Ondan nakledilen sözlerden biri de şudur: “Allah yolunda yapılan cihaddan sonra en faziletli amel, gece yapılan cihaddır.”

Muhammed b. Vâsi’: Kendisi Hasan-ı Basrî’ye yetişen büyüklerdendir. Horasan Valisi Kuteybe b. Müslim’le Mâverâünnehir’in fethinde beraber bulunmuştur. Üzerinde sert yün bir zırh vardı. Kuteybe kendisi hakkında sürekli soru sormaya başlayınca, diğerleri onun ordunun bir kenarında yayına yaslanmış bir halde, parmağını gökyüzüne doğru kaldırdığını söylediler. Bunun üzerine Kuteybe şöyle der: “Onun şu parmağı bana bin meşhur kılıçtan daha sevimlidir!” İbn Vâsi’ az konuşurdu. Sözlerinden biri şudur: “Gördüğüm her şeyde ancak Rabbimi görürüm.” 

Mâlik b. Dînâr -tarikat büyüklerinden kabul edilir- dünyayı terk etmişti ve ailesinden uzakta inzivaya çekilmişti. Künûzü'l-evliyâʾ nın müellifi onun hakkında şunu rivayet etmiştir: Mâlik b. Dînâr yıllarca bir cihadda bulunmanın hasretini çekiyordu. En sonunda bir savaşa giden İslam ordusuna katıldı. Yola çıkmışlardı ki, ağır bir hastalığa yakalandı. Savaşmak şöyle dursun, atı bile süremeyecek hale geldi. Onu çadıra taşıdılar. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da şöyle diyordu: “Eğer bedenimde bir hayır olsaydı bu hastalığa yakalanmazdım.”

Mutasavvıfların lideri kabul edilen İbrâhîm b. Edhem’in (v: h. 161) babası hükümdardı. Ama oğlu zühd hayatını yaşamayı seçti. Çeşitli ülkelerde seyahat etti. İslam sınırlarını kendine yer edindi. İbn Asâkir onu şöyle tanımlar: “Cesur bir kahramandı, yiğit bir savaşçıydı. Sınır bölgelerinden ayrılmadı ve Bizanslılarla yapılan savaşa katıldı.” İbn Hibbân şöyle der: “İbrâhîm b. Edhem Belh’de doğdu. Saf hakikati aramak için Şam’a gitti. Vefat edinceye kadar orada bir derviş ve bir mücahid olarak yaşadı. Vefatı konusunda görüş ayrılığı olmuştur. En doğru olanı İbn Kesîr ve Yâkût’un bildirdiği gibidir. Düşmanı vurmak için can attığı sırada elinde yayını tutarken vefat etmiştir.”

Ebû İshak el-Fezârî: (v: h. 188) İbn Kesîr onu “savaşlarda Şam halkının önderi” olarak isimlendirmiştir. Hilye’nin müellifi, el-Fezârî’nin hakkında şunu ifade eder: “Sarayları ve çevresini bıraktı, çöllerde ve sınırlarda savaştı.” Yine onun için: “Kur’an okuduğu zaman ağlar ve ağlatırdı.” denmiştir.

Ebü’l-Abbas es-Semmâk da, arkadaşlarıyla beraber sınırlara gidip gelirdi. İslam toprağını savunduğu çeşitli yerler vardı. Halife Hârûn er-Reşîd’e öğütlerde bulunurdu. O öğütlerden biri şöyleydi: “Allah’tan sakın! Sen bu ümmetten sorumlu bir adamsın. Halkına adil davran, savaşlara katıl.”

Modern dönemde ise, mücâhidlerden, vatan ve milleti sömürgeciliğin pençesinden kurtarmaya çalışıp da tasavvuf yolunda gitmeyenlere ender rastlanır. Muhammed b. Ali es-Senûsî: 19. asırda ve 20. asrın başında Libya’daki işgalle mücadelede önderlik etti. Senûsiyye tarikatının kurucusu Muhammed b. Ali es-Senûsî, (v: 1859) Şâzeliyye tarikatının Hızîriyye kolunun lideri Ahmed b. İdrîs el-Fâsî’nin (v: 1837) mürîdidir. Senûsî, Libya çölünde İslam Arap kuvvetini inşa etmeye çalışmıştı. Bunun savunucuları, yalnızca ibadet için olmayıp aynı zamanda faaliyet, canlılık ve ıslah merkezleri olan zâviyelerin ve hanların esasına dayanmışlardı. Zâviye şeyhleri, mürîdlerini zorunlu olarak atıcılık, savaş teknikleri ve her an cihada hazırlıklı olma gibi konularda eğitiyorlardı. Bu öyle titizlikle tanzim edilen bir teşkilattı ki, Afrika’nın kuzeyindeki sömürge devletleri onlara ilişmeye cesaret edememişlerdi.

Ömer el-Muhtâr: Bütün zâviyeler, İtalya’nın Libya’yı geçtiğimiz yüzyılın başında işgal etmesi üzerine, bağımsızlığı ve şerefi savunmak için sığınaklara dönüştü. Cağbûb vahasındaki büyük zâviyesini askerî faaliyetler için bir karargâh ve merkez haline getiren Senûsîlerin kahraman mücahid lideri Ömer (1862-1931), şehit oluncaya kadar bu mücadele görevini üstlenmiştir. Cağbûb zâviyesine on altı yaşında girmişti. Orada ibadet ve riyazete devam ediyordu. Geceleri sadece iki-üç saat uyuyordu. Yedi günde bir Kurân’ı hatmediyordu. Burada kaldığı dönem, siyasî ve sosyal şahsiyetinin oluşmasında önemli bir etkiye sahipti. Daha sonraki davranışlarında, düşüncesinde ve vasıflarında kalıcı izler bırakmıştı.

Emîr Abdülkerîm el-Hattâbî: Mağrib’teki Fransız sömürgesi boyunca Derkâviyye’nin aktif rolünü göz ardı edemeyiz. Aslında, Mağrib’in en seçkin kahraman şahsiyetlerinden birisi, Mısır’daki Seyyid Ahmed Mâzî Ebü’l-Azâim’le irtibat halinde olan Merâkeşli lider Emîr Abdülkerîm el-Hattâbî’dir (1882-1963). Kendisi azamî olarak zühd ve cesarete sahipti. Nefsini dünyevî kusurlardan ve hastalıklardan temizlemek için senelerce inzivaya çekilip riyazet hayatı yaşadı. Daha sonra bu inziva Emîr’in, İspanyollara karşı uzun bir süre direnmesinde etkili olmuştur. Fransa ve İspanya orduları ona karşı bir araya gelene kadar da mağlub olmadı. Geride bıraktığı pek çok mürîdi, onun ardından mücadelelerinin meyvelerini toplayıncaya kadar cihad bayrağını taşıdılar.

Abdülkâdir el-Cezâirî: Cezair’de Fransız araştırmacılar, cihad hareketi liderlerinin tarikatlardan ve özellikle de zâviyelerden çıktığını gözlemlemişlerdir. Bu zâviyeler, asırlar boyunca tehlike zamanında cihada, barış zamanında ise tasavvuf ve ilme öncelik verirdi. Geçtiğimiz asırda bu tarikatlardan en öne çıkanları ise, Kâdiriyye ve Rahmâniyye tarikatlarıdır. Bu tarikatlar ilk olarak, zamanının en büyük sûfîlerinden biri olmasının yanı sıra modern asırda (tartışmasız) mücâhidlerin şeyhi kabul edilen Abdülkâdir el-Cezâirî’yi (1808-1883) yetiştirmiştir.

İzzeddîn el-Kassâm:(1882-1935) Filistin’de modern asırda mücadele lideri olarak kabul edilir. El-Aʿlâmü’ş-Şarḳıyye müellifi onun hakkında şöyle demiştir: “Cebele’de Şâzelî şeyhidir.” Babası Abdülkâdir el-Kâsım tasavvuf erbabı idi. Oğlunu eğitim alması için el-Ezher’e göndermişti. Sonra İzzeddîn, babasının zâviyesinde ders vermek için geri döner. Küçüklüğünden beri inzivaya olan eğilimiyle bilinmiştir. Bu durum geleceğini etkileyecek ve çevresindeki olayları idrak etme kabiliyetini artıracaktı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Kassâm şeyhlerle ve onların en seçkinlerinden İbrahim el-Alî ile olan irtibatını sağlamlaştırmıştı. Fransızlar Suriye’nin kıyısını işgal ettiğinde, mürîdlerine cihadın farz olduğunu duyurdu. 1920 yılında Kassâm, Filistin tarafına yöneldi. Camilerde halkı cihada teşvik etmeye ve siyonist tehlikesine karşı uyarmaya başladı. Şehit olduktan sonra sarığına koyduğu bir dua bulundu. Kassâm, geride Filistin’deki büyük devrimde ümmet için lider rolünü üstlenecek onlarca ihlaslı mürîdini bıraktı (1935).

Muhammed Bedreddin el-Hasenî: Son olarak Fransız sömürgesine karşı tasavvuf ulemâsının yekvücud olduğu Suriye’ye bakacağız. Şam diyarının muhaddisi ve âlimlerinin üstadı olan Muhammed Bedreddin el-Hasenî (1850-1935), Mısır’da Arap devriminin manevî babasıdır. Büyük Suriye devriminin gerçek bombacısı kabul edilir (1925-1927). Aslen Mağrib’li olup Delâʾilü’l-Hayrât müellifi Şeyh el-Cezûlî’nin soyundandır. Kâdirî tarikatı mensubu bir babanın oğlu olarak Şam’da dünyaya geldi. Allah’ı tanıyan, zâhid ve fakîh biriydi. Tasavvuf ilminin sırlarında büyük bir titizlikle derinleşmişti. Bunun için de Şam’da tasavvuf şeyhlerini okurdu. El-Aʿlâm’ın müellifi onu şöyle vasfetmiştir: “Takva sahibi, çok oruç tutan ve dünyadan uzak biriydi. Suriye’de Fransız işgaline karşı ayaklanma başladığında Şeyh, Suriye’nin şehirlerinde dolaşıyor, halkı cihada teşvik ederek bir beldeden başka bir beldeye gidiyordu. Devrimcilerle buluşuyor ve onlara tedbirli planlar yapmaları hususunda nasihat veriyordu. Devrim ve mücâhid devrimciler için manevi bir babaydı.” Şeyh Muhammed el-Eşmer ve Mücâhid Hasan el-Harrât her sabah onunla buluşuyor ve devrim eğitimi alıyorlardı.

Hükümdarlar ve emirler ne zaman cihad niyetinde olmuşlarsa, şeyhlerin kendilerine tâbî olanları düşmana karşı savaşmaya teşvik etmesi, tasavvufun büyük faaliyetlerinden ve güzel eserlerindendir. O mürîdler de büyük bir inançla ve itaatle koşarlardı ve bu da zafer kazanmalarına sebep olurdu. Bu grupların oluşmasında ilk olarak büyük liderleri yetiştiren manevî medreselerin payı büyüktür. O halde yukarıdaki ifadede de geçtiği gibi, bazı propagandacılar tasavvuf alanının önemli bir yönünü nasıl çarpıtmaya çalıştığı bizim için açıklığa kavuşmuş oldu. Bu ilme vâkıf ve âşinâ olmayan biri için bunu anlamak zordur. Günümüzde tasavvufu anlamak için, modern çağda bize gösterilen eserlerden uzak bir şekilde asıl kaynaklara dönmek gerekir. Zira çoğu gerçeklikten uzak oryantalist bir yaklaşımla yazılmıştır. Oysa tasavvuf onların iddia ettikleri gibi tembellik yahud mağlubiyet değildir! Ve zannettikleri gibi kayıtsızlık ve zayıflık değildir! Tasavvuf güç, cesaret, mücadele ve üretmenin ta kendisidir. Hayatı yüceltmek ve insanî değerleri en yüksek dereceye çıkarmaktır.

Bu makalede geçen fikirler, yazarının görüşünü ifade eder.

11 Ağustos 2016

Yazar: Şeyh Hâşim Minkâra

İslamî Tevhid Hareketi Yönetim Konseyi Başkanı ve İslamî Amel Cephesi ve Biladu’ş Şam Âlimler Birliği üyesi

Kaynak: https://www.almayadeen.net/articles/blog/803497/%D8%A7%D9%84%D8%B5%D9%88%D9%81%D9%8A%D8%A9-%D8%A8%D9%8A%D9%86-%D8%A7%D9%84%D8%B2%D9%87%D8%AF-%D9%88%D8%A7%D9%84%D8%AC%D9%87%D8%A7%D8%AF

Çeviren: Ayşenur Çinüçen

"Bilmekte fikir, yapmakta ahlâk vardır" "Bilmekte fikir, yapmakta ahlâk vardır"

Aylık Baran Dergisi 14. Sayı Nisan 2023