Dünya çapında büyük bir değişim ve dönüşüm sürecinin içindeyiz. Müesses nizam esasında çöktü; fakat hem yerine bir yenisi teklif edilemediği ve hem de nizâmın bütün büyük aktörleri globalizm vesilesiyle aynı sebeblerle bu enkaz altında kaldığı için teamülen de olsa sanki bir nizam varmış, o da ayaktaymış gibi davranılıyor.

Kısa ve orta vadede Amerika’nınki gibi tek kutuplu bir düzenin tesis edilemeyeceği noktasında hemen herkes hem fikir. Bunun yerine çok kutuplu bir dünyadan bahsediliyor ve Avrupa, Çin, Hindistan, Türkiye ve hatta Rusya gibi aktörler ön plana çıkartılıyor. Avrupa, Çin, Hindistan ve Rusya öyle yahut böyle mevcut global sistemin iliklerine kadar işlediği, mevcut düzenin yerine bir yenisini teklif edecek kapasitesi olmayan ve hatta müesses nizamın yıkılmasına da asla ve kat’a rızası olmayan aktörler. Sayılan bu kadrodan müteşekkil doğması beklenen çok kutuplu bir nizamın yeni bir düzen olmadığının da anlaşılması gerek. Burada yapılmak istenen, Amerikan düzeninin maliyet, külfet ve nimetinin paylaştırılması suretiyle, makineye bağlı olsa da statükonun korunma çabasıdır.

İşte, tam da bu noktada Üstad Necib Fazıl’ın Türkiye’ye biçtiği misyon kendisini gösteriyor ve hakikaten yeni olan bir dünya düzeni tesis etme yükü Türkiye’nin sırtına biniyor.

Bizim siyasîler bu meselenin aslında şuurundalar. Misyonun ne olduğunu biliyorlar; fakat bu misyonun nasıl üstlenilebileceği noktasında sıkıntılılar. Hadiseyi de “dünya beşten büyüktür”, “Büyük Türkiye”, “Türkiye Yüzyılı” gibi kavramlarla idealize etmeye çabalıyorlar. Bunlar son derece iddialı, büyük sözler. İmparatorluk bakiyesi, Anadolu’ya hapsedilmiş milletimiz üzerinde de tesirli sözler. Ama şöyle bir sorun var. “Dünya beşten büyüktür” dedikten sonra, beşten büyük yeni bir dünya kurmak gerekiyor. Bunun ne olduğunun, nasıl kurulacağının da izah edilmesi gerekiyor. Hakeza “Büyük Türkiye”. Tamam, Türkiye büyük olsun ama nasıl bir büyük Türkiye olacak sorusunun cevabı yok. Yine Türkiye Yüzyılı bahsi de aynı şekilde, yüzyıl muhakkak ki Türkiye’nin olsun ama nasıl bir Türkiye Yüzyılı olacağının da cevabı olsun. İdealize edilen ile mevcut hâl arasında bağ kuracak, bizi bu ideale ulaştıracak gaye ve vasıta sistem fikri işte tam da burada devreye giriyor. Az evvel saydığımız iddialar sırf bu meselenin konuşulmasına hizmet ettiği için, “nasıl bir büyük Türkiye” sorusuna, “ancak gaye ve vasıta hükmünde bir sistem fikriyle” cevabı verilmesine vesile olduğu için bile son derece kıymetlidir.

Evet, Türkiye gerçekten yavaş yavaş siyasî bir güç hâline geliyor ve her geçen gün de tesir sahasını genişletiyor; fakat bir devletin hakiki bir siyasî güce dönüşmesi için çeşitli kuvvetleri sistemli bir şekilde işleterek bünyesinde toplaması gerekiyor. Şimdi, bu sloganları üreten yahut seslendirenlere bir şablon olması, meseleye kafa yoranların da ellerinde bulunması bakımından bu kuvvetleri şöyle bir sıralayalım ve bunu yaparken de pazularımızı bir yoklayalım.

HAKİMİYET

Bir devletin siyasî bir güç olmasını bırakalım hakiki mânâda devlet olabilmesinin esasını hakimiyet teşkil eder. Hakimiyet, devletin kendi toprakları üzerinde mutlak egemenlik ve kontrol sahibi olması anlamına gelir. Hakimiyet, bağımsızlık, iç düzenin sağlanması, sınırların korunması, milletlerarası münasebetlerde etkinlik gibi faktörleri içerir ve bir devletin siyasî gücünün temel dayanaklarından birini teşkil eder.

Hakimiyetin siyasî bir gücün oluşumunda ve sürdürülmesindeki önemli etkilerine gelecek olursak:

Cambaza baktığımıza göre zihin ceplerini kontrolün tam zamanı Cambaza baktığımıza göre zihin ceplerini kontrolün tam zamanı

Bağımsızlık ve Özgürlük: Hakimiyet, bir devletin bağımsızlığını ve özgürlüğünü temsil eder. Bir devlet, toprakları üzerinde tam hakimiyet kurabildiği sürece, dış müdahalelere karşı bağımsızlık ve özgürlüğünü koruyabilir. Bu da devletin siyasi bir güç olarak varlığını sürdürebilmesini sağlar. Türkiye özelinde bakacak olursak, daha 15 Temmuz 2016’ya kadar bırakalım toprak hakimiyetini devlet bürokrasisi üzerinde bile FETÖ adlı paralel CIA yapılanması dolayısıyla hâkimiyet kurulamamıştı. Dolayısıyla Türkiye için, 100 yıldır değil, belki henüz 10 senedir bağımsızlık mücadelesi veren ve Cumhurbaşkanlığı Sistemi gibi değişimlerle ancak yeni yeni hâkim olmaya başlıyor diyebiliriz. Bu konuda sürekli bin yıllık birikimden bahsediliyor ama hakimiyete dair birikimin olması tek başına hâkim olmak için kâfi gelmiyor.

Yasama ve Uygulama Yetkisi: Hakimiyet, bir devletin yasama yetkisiyle kendi iç yasalarını belirleme ve uygulama gücünü ifade eder. Bir devlet, hakimiyeti sayesinde kendi iç düzenini ve politikalarını belirleyebilir. Bu da devletin siyasî gücünü artırır ve iç işlerini bağımsız bir şekilde yönetmesini sağlar.

Aynı perspektiften bakacak olursak, meşhur tabirle, İsviçre medenî kanunu göre evlenen, İtalya ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılayan, Fransız idare hukukuyla idare edilen bir memleketin yasama ve uygulama yetkisine hâkim olduğunu söylemek komiklikten de abestir herhalde. Siyasî bir güç olmanın temel şartlarından biri de kendi hukuk sistemini kurabilmesidir.

Sınırların Korunması: Hakimiyet, bir devletin sınırlarını koruma ve güvenliği sağlama yeteneğiyle ilişkilidir. Bir devlet, toprak bütünlüğünü ve sınırlarını koruyabildiği sürece, dış tehditlere karşı dirençli olur ve siyasî gücünü sürdürebilir. Bizim sınırların hal-i pür melali ortada. Burada şunu ifâde etmekte fayda var, biz Türkiye’ye bilhassa Devlet-i Aliyye’nin bakiyesinden gelenlere karşı değiliz; fakat bir gayeye bağlanmamış, şuursuzca yapılan yahut yapılmayan işlerin toplamda fayda/zararının zar atmaya benzer mahiyeti de iddialar ile işler arasında tenakuz doğuruyor.

Milletlerarası İlişkiler: Hakimiyet, bir devletin uluslararası ilişkilerde etkinlik sağlamasını destekler. Kendi toprakları üzerinde hakimiyet kuran bir devlet, diğer devletlerle eşitlik temelinde ilişkiler kurabilir ve kendi çıkarlarını koruyabilir. Bu da devletin uluslararası alanda siyasî bir güç olarak tanınmasını sağlar. Türkiye son yıllarda milletlerarası ilişkiler noktasında son derece aktif bir siyaset izliyor ve mümkün olan her yere uzanmaya, bir şekilde muhatab alınmaya çalışılıyor, milletlerarası sahada muhataplarına onların dengi olduğunu dayatıyor, eskiden gördüğü muameleyi kabul etmiyor. Her zaman netice elde etmek mümkün olmasa bile bir asırdır millete dayatılan ezikliğin kırılması noktasında bile bu tarz bir siyasetin izlenmesi yerinde.

İDEAL

İdeal, bir devletin temel değerleri, amaçları ve hedefleriyle uyumlu olan ve toplumun genel refahını artırmayı amaçlayan bir ufuk/vizyondur. Yine ideal; içtimâî birliği, vizyonu ve hedefleri belirler, meşruiyet ve içtimâî destek sağlar, milletlerarası saygınlığı artırır ve bir devletin şuurlu hareket kabiliyeti kazanma gücünün kaynağı hâline gelir.

İdealin siyasî bir gücün oluşumunda ve sürdürülmesindeki önemli etkileri:

İçtimâî Birliği Tesis Eder: İdeal, bir devletin vatandaşlarının müşterek değerlerini ve amaçlarını yansıtır. Bu ortak ideal, toplumu bir arada tutar ve içtimâî birliği sağlar. İçtimâî birliğin teşekkülü, güçlü bir siyasî yapıyı destekler ve devletin gücünü artırır. Bu da devletin içeride de dışarıda da elini güçlendirir.

Ufuk ve Hedefleri Tayin Eder: İdeal, bir devletin vizyonu ve hedeflerinin belirlemesine yardımcı olur. Bu ufuk, toplumun geleceği için arzulanan bir durumu ve hedeflenen gelişmeleri içerir. İdeal temelinde, devlet yönetimi politikalarını ve stratejilerini belirler ve bu doğrultuda ilerler. İşte, “Büyük Türkiye” ve “Türkiye Yüzyılı” vizyonu gibi... Ufuk belli; fakat bizi bu ufka götürecek ideal birliğini sağlayacak fikir mihrakı maalesef teşkil edilememiş. Oysa ki, bin senedir bizi ideallerimize ulaştıran tek vasıta İslâm’a Muhatab Anlayış. Biz Anadolu’ya dönemin İslâm’a Muhatab Anlayışı ile geldik, bu anlayışla hâkim olduk, sonra anlayışımızı yenileyemediğimiz için gerilerken de sırf bu muhatablığımız sayesinde tutunabildik.  Bugünün dünyasında ise çağın meselelerine göre yenilenmiş bir anlayış ışığında İslâm’a Muhatab Anlayış’tan başka bize yolu gösterecek ve gösterdiği ufka bizi vardıracak bir fikir sistemimiz yok!

Meşruiyet: İdeal, bir devletin meşruiyetini ve toplumun devlete duyduğu güveni artırır. Eğer bir devletin politikaları ve eylemleri, ortak idealin doğrultusunda ilerliyorsa, vatandaşlar bu devleti meşru bir güç olarak kabul eder. Bu da devletin siyasî gücünü sağlamlaştırır. Türkiye’de devletin milletin inancına yaklaştığı nisbette meşruiyet bulduğu açıktır. Devlet İslâm’a bir adım attığında millet devlete 10 adım atmış, bilhassa son 14-15 senede sandıktan tutun da sokağa kadar günün şartları neyi gerektiriyorsa o şekilde bu devleti ayakta tutmasını bilmiştir. Şimdi yapılması gereken bu meşruiyetin kaynağının hukukileşmesidir.

İçtimâî Destek Oluşturur: İdeal, toplumda bir heyecan ve motivasyon yaratır. Ortak bir idealin peşinden giden bir devlet, toplumun geniş kesimlerinden destek alabilir. Bu destek, halkın devlete güvenmesi, politikalara katılımı ve devletin hedeflerine ulaşma konusunda ortak çalışmalara katkı sağlaması anlamına gelir. Evet, bu noktada milletimiz desteğini esirgemiyor; fakat değişim esnasında yaşanan sancılı süreçlerin “niçin”ine sistemli bir cevab verilemediği için zaman zaman millet niyet okuyuculuğu yapmak zorunda bırakılıyor ve bu da toplumun insicamını bozuyor, kendisinden şüphe etmesine sebebiyet veriyor. 

Milletlerarası Saygınlık: İdeal, bir devletin milletlerarası arenada saygınlığını artırır. Eğer bir devlet, ideallerine önem veriyorsa, diğer ülkeler tarafından daha çok takdir edilir ve itibar kazanır. Bu da devletin siyasî gücünü milletlerarası planda artırır. İdealize ettiği inancına bağlılığı dolayısıyla Yahudi Devleti düşman kutbu teşkil ediyor olmasına rağmen takdir görmekte, saygı uyandırmaktadır. Kendisi dışındakilerin değerlerini, teamüllerini idealize eden devletlere saygı duyulduğu ise görülmemiştir.

ORDU VE GÜVENLİK GÜÇLERİ

Ordu ve güvenlik güçlerinin siyasi bir gücün oluşumunda ve sürdürülmesindeki önemli etkileri:

Sınırların Korunması: Ordu ve güvenlik güçleri, bir devletin sınırlarını koruma ve dış tehditlere karşı savunma görevini üstlenir. Bu güçler, toprak bütünlüğünün korunmasını sağlar ve devletin hâkimiyetini güvence altına alır. Sınırların korunması, devletin topraklarının dokunulmazlığını ve bağımsızlığını temsil eder. Türk Silahlı Kuvvetleri caydırıcılığı yüksek, operasyon kapasitesiyse her geçen gün artan bir ordudur.

Kamu Düzeninin Sağlanması: Ordu ve güvenlik güçleri, iç düzenin sağlanması ve toplumun güvenliğinin korunması konusunda önemli bir rol oynar. Bu güçler, suçla mücadele, terörle mücadele, isyanların önlenmesi ve kamu düzeninin korunması gibi görevleri yerine getirir. İç düzenin sağlanması, devletin otoritesinin güçlendirilmesini ve siyasî istikrarın sağlanmasını destekler.

Dış Politikada Etkinlik: Ordu ve güvenlik güçleri, bir devletin dış politikada etkinlik sağlamasına yardımcı olur. Güçlü ve iyi donanımlı bir ordu, diğer devletlerle diplomatik görüşmelerde ve milletlerarası müzakerelerde daha güçlü bir pozisyon elde etmeyi sağlar. Ayrıca, caydırıcılık sağlayarak devletin çıkarlarını savunma konusunda güven verir.

Kriz ve Afet Yönetimi: Ordu ve güvenlik güçleri, doğal afetler, terör saldırıları veya diğer acil durumlar gibi krizlerle başa çıkma ve halkın güvenliğini sağlama konusunda önemli bir rol oynar. Bu güçler, afetlerde kurtarma çalışmalarını yürütür, halkın güvenliğini korur ve kriz yönetimi süreçlerine destek olur. Bu da devletin toplum nezdinde güvenilirliğini artırır.

Millî Savunma: Ordu ve güvenlik güçleri, bir devletin millî savunma kapasitesini teşkil eder ve düşman saldırılarına karşı koyma yeteneğini temsil eder. Güçlü bir ordu, devletin güvenliğini sağlar, topraklarını korur ve millî savunma stratejilerini uygulayarak devletin bağımsızlığını ve hakimiyetini koruma görevini yerine getirir.

Sonuç olarak, ordu ve güvenlik güçlerinin bir devletin siyasi bir güç olabilmesindeki önemi büyüktür. Bu güçler, sınırların korunması, iç düzenin sağlanması, dış politikada etkinlik, kriz yönetimi ve ulusal savunma gibi önemli görevleri yerine getirir ve devletin gücünü destekler.

Son yıllarda bilhassa Batı’da ve Batılılaşmış devletlerde konformist bir militarizm anlayışı hasıl olmuştur. İnançsız, hedonist, konformist, bencil, fedakârlık ahlâkından yoksun, bütün ulvî keyfiyetlerden arınmış, ruhî ve ahlâkî bir dayanağı kalmamış fertler ve bu fertlerin toplamından müteşekkil toplumlar türüyor. Başta Amerika ve Avrupa’da gördüğümüz bu insan ve toplum tipinin artık gitgide doğuya doğru da sirayet ettiğini görüyoruz. Bu fert ve toplum tipinin devletler üzerinde siyasî, iktisadî, hukukî vs pek çok tesiri bulunmakla beraber, bize kalırsa bunlar içinde en önemlisi askerî planda kendisini gösteriyor. Tam mânâsıyla batının istediği şekilde yetişmiş olan fert ve toplumlar, vatan ve millet gibi devletin esasını teşkil eden iki ana kültür meselesini kendilerinden ayrı bir şey olarak görüp benimsemedikleri, şahsî sığ ve kısır menfaatlerini her şeyin ve herkesin ötesinde gördükleri için Batılı milletler kendi toplumları içinden ordu teşkil edemez hale gelmiş vaziyette bulunuyorlar. Canı bahasına devlet emrinde yumruk kadrosuna yazılmaktan toplum kaçınınca, orduyu teşkil edecek insan kaynağını sağlamak üzere arsız, cani, katil ve hırsızlara üniforma giydiren şirketler ön plana çıkıyor. Amerika’da sık sık gündeme gelen Black Water, Rusya’da Wagner ve diğerleri... Bunların hepsi, devlet ile millet arasında meydana gelen boşluğu doldurmak üzere ortaya çıkmış çıkar amaçlı suç örgütleri. Amerika bir süredir bunlardan istifade etmek zorunda kaldığı gibi, geri hizmette yer alacak orduyu teşkil etmek için bile personel sıkıntısı yaşıyor ve bu boşluğu Latin asıllı göçmenlere vatandaşlık vaadiyle doldurmaya çalışıyor. Hasılı kelam, devlet ile millet arasında iman, ruh ve bir ideal müşterekliği tesis edilemediği yerde, ordulaşmak mümkün olmuyor.

Bir de bunun tam tersi var tabii. Afganistan’da bir iman kutbu etrafında buluşan, son derece donanımsız bir ordunun dünyanın silah gücü bakımdan en büyük ordusu Amerika karşısında elde ettiği zafer ortadadır. Bu bakımdan Türkiye, milletimiz ısrarla Batılılaştırılmaya çalışılıyorsa da millet ordu vasfını hâlen muhafaza eden güçlerden biri olarak ön plana çıkmaktadır.

Geçtiğimiz ay Rusya’da cereyan eden hadiseye de bu gözle bakmakta fayda var. Ukrayna dolayısıyla seferberlik ilân edildiğinde ilgili yaş grubundan beş milyon kişinin yurt dışına kaçtığı, kendi milletinden ordusuna insan kaynağı devşiremediği için askerî şirketlere muhtaç kalmış Rusya’nın son derece kritik bir ânda içine düştüğü bu vaziyette aklı olan siyasîler-devlet adamları için ibret vardır.

HUKUK

Bir devletin siyasî bir güç olabilmesinde hukuk önemi büyük bir etkiye sahiptir. Hukuk, devletin yönetimini düzenleyen kurallar, normlar ve prensiblerin bütünüdür.

Hukukun Üstünlüğü: Hukukun üstünlüğü, bir devletin adil ve eşitlikçi bir şekilde yönetilmesini sağlar. Hukukun üstünlüğü prensibi, tüm fert ve kurumların hukuk önünde eşit olduğunu ve hukukun tüm kararlarına uymak zorunda olduğunu ifade eder. Bu prensib, keyfî yönetimlerin önüne geçer ve adaletin sağlanmasını temin eder. Bu prensibin çiğnendiği yerde devlet düzeninden bahsetmek mümkün olmaz, onun yerini çete düzeni alır. Adalet duygusunun tahrib edildiği yerde toplum emniyet duygusunu yitirir.

Güvence ve İstikrar: Hukuk, toplumun güvende olmasını sağlar ve istikrarı destekler. Hukukun belirlediği kurallar ve yasalar, fert ve toplumun haklarını korur, hürriyeti garanti altına alır ve toplumun refahını sağlamaya yönelik düzenlemeleri içerir. Bu da toplumun güvenini artırır ve devletin siyasî gücünü destekler. Toplum yerine yalnız belli başlı kişi ve zümrelerin çıkarına göre hukukun işletildiği yerde adalet sağlanamaz.

Adalet ve Eşitlik: Hukuk, adaletin sağlanması ve eşitliğin korunması konusunda önemli bir role sahiptir. Hukukî kurallar, herkesin aynı şekilde muamele görmesini ve adaletin gerçekleşmesini sağlar. Hukukun eşitlik prensibi, ayrımcılığı engeller ve toplumda adil bir sistemin oluşmasını temin eder. Adalet ve eşitlik bahsi yalnız mahkemelerin değil, aynı zamanda devletin millete hizmet verdiği eğitim, sağlık ve vergi sistemine kadar insanî faaliyetlerin pek çok alanının konusudur.

Yasaların Uygulanabilirliği: Hukuk, yasaların uygulanabilirliğini sağlar. Bir devlette, hukukun etkin bir şekilde uygulanabilmesi, kurallara uyulmasını ve düzenin korunmasını sağlar. Yasaların uygulanabilirliği, devletin otoritesini ve gücünü artırır. Çalmak suç, adam kayırmak suç, o suç, bu suç… Ne var ki bu yasalar adam gibi uygulanmadığı için bu cürümlerin birçoğu artık toplum nezdinde bile suç olmaktan çıkmış vaziyette. Kendi çıkardığı kanunları uygulamayan devletin bırakın siyasî bir güç olmasını, ciddiyeti bile apayrı bir mesele…

Fert ve Toplum Hakları ve Hürriyet: Hukuk, fert ve toplum haklarını ve hürriyeti koruma görevini üstlenir. Hukukî normlar, fert ve toplumun temel hak ve özgürlüklerini garanti altına alır ve devletin bu hakları korumasını sağlar. Bu haklarına saygı, devletin itibarını ve siyasî gücünü artırır.

Sonuç olarak, hukukun bir devletin siyasî bir güç olabilmesindeki önemi büyük. Hukukun üstünlüğü, güvence ve istikrar, adalet ve eşitlik, yasaların uygulanabilirliği ve insan hakları ve özgürlüklerin korunması gibi etkileriyle hukuk, devletin yönetimini düzenleyen ve siyasî gücün temel dayanaklarından birini oluşturur.

İKTİSADÎ GÜÇ

Bir devletin siyasi bir güç olabilmesinde ekonominin önemi oldukça büyüktür. İktisadın siyasî bir gücün oluşumunda ve sürdürülmesindeki önemli etkileri:

Güç ve Bağımsızlık: Güçlü bir ekonomi, bir devletin siyasî gücünü destekler. Ekonomik gücü olan bir devlet, kendi ihtiyaçlarını karşılayabilir, diğer devletlerle etkili müzakereler yapabilir ve dış politikada daha bağımsız bir duruş sergileyebilir. Güçlü bir ekonomi, devletin milletlerarası alanda daha etkin ve itibarlı olmasını sağlar.

Güçlü bir ekonominin olmazsa olmazı güçlü bir paradır. Her başı sıkıştığında enflasyon yoluyla milletin cebindeki paranın değerini çalmak suretiyle siyasî güç falan olunmaz. Türkiye’de bu kapının ardına kadar kapanması için defalarca bu paranın altına endekslenmesi gerektiğini yazdık. Hâlen de aynı noktadayız. Para meselesi çözülmediği sürece bize kalırsa Türkiye ekonomisine dair rant, yerli ve millî katma değeri yüksek mal üretimi, ahlâk ve bunun gibi konuları konuşmanın sırası gelmemektedir. Yine de en azından ana başlıkları hatırlatmak için de olsa sıralamaya devam edelim.

Rekabet Gücü: İyi bir ekonomik yapıya sahip olan devletler, milletlerarası rekabette avantaj elde eder. Güçlü bir ekonomi, üretim ve ticaret potansiyelini artırır, ihracat kapasitesini güçlendirir ve rekabetçi bir piyasa pozisyonu sağlar. Bu da devletin diğer ülkelerle ilişkilerinde daha güçlü bir konuma gelmesini sağlar.

İstikrar ve Refah: Güçlü bir ekonomi, iç istikrarın ve içtimâî refahın sağlanmasına katkıda bulunur. Ekonomik refah, halkın yaşam kalitesini artırır, iş imkanları sağlar ve sosyal huzuru destekler. Bu da devletin iç düzenini korumasını sağlar ve siyasî gücünü artırır.

Her ne kadar güçlü bir ekonominin gelir eşitsizliklerini azaltacağı iddia edilse de bugünün en güçlü ekonomilerine baktığımızda bunun tam tersi bir manzara görmekteyiz. Bu da aslında hukukun ve hatta ondan da öte Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun altını çizdiği üzere ahlâkın meselesi.

Savunma Kapasitesi: Ekonomik güç, bir devletin savunma kapasitesini artırır. Güçlü bir ekonomi, askerî harcamaları destekleyebilir, savunma sanayiini geliştirebilir ve modern silah sistemlerini satın alabilir. Bu da devletin güvenlik ve savunma konusundaki yeteneklerini artırır ve siyasî gücünü destekler.

Bugün Amerika örneğine bakacak olursak, Amerikan Doları’nın rezerv para olmasına dayanarak, yâni dünya çapındaki iktisadî hâkimiyeti sayesinde ABD, her sene bir trilyon doları aşkın ordu ve istihbarat harcamasını bütün dünyanın sırtına pay edebilmektedir.

Milletlerarası İşbirliği: Güçlü bir ekonomi, milletlerarası işbirliği ve ortaklıkların geliştirilmesini kolaylaştırır. Diğer ülkelerle ekonomik ilişkilerin güçlü olması, diplomatik ve politik işbirliğini teşvik eder. Ekonomik ilişkiler, devletler arasında güven ve karşılıklı çıkarlar temelinde ilişkilerin derinleşmesini sağlar.

Sonuç olarak, ekonominin bir devletin siyasî bir güç olabilmesindeki önemi anahtar roldedir. Güçlü bir ekonomi, bağımsızlık, rekabet gücü, istikrar ve refah, savunma kapasitesi ve milletlerarası işbirliği gibi etkileriyle devletin siyasî gücünü destekler ve millî çıkarlarının korunmasına katkıda bulunur.

KÜLTÜR

Kültür, içe doğru toplumu mayalandırırken, dinamik olduğu için dışa doğru da tebliğden ziyade devletin telkin dilini teşkil eder. Kimlik ve birlik duygusu, yumuşak güç, diplomasi, turizm ve ekonomik etkileri, iletişim ve tolerans gibi etkileriyle kültür, devletin siyasî gücünü destekler, devleti dışa doğru teshir edici kılar ve toplumun birlik ve beraberlik içinde hareket etmesini sağlar.

Kendi ülkesinde senelerdir iktidara geliyor olmasına rağmen iktidarı bir türlü ele geçiremeyecek bilhassa kültür planında parya statüsünde kalıp kültürel iktidarı ele geçiremeyenlerin siyasî bir güç iddiası taşımaları çelişkili bir görüntü arz eder.

Kültürün siyasî bir gücün oluşumunda ve sürdürülmesindeki önemli etkilerine gelirsek.

Kimlik ve Birlik: Kültür, bir devletin kimliğini ve birliğini belirleyen önemli bir unsurdur. Müşterek değerler, insanın “temel meseleler”ine verilen müşterek cevablar, dil, gelenekler, sanat ve diğer kültürel unsurlar, toplumun bir arada tutunmasını ve ortak bir kimlik oluşturmasını sağlar. Bu da devletin siyasî gücünü artırır ve toplumun birlik ve beraberlik içinde hareket etmesini sağlar.

Yumuşak Güç: Kültür, bir devlete yumuşak güç sağlar. Yumuşak güç, bir devletin diğer ülkeleri etkileme ve çekim gücünü ifade eder. Kültür, sanat, edebiyat, sinema, spor gibi alanlarda üretilen eserler ve faaliyetler, bir devletin kültürel zenginliğini yansıtır ve diğer ülkeler üzerinde etkileyici bir tesir bırakır. Bu da devletin siyasî gücünü artırır ve milletlerarası alanda daha görünür olmasını sağlar.

Diplomasi ve İletişim: Kültür, diplomasi ve iletişimde önemli bir araçtır. Kültürel etkileşimler, farklı kültürler arasında anlayışı ve işbirliğini artırır. Kültürel diplomasi, bir devletin diğer ülkelerle kültürel alanda ilişkiler geliştirmesini sağlar ve kültürel değişimleri teşvik eder. Bu da devletin siyasi gücünü artırır ve uluslararası ilişkilerini güçlendirir.

SANAT VE EDEBİYAT

Sanat ve edebiyatın siyasi bir gücün oluşumunda ve sürdürülmesindeki önemli etkileri:

Kültürel Mirasın Yansıtılması: Sanat ve edebiyat, bir devletin kültürel mirasını yansıtan önemli bir araçtır. Sanat eserleri, edebi eserler ve diğer kültürel ürünler, bir devletin tarihi, değerleri, mitolojisi ve kimliği hakkında bilgi verir. Bu da devletin kültürel zenginliğini ve çeşitliliğini ortaya koyar ve siyasi gücünü artırır.

Yumuşak Güç: Sanat ve edebiyat, bir devlete yumuşak güç sağlar. Sanatın ve edebiyatın gücü, insanları etkileme, düşündürme ve duygusal bir bağ kurma yeteneğindedir. Sanat ve edebiyat eserleri, başka ülkelerdeki insanlar üzerinde etkileyici bir tesir bırakır ve devletin milletlerarası alanda daha görünür olmasını sağlar. Bu da devletin siyasi gücünü artırır.

Farklı Perspektiflerin Sunulması: Sanat ve edebiyat, farklı perspektifleri ve düşünceleri sunma ve tartışma alanı sağlar. Sanat eserleri ve edebî eserler, içtimâi, siyasî ve felsefî konuları ele alır ve alternatif bakış açıları sunar.

Toplumsal Değişim ve Aktivizm: Sanat ve edebiyat, içtimâi değişim ve aktivizm için önemli bir vasıtadır. Sanat eserleri ve edebî eserler, içtimâî sorunlara dikkat çeker, adalet, eşitlik ve insan hakları gibi değerleri vurgular ve içtimâî şuuru uyandırır. Bu da devletin iç düzenini ve sosyal adaleti sağlama çabalarını destekler. Sanat ve edebiyat da dâhil olmak üzere bir memlekette kültürel iktidar kimdeyse, toplumun içtimâî şuur seviyesini de onlar belirler. Bu sebeble kültürel iktidar olma bahsi iktidarın ele geçirilmesi noktasında son derece stratejiktir.  

Sonuç olarak, sanat ve edebiyat bir devletin siyasi bir güç olabilmesinde önemli bir role sahiptir. Kültürel mirasın yansıtılması, farklı perspektiflerin sunulması, içtimâî değişim ve aktivizm, uluslararası iletişim ve kültürel diplomasi gibi etkileriyle sanat ve edebiyat, devletin siyasî gücünü destekler ve toplumun kültürel zenginliğini yansıtır.

***

Okurken görüldüğü üzere, bir devletin siyasî bir güç hâline gelebilmesi için bizim burada ele aldığımız bir sürü meselenin sistemli ve ahenkli bir şekilde işletilmesi gerekmektedir. Bunun için de muhtaç olunan şey Türkiye’ye hem hedefi gösterecek ve hem de vardıracak gaye ve vasıta fikirdir. Yazının başında yaptığımız değerlendirmede dikkat çektiğimiz üzere, ister tek kutuplu kalsın, ister çok kutuplu bir surete bürünsün dünya çapındaki aktörlerin hiçbirinin, dünya çapında sunabilecekleri yeni bir düzen teklifleri yoktur. Bu sebeble de aktörleri değişse bile statükoyu hayatta tutmaya çalışmaktadırlar. Türkiye ise “âletler ihtiyacı belirler” ölçüsünde olduğu gibi yeni bir düzen kurma ve işletme âleti olan Büyük Doğu-İbda’ya, İslâm’a Muhatab Yenilenmiş Bir Anlayış’a sahiptir. Bin senedir bizi var eden, hâkim kılan ve hayatta tutan bu anlayışın layıkıyla işletilmesi, bütün müesseseleri çürümüş, pörsümüş ve yalnız statükoya sarılmış dünyada Türkiye’nin siyasî kuvvetini arttırarak yeniden süper güç hâline dönüşmesi ve hâkim konumuna gelmesinin anahtarıdır.

Ömer Emre Akcebe

Aylık Baran Dergisi 17. Sayı, Temmuz 2023.