Üstad Necip Fazıl, 1904 senesinin 26 Mayıs’ında İstanbul’un Çemberlitaş semtinde, mana yüklü bir ruh iklimine gözlerini açtı. Asıl ismi Ahmet Necip olan Üstad, soy itibariyle Osmanlı ilim ve devlet hayatında mühim vazifeler üstlenmiş bir ailenin mirasçısıydı. Dedesi Maraş Müftüsü Kısakürekzade Ahmet Necip Efendi, hem şer’i ilimlerde hem de Osmanlı devlet yapısında mühim yerlerde bulunmuştu. Babası Abdülbâki Fazıl Bey ise hukuk tahsili görmüş bir adliye mensubu idi. Lakin bu dünyada uzun süre kalamadan genç yaşta vefat ettiğinde, Üstad henüz çocuktu ve hayatın sillesine daha o yaşta muhatap oldu.

Çocukluğu, annesi Mediha Hanım ve anneannesi Nefise Hanım’ın nezaretinde geçti. Bu dönemde, içine doğduğu yüksek sosyal çevreye rağmen, hep bir “farklılık” hissi taşıdı. Bu “farklılık”, Üstad’ın hayatı boyunca sürüp giden “ya hep, ya hiç” düsturunun erken bir tezahürüydü. Henüz 12 yaşındayken Bahriye Mektebi'ne girdi. Bu okul, disiplinli ve askerî yapısı itibariyle onun ruh dünyasına yabancı olsa da, burada geçirdiği yıllar ilerideki düşünce ve sanat çizgisine mühim katkılar sağladı. Bahriye Mektebi’nde Nazım Hikmet, Faruk Nafiz, Yahya Kemal gibi isimlerle aynı dönemde bulundu. Fakat onların dünyasından bambaşka bir çizgiye yöneldi.

Arayış ve buhran

1924 yılında henüz yirmi yaşındayken, Maarif Vekâleti’nin açtığı sınavla Avrupa’ya gönderilecek ilk Cumhuriyet talebelerinden biri olarak Paris’e, Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe tahsili maksadıyla yollandı. Fakat bu seyahat, zâhirde bir tahsil gayesi taşısa da, Üstad’ın nefsin girdabına kapıldığı en karanlık devreyi teşkil etti. Nitekim bu dönem, onun ifadesiyle “kendi kendimi arayışımın müthiş helezonları ve korkunç girinti çıkıntıları”ndan ibaretti.

Paris'te Sen Jermen çevresindeki bir otele yerleşti ve kısa sürede gece hayatının, kumarın ve bohemliğin pençesine düştü. Gündüz vakitlerini uyuyarak, geceleri ise kumarhanelerde geçiriyordu. “Paris’te gündüz nasıldır bilmem” diyen Üstad, sabahlara kadar süren kumar masalarında fani olmuş, kazanmadığı parayla sevinip kaybetmediği parayla hüzünlenen bir hayalete dönmüştü.

Şöyle diyordu o günleri anlatırken: “Aylarca şehrin gündüzünden habersiz bir gece yaşayışı… Oteldeki odamın aynası karşısında, yanaklarımı tırnaklayarak döktüğüm gözyaşları… ‘Allah’ım, beni kendi kendimden kurtar!’”

Felsefe eğitimi ise hiç başlamadan bitmişti. Derslere devam etmediği gibi Sorbonne’un kapısından dahi girmediğini itiraf ederken, tahsil bahanesiyle gidip gecenin karanlığında nefsin tuzaklarında tükenen bir ruh hâlini yaşamıştı. O, bu şehri sonradan “kâbus şehri” diye anacaktı. Aldığı burs, Paris'teki gayr-i meşru hayatı nedeniyle kesildi. Geri dönüş parasını dahi kumarda tüketen Üstad, Marsilya’dan İstanbul vapuruna neredeyse kaçarcasına bindi. Dönerken babasının ölüm haberini almış ama manevî buhranı öyle derindi ki bu habere bile hissiz kalmıştı.

Paris dönemi, onun dünya zevkleriyle ifsat olmuş nefsini tanıdığı ve bunun ıstırabını yaşadığı bir dönemdi. Fakat aynı zamanda bir hazırlıktı; ileride hakikat nuruyla kavuşacağı kutlu fethin bir ön safhasıydı. “Efendim ve kurtarıcıma, 10 yıl öncesinden böyle mi hazırlanıyordum?” diyerek kendine dönüp sorduğu buhranlı yıllar, bir sabah vapurda karşılaştığı bir derviş vesilesiyle sona erecek; onu Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’ne götürecek yolu açacaktı.

Necip Fazıl’ın Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ile karşılaşması

Hayatının ilk devresinde nefsin arzusuyla Paris gecelerinde sürüklenen, ilim adına gittiği Batı’da ruhen ve fikren çöküş yaşayan Üstad, artık içinde cevap aradığı bir yangınla yanmaktaydı. O döneme dair kendi ifadeleri, bir ilim ve fikir adamının değil, çıkışı olmayan bir buhranın mahkûmu olan insanın ruh hâlini yansıtır: “Ben bu zatı bütün Avrupa kültürünü ceplerime doldurmuş olarak gittim gördüm... Beni o hâle getirdiğine şüphe yok.”, “Efendi Hazretlerini her görüşümde insan, ondan her ayrılışımda hayvanım...”

İşte bu hal üzere, kaderin muradıyla Ankara Cebeci Mezarlığı’nda Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ile ilk karşılaşma gerçekleşti. O gün, sıradan bir gün değildi. Üstad’ın kalbinde yeni bir âlem doğmaya başlamıştı. Gözleriyle gördüğü şey; bir ârif-i billâhın çehresinde parlayan hakikat, vakar, sükûnet ve sonsuzluktu. Arvâsî Hazretleri’nin hâli, onun tarif ettiği üzere, ne bir beşerin telaşı ne de dünyevî bir hâkimiyetin izleriyle örtülüydü:“Bir insan gördüm; bir an bile huzuru kaybetmediği, bir bakışta belliydi. Çay içerken, sizinle konuşurken, daima gözleri ufukların ötesinde bir yere bakıyor gibiydi.”

Bu karşılaşmayla birlikte Üstad’ın iç âleminde bir inkılap başlamış, yıllar boyunca boşlukta sürüklenen ruhu, nihayet bir merkeze bağlanmıştı. Onun hakkında şunları söyler: “Daimî kerametin ne demek olduğunu onda gördüm.”, “O, bu dünyada değildi; buradayken burada değildi.”, “Yirminci asır nöbetçisi...”

Üstad, onun meclisinde sadece bilgi değil; edep, teslimiyet, tasavvufun özü ve tevhidin tadını buldu. Artık sadece fikri değil, hayatı değişmişti. Paris’te yaşanan cinnet hâli yerini, Arvâsî Hazretleri’nin gölgesinde kemal yolculuğuna bırakmıştı. Onun yanında her yönüyle yetişmeye başladı. Ve Üstad da artık, kalemini bu ölçüye göre tutacak, fikirlerini bu edebe göre söyleyecekti. Bu yolculuk onu sıradan bir edebiyatçılıktan, kalemiyle İslâm’a sancaktarlık yapan bir dava adamlığına taşıdı. Bu dönüşüm, topyekûn bir fikir hamlesinin, yani Büyük Doğu'nun temellerinin atıldığı bir uyanışa da kapı araladı.

Büyük Doğu Dergisi

Üstad Necip Fazıl’ın manevî dönüşümünden sonra başlattığı fikrî ve içtimaî mücadele, kalıcı bir mecra ihtiyacını da beraberinde getirdi. Bu ihtiyacın karşılığı olarak kurulan Büyük Doğu Dergisi, bir dünya görüşünün, bir ideolojik duruşun ve İslâmî hareketin fikir cephesi oldu. Üstad, bu dergi üzerinden hem fikirlerini halka ulaştırmak hem de Türkiye'deki İslâmî uyanışa bir istikamet kazandırmak istedi.

Büyük Doğu Dergisi ilk kez 17 Eylül 1943 tarihinde İstanbul’da yayımlanmaya başladı. Yayın hayatı boyunca farklı periyotlarla ve değişken formatlarda neşredildi. Başlangıçta haftalık dergi olarak çıkan dergi, bazı dönemlerde günlük gazete formatına dönüştü. Zamanla hem maddî sıkıntılar hem de devletin baskı ve sansürleri nedeniyle yayını aksadı. Bu süreçte bazı sayılar aylık olarak çıkarıldı, bazıları da özel sayı olarak hazırlandı. Fakat bütün bu kesintilere rağmen Büyük Doğu, 15 farklı yayın döneminde toplam 555 sayı çıkararak çok geniş bir külliyat ortaya koydu.

Derginin içeriği sadece şiir veya edebiyatla sınırlı değildi. İçinde siyaset, ahlâk, tarih, gençlik, sanat, basın, rejim ve toplum meselelerine dair çok yönlü yazılar yer aldı. Bu yazıların ortak noktası, her alana İslâmî bir bakış açısıyla yaklaşmasıydı. Üstad, Batı taklitçiliğini, pozitivizmi, laikliği, materyalizmi ve modern ideolojileri açık bir dille tenkit etti. Cumhuriyet’in ilk nesillerine dayatılan seküler zihniyeti eleştirerek, İslâm merkezli bir medeniyet tasavvuru teklif etti. Yazılarında çoğu zaman hükümeti ve Kemalist rejimi doğrudan hedef alması, Büyük Doğu’yu sistem için “sakıncalı” hale getirdi.

Büyük Doğu Dergisi, yayın hayatı boyunca 14 kez kapatıldı. Bu kapatmalar çoğu zaman yazı içerikleri gerekçe gösterilerek uygulandı. Özellikle tek parti döneminde, dönemin yöneticileri tarafından ciddi takibat altına alındı. Derginin toplatıldığı dönemlerde, Üstad alternatif olarak kısa süreli başka yayınlar çıkardı. Bunlardan biri, sadece üç sayı süren ve Büyük Doğu’nun yerine geçici olarak çıkarılan Borazan adlı dergidir. Üstad Borazan için, “Asıl prens olan Büyük Doğu dönünce onun sahneden çekileceği bilinen yaver dergi” tanımını kullanmıştır.

Dergi, Türkiye’nin farklı bölgelerinden geniş bir okuyucu kitlesine ulaştı. Özellikle üniversite gençliği, medrese talebeleri ve İslâmî uyanışa susamış kitleler arasında çok ciddi bir tesir uyandırdı. Yayınlandığı günlerde bayilerin önünde kuyruklar oluşuyor, dergi elden ele dolaştırılıyordu. Bu alaka, toplumun böylesi bir fikre aç olduğunun da göstergesiydi.

Büyük Doğu’nun hedefi sadece mevcut düzeni eleştirmek değil; yerine İslâm merkezli bir nizam teklifi getirmekti. Bu teklifin teorik temelleri, daha sonra Üstad’ın kaleme alacağı İdeolocya Örgüsü adlı eserde sistemli bir biçimde ortaya konulacaktı. Ancak bu temel fikirlerin nüvesi ilk olarak Büyük Doğu Dergisi’nde şekillenmiş ve toplumla paylaşılmıştır.

Büyük Doğu Dergisi Üstad Necip Fazıl’ın sadece bir yayın girişimi değil, bir fikrî mücadele karargâhı, bir kültür hamlesi ve İslâm düşmanlarına karşı dik duruşun sesi olmuştur. Kapalı kapılar ardında bastırılmaya çalışılan İslâmî değerleri, hem kelime hem fikir bazında topluma taşımış; buna karşılık pek çok takibata uğramış, yazıları sebebiyle Üstad defalarca mahkûm edilmiştir. Buna rağmen dergi, Türkiye’de İslâmî düşüncenin XX. yüzyıldaki en önemli yayın organlarından biri olma vasfını kazanmıştır.

Necip Fazıl’ın yayıncılık serüveni sadece Büyük Doğu Dergisi ile sınırlı olmamıştır. Onun fikir mücadelesi, çeşitli dönemlerde çıkardığı başka yayınlarla da devam etmiştir. Bunlardan biri de “Rapor” dergileridir.

Rapor

1970’li yılların ortalarında, Üstad Necip Fazıl, Büyük Doğu Dergisi’nin fiilî olarak sona ermesinden sonra, toplum meselelerine dair fikirlerini daha doğrudan ve sistematik bir dille aktaracağı yeni bir yayın serisine başladı: Raporlar.

Bu yayınlar, esasen dergi-kitap formatındaydı. İlk “Rapor 1”, 1976 yılında çıktı. Ardından sırasıyla “Rapor 2” (1976), “Rapor 3” (1977), “Rapor 4” ve “Rapor 5” (1979), “Rapor 6”dan “Rapor 13”e kadar olan ciltler (1980 yılı içinde) neşredildi. Bu seri toplamda 13 fasikül olarak yayımlandı. Daha sonra bunlar, ikişer ikişer birleştirilerek altı cilt hâlinde kitaplaştırıldı.

Bu yayınların temel amacı, aktüel hadiseler üzerinden İslâmî bakış açısını ortaya koymak, dönemin siyâsî ve toplumsal meselelerine müdahale etmek ve fikrî bir yönlendirme yapmaktı. “Rapor” adı, sadece bilgi sunan değil, aynı zamanda teşhis ve teklif içeren bir metinler bütünü anlamına geliyordu. Raporlarda:

Türkiye’nin siyasî gidişatı, inkılapların doğurduğu kültürel tahribat, eğitim politikaları,dDin-devlet ilişkisi, laiklik meselesi, dış politikadaki batıcı tercihler, ahlakî çöküş gibi konulara yer verildi. Üslup oldukça sert, doğrudan ve tavizsizdi.

Raporlar, doğrudan geniş halk kitlelerine hitap etmekten ziyade, karar alıcılar, aydın çevreler, entelektüel kamuoyu ve İslâmî hareketi yönlendirme iddiası taşıyan kadrolar için kaleme alınmış metinlerdi. Bu yönüyle Rapor serisi, Büyük Doğu Dergisi’nin daha yoğunlaştırılmış ve politikleştirilmiş bir devamı sayılabilir.

Bu yayınlar, Üstad’ın hem bir mütefekkir hem de bir toplum mühendisi olarak İslâmî bir devlet ve toplum modeli kurma idealini belgeleyen önemli vesikalardır. Aynı zamanda Raporlar, “İdeolocya Örgüsü” adlı temel eseriyle birlikte okunması gereken metinlerdir. Çünkü burada ortaya konulan meseleler, o örgü içinde şekillenmiş düşünce sisteminin pratik hayattaki yansımalarıdır.

Necip Fazıl’ın hapis hayatı

Üstad Necip Fazıl fikirleri, yazıları ve yayınladığı Büyük Doğu Dergisi sebebiyle defalarca mahkemelere çıkarılmış, çeşitli tarihlerde farklı sebeplerle hapis cezaları almış ve çeşitli aralıklarla uzun yıllar cezaevinde kalmıştır. Hayatının büyük bir bölümü bu adlî takibatlar ve cezalarla şekillenmiştir.

İlk büyük tutukluluğu, 6 Haziran 1947’de, Büyük Doğu’nun 65. sayısında Rıza Tevfik’e ait bir şiirin yayımlanması sebebiyle olmuştur. “Türklüğe hakaret” suçlamasıyla gözaltına alınmış ve 1 ay 3 gün hapis yatmıştır.

1950 yılında ise “Altıparmak” başlıklı yazı dolayısıyla “Hükümetin manevi şahsiyetini tahkir” gerekçesiyle tekrar tutuklanmıştır. Bu süreçte beraat etmiş olsa da aynı gün başka bir mahkemeye sevk edilerek eski bir beraat kararının temyizce bozulması sonucu yeniden hapse gönderilmiştir.

1951 yılında, kamuoyunda “Kumarhane Baskını” olarak bilinen hadisede, Üstad'a bir komplo kurulmuş ve bu bahaneyle 18 saat süreyle karakolda gözaltında tutulmuştur. Ardından aynı yıl içinde yayımladığı bir yazı sebebiyle 19 gün cezaevinde kalmış, devamında “din propagandası” suçlamasıyla 13 gün daha tutuklu kalmıştır.

12 Aralık 1952 tarihinde, laikliğe aykırı ve İslâm nizamını esas alan yazıları sebebiyle 9 ay 12 gün hapis cezasına çarptırılmış ve Toptaşı Cezaevi’ne gönderilmiştir. Aynı yıl Büyük Doğu Dergisi de kapatılmıştır.

1952 Haziran’ında ise bir başka yazısı sebebiyle üç ay daha ceza almış ve Büyük Doğu Yazı İşleri Müdürü Hüseyin Banatlı da aynı şekilde yargılanmıştır.

1953 yılında Malatya hadisesi bahanesiyle bir kez daha tutuklanmış, bu süreçte yine cezaevine girmiş ve 16 Aralık 1953’te serbest bırakılmıştır.

1957 yılında ise önceki cezalarının tecil edilmemesi üzerine 8 ay 4 gün daha hapis yatmak zorunda kalmıştır.

1960 yılında çıkarılan 5816 sayılı “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun” kapsamında, yazdığı bir yazı dolayısıyla 18 ay hapse mahkûm edilmiştir. Bu süre zarfında Balmumcu Garnizonu’nda ve ardından çeşitli cezaevlerinde tutulmuştur.

Hapishane hatıraları, onun edebî ve fikrî eserlerine de yansımıştır. Özellikle “Cinnet Mustatili” adlı eseri bu zindan yıllarının bir yansımasıdır. Bu eserde, hapishaneyi “yılanlı kuyu” olarak tasvir etmiş ve içeride yaşanan fizikî, ruhî çöküşü çarpıcı biçimde aktarmıştır. Cezaevlerini bir iç muhasebe sahnesi olarak yaşamış; burada geçirdiği zaman, onun iç dünyasını daha da derinleştirmiştir.

Son olarak, “Sultan Vahidüddin” kitabı sebebiyle hakkında açılan davada, mahkeme 18 ay hapis cezasına hükmetmiş, bu karar temyizden de geçmiştir. Ancak yaşı, sağlık durumu ve çeşitli raporlar neticesinde ceza infazı ertelenmiş ve bu erteleme süresi içinde, Üstad ebediyete irtihal etmiştir.

Toplamda Necip Fazıl, ondan fazla ayrı cezayla defalarca hapis yatmıştır. Fransız kaynaklarında bu duruma dair şu tespit yapılır: “Onun hapis müddeti, bir üniversite tahsil süresini aşar.”

Üstad’ın Anadolu’yu fikriyle ördüğü konferansları

Üstad Necip Fazıl’ın fikir hayatının milletle buluştuğu en önemli sahalardan biri, Anadolu’nun dört bir yanında verdiği konferanslardır. Bu konferanslar, 1960’lı yıllardan itibaren daha da yoğunlaşarak, Anadolu’yu kuşatan bir konuşma seferberliğine dönüşmüştür. Konferans faaliyetleri, sadece bir entelektüel faaliyetin ötesinde, milletle doğrudan temas kurduğu, Büyük Doğu idealini canlı olarak aktardığı, gençliği mayalamaya çalıştığı bir zemin olmuştur.

Üstad’ın konferans verdiği şehirler arasında Burdur, Adıyaman, Maraş, Malatya, Kayseri, Konya, Erzurum, Salihli, İzmir, Van, Bursa, Gaziantep ve İzmit gibi pek çok yer bulunmaktadır. Bu şehirlerde verdiği konuşmalar, yerel halktan üniversite gençliğine kadar geniş bir kitle tarafından takip edilmiştir. Konferanslarının hedef kitlesi; imam hatip liseleri, yüksek İslâm enstitüleri, Komünizmle Mücadele Dernekleri ve milliyetçi-mukaddesatçı çevrelerden oluşan bir yapıyı kapsamaktadır.

Bu konuşmalarda Büyük Doğu dünya görüşü, Batı'nın medeniyet buhranı, çağdaş ideolojilerin tenkidi, İslâm’ın üstünlüğü, maneviyatın toplum üzerindeki rolü gibi temalar sıkça işlenmiştir. Necip Fazıl, kendilerini “ilerici” olarak tanımlayanlarla, Müslüman halkın halini kıyaslayarak fikrî bir çözümleme sunar. Ona göre asıl çözüm, toplumun manevî imarındadır ve bu ancak İslâm merkezli bir dünya görüşüyle mümkündür.

Bu konferanslar aracılığıyla birçok gencin fikir dünyasında iz bırakan Üstad, çeşitli kuruluşlarda kendine bağlılık hisseden bir gençlik hareketinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Kendi ifadesiyle “bir telgraf şebekesi gibi Anadolu’yu dolaşmış” ve bu dolaşmalar neticesinde çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu bir milyondan fazla kişiye hitap etmiştir.

Konferansların etkisi yalnızca dönemsel bir faaliyet olarak kalmamış; onun bıraktığı fikir mirasını sürdüren sonraki kuşaklara da yön vermiştir. Nitekim bu konferanslarla kurduğu bağ sayesinde hem yazılı eserlerinin yaygınlaşması hem de fikrî sisteminin Anadolu’da karşılık bulması mümkün olmuştur. Üstad’ın bu çabaları, bir taraftan ideolojik hareketliliği beslemiş, diğer taraftan sanat ve edebiyat dışında da geniş bir fikir platformu inşa etmesini sağlamıştır.

İdeolocya Örgüsü

Salih Mirzabeyoğlu'nun son konferansı
Salih Mirzabeyoğlu'nun son konferansı
İçeriği Görüntüle

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in İdeolocya Örgüsü adlı eseri, bir dünya görüşünün sistemli biçimde ortaya konulduğu metinler dizesidir. Bu kitap, yalnızca bir düşünce metni değil, Üstad’ın İslâm esaslarına dayalı toplum, devlet ve insan tasavvurunu bütün yönleriyle açıklamaya çalıştığı temel eseridir. İlk olarak 1940’lı yıllarda Büyük Doğu Dergisi’nde parça parça yayımlanan metin, yıllar içinde genişletilmiş ve 1973’te kitap hâlini almıştır. Üstad, bu eseri “İslâm inkılâbının ideolocyası” olarak nitelendirmiştir. Ona göre bu kitap, bir milletin yeniden yapılanmasında esas alınması gereken temel teklifleri ve ilkeleri içermektedir.

İdeolocya Örgüsü, 11 ana bölümden oluşur. Bu bölümler şunlardır: 1. Adımız, Davamız, Manamız, 2. Doğu ve Batı Muhasebesi, 3. Türk’ün Muhasebesi, 4. Ana Kaynak: İslâm, 5. Tarih Hükmü, 6. Beklediğimiz İnkılâp, 7. Beklediğimiz İnkılâbın Yönleri, 8. Devlet ve İdare Mefkûremiz, 9. Temel Prensipler, 10. Hal ve Manzara, 11. Çilemiz ve Davamız.

Bu bölümler, fertten başlayarak topluma, toplumdan devlete ve tarihe uzanan bir fikir inşasına dayanır. Temel referans noktası ise İslâm’dır.

İdeolocya Örgüsü’nün yazılma amacı, yalnızca teorik bir metin ortaya koymak değil, uygulamaya dönük bir sistem teklif etmektir. Üstad bu kitapta, İslâm’ın hayatın tüm alanlarını kuşatan bir düzen olduğuna dikkat çeker. Bu düzen yalnızca ferdi değil devlet, hukuk, eğitim, ekonomi ve toplum yapısını da kapsar ve tüm meseleler bir bütün içerinde bakar.

Bu eser, Türkiye’de özellikle 1950 sonrası İslâmî düşünce çevrelerinde geniş etkiler uyandırmıştır. Pek çok fikir adamı, yazar ve hareket, bu kitapta yer alan temel fikirleri tartışmış, savunmuş ya da referans almıştır. Üstad’ın bu eserle sağlamaya çalıştığı toplumsal katkı şunlardır: Kimlik kaybı yaşayan toplumlara, yeniden istikamet tayin etme fikri vermek. İslâm’ı sadece dinî bir inanç değil, aynı zamanda toplumu düzenleyen bir sistem olarak sunmak. Batı’nın düşünce sistemlerine karşı yerli ve köklü bir duruş geliştirmek. Türkiye’de siyaset, eğitim, tarih, hukuk, sanat gibi alanlarda İslâm merkezli bir bakış açısını hâkim kılmak. İdeolocya Örgüsü’nde bir dünya görüşüyle birlikte bu idealin şuurlarda nasıl tütmesi gerektiğine dair teklifler de sunulur.

Üstad’ın tarih anlayışı

Üstad Necip Fazıl, tarihçi olduğunu hiçbir zaman iddia etmemiştir. Bilakis, kendisini sanat ve fikir adamı olarak tanımlamış; tarihe ise yalnızca bilgi toplamak veya kronoloji yapmak amacıyla değil, bir dünya görüşünün ışığında, hikmet planında yönelmiştir. Ona göre tarih, kuru bilgi aktarımı değil, bir fikrî muhasebe, bir şuur meselesidir. “Tarihi öğretmek değil, tarih içindeki mânâyı göstermek” onun temel hedefidir.

Bu yaklaşımı doğrultusunda Üstad, klasik tarihçiliğin teknik yönlerinden ziyade tarihî hadiselerin ruhuna ve temsil ettiği fikrî kıymetlere eğilmiş; meselelere kendi dünya görüşünün (Büyük Doğu ideolocyasının) süzgecinden bakarak yaklaşmıştır. Onun tarih yazımı, teknik tarihçiliğin değil, ideolojik ve düşünce merkezli tarih inşasının örneklerindendir.

Bu bağlamda Üstad’ın doğrudan veya dolaylı biçimde tarihî içerikler taşıyan eserlerini sıralayabiliriz: Ulu Hakan Abdülhamid Han, Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahîdüddin, Benim Gözümde Menderes, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, Put Adam, Moskof, Yeniçeri, İhtilal...

Bu eserlerde ele alınan meseleler, çoğu zaman mevcut resmî tarih anlatısına karşı bir karşı duruş ve gerçeği eğip bükmeden doğrudan gösterme niteliği taşır. Özellikle Abdülhamid ve Vahdettin hakkında kaleme aldığı çalışmalar, tek parti dönemi boyunca oluşturulan tarih algısına ciddi bir alternatif oluşturmuştur.

Üstad bu eserleri, bir tarihçi gibi vesika yığıp belge toplamaktan ziyade, bir fikrin ve bir dünya görüşünün ruhunu tarihe giydirmek ve bu çerçeveden geleceği okumak amacıyla yazmıştır. Ona göre Batıcı, materyalist, seküler tarihçilik anlayışı, toplumun ruh kökünü görmezden gelmekteydi. Üstad, bu anlayışa karşı İslâm penceresinden bakan bir tarih telakkisi ortaya koymuştur. Özellikle Abdülhamid ve Vahdettin hakkında yazdıkları, resmî tarih anlatısının ötekileştirdiği bu iki şahsiyeti yeniden gündeme taşımış, “hain” yaftasıyla silinmek istenen isimleri “devlet ve millet müdafaasının öncüleri” olarak anlatmıştır. Menderes hakkında yazdığı kitapta da aynı biçimde, halk iradesinin tasfiye edilmesini bir “inkılap değil, ihanet” olarak nitelendirmiştir.

Bu tarihî eserler, özellikle 1950 sonrası Türkiye’sinde, resmî tarih dışında bir alternatif bakışın oluşmasına öncülük etmiştir. Üstad’ın tarih metinleri sayesinde Abdülhamid ve Vahdettin gibi şahsiyetler yeniden gündeme gelmiş; 1980’li yıllara gelindiğinde ise toplumun büyük kesiminde bu isimlere yönelik bakış değişmiştir.

Ayrıca bu eserler, tarih yazımında “fikrî şahsiyetin merkez alınabileceğini” ve tarihin sadece belge üzerinden değil, bir şuur, bir bakış ve bir ruhla yorumlanabileceğini göstermiştir. Bu da klasik tarihçiliğe karşı İslâmî ve yerli bir tarih telakkisinin önünü açmıştır.

Üstad Necip Fazıl’ın tarihî metinleri, teknik anlamda akademik tarihçilik faaliyeti değil; İslâm merkezli bir dünya görüşünün tarihe yansımasıdır. Eserleriyle resmi tarih ezberlerini sorgulamış, alternatif bir tarih şuuru ortaya koymuş ve toplumun tarih algısını ciddi şekilde etkilemiştir. Yazdığı kitaplar, geçmişin muhasebesiyle geleceğin inşasına katkı sunma amacını taşımış; bu yönüyle tarih değil, fikir ve aksiyon edebiyatının da birer parçası olmuştur.

Necip Fazıl’ın tiyatro eserleri

Üstad Necip Fazıl’ın tiyatro ile olan alakası, onun sanat anlayışının ve dava bilincinin önemli bir parçasıdır. Tiyatroyu bir sahne sanatı olmaktan ziyade fikrî mücadelenin güçlü bir aracı olarak görmüştür. Şiir ve fikir eserlerinde taşıdığı tefekkür, tiyatro sahnesine de karakterler, vakalar ve entrikalar vasıtasıyla yansımıştır. Üstad, tiyatroyu “güzel sanatlar içinde bir zirve” ve “içtimai davada en büyük vaaz kürsüsü” olarak tarif eder. Sahnedeki hayatı “kapana kıstırır gibi” yakalayan bir sanat olarak değerlendirir. Bu yönüyle tiyatroyu, fikriyatının temsili için eşsiz bir mecra olarak görür. Onun oyunlarında hakikat arayışı, inanç, feragat, buhran, yabancılaşma ve çöküş temaları yoğunlukla işlenir. Karakterler genellikle bir bunalımın içinden geçerek hakikate ulaşan, idealize edilmiş şahsiyetlerdir​.

Necip Fazıl tiyatro yazarlığına 1935 yılında Tohum adlı eserle başlamış, bunu Bir Adam Yaratmak (1937), Künye (1939), Sabır Taşı (1940), Para (1941), Nam-ı Diğer Parmaksız Salih (1948) gibi eserler takip etmiştir. 1949’dan sonra uzun süre tiyatro yazmayan Üstad, 1960’lı yıllardan itibaren yeniden sahne eserlerine yönelmiş ve bu dönemde Reis Bey, Ulu Hakan Abdülhamid Han, Yunus Emre, İbrahim Ethem, Mukaddes Emanet, Kanlı Sarık gibi eserleri kaleme almıştır. Eserleri tarihî, felsefî, içtimaî ve ruhî temalar etrafında şekillenir​.

Tiyatrolarını yazarken belli bir Batı akımını takip etmekten ziyade kendi meselelerine odaklanmış, kendi iç çilesini ve cemiyetin rahatsızlıklarını yansıtan karakterler oluşturmuştur. Oyunları yerli bir teze ve İslâmî bir bakışa yaslanır. Anadolu’nun manevî birikimini sahneye taşır. Medeniyet ölçüsünü İslâmî kıstaslara göre belirlerken, Batılılaşma sürecine karşı ciddi bir eleştiri geliştirir​. Üstad’ın tiyatro eserleri sahnelenme konusunda ise çeşitli dönemlerde engellere maruz kalmıştır. Dönemin tiyatro camiasında yeterince karşılık bulmamıştır.

Üstad Necip Fazıl’ın şiiri ve şairliği

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ilk şiir kitabı olan Örümcek Ağı, 1925 yılında yayımlanmıştır. Bu kitap, onun sanat hayatının ilk evresine aittir. Henüz iman merkezli şiir anlayışının şekillenmediği bu dönemde, Servet-i Fünun etkisiyle yazılmış, ferdî temaların ağırlıkta olduğu şiirler yer alır.

1928’de yayımlanan Kaldırımlar, Necip Fazıl’a edebiyat çevrelerinde büyük ün kazandırmış ve onu dönemin önemli şairlerinden biri hâline getirmiştir. Bu kitapta yalnızlık, ıstırap ve varoluşsal bunalım temaları ön plandadır. “Kaldırımlar” adlı şiiri, onun adıyla özdeşleşmiş ve Türk şiirinde önemli bir yer edinmiştir. 1932’de çıkan Ben ve Ötesi adlı kitabında ise felsefî ve metafizik sorgulamalar belirginleşmiş; şiirlerinde ruhî arayış daha görünür hâle gelmiştir.

1955 yılında yayımlanan Sonsuzluk Kervanı, önceki şiirlerinden seçmelerin ve yeni şiirlerin yer aldığı bir eserdir. Bu kitapta Allah’a yöneliş ve tasavvufî eğilim daha açık bir şekilde kendini gösterir. 1962’de ilk baskısı yapılan ve 1969’da genişletilerek yeniden yayımlanan Çile, Necip Fazıl’ın şiir külliyatının en kapsamlı eseridir. Şair, eski şiirlerinden seçtiği parçalarla yeni şiirlerini bu kitapta toplamış, kendi ifadesiyle “adıma ve ruhuma mâl edilebilecek tek şiir kitabı” olarak bu eseri göstermiştir.

1969’da yayımlanan Şiirlerim adlı kitap, Çile ile içerik olarak benzerlik taşır ve bazı baskılarda birlikte yayımlanmıştır. Bu şiir kitaplarının dışında, “Sakarya Türküsü”, “Zindandan Mehmed’e Mektup”, “Surda Bir Gedik Açtık” ve “Çile” gibi şiirleri, onun hem edebî gücünü hem de fikir dünyasını yansıtan önemli şiirler arasında yer alır. Üstad, biçim olarak hece veznini ve aruzu büyük ustalıkla kullanmıştır.

Necip Fazıl Kısakürek’in şiire yönelimi erken yaşta başlamıştır. Kendisinin ifadesiyle, ilk şiir denemesi 12 yaşında, annesinin dileği üzerine ve veremli bir genç kızın defterinden etkilenerek başlamış; bu anı, onun için bir dönüm noktası olmuştur. Şairliği, sadece edebî bir meşgale değil, varlık hikmetinin ta kendisi olarak anlam kazanır. Ona göre şairlik, sıradan bir yetenek ya da keyfî uğraş değil; “ulvî bir memuriyet”tir.

Üstad'a göre şair, Allah’tan gelen mutlak hakikat nurunu aramakla görevli bir varlıktır. Sanatı üzerinde düşünmeyen bir şairi, “kuyruğuna basıldığında inleyen bir hayvancıktan” farksız görür. Ona göre, şairde iki kutup vardır: biri süflî, diğeri ulvî. Ulvî kutba yönelen şair, insanlık basamaklarının en yücesine ulaşırken; süflî kutba mahkûm olanlar “şair kalabalığının yüzde doksan dokuzunu” oluşturur.

Necip Fazıl’a göre şiir, “mutlak hakikati aramak” işidir. Eşya ve hadiselerin görünen yüzüyle yetinmeden, onların en mahrem, en nazik ve en hassas yönlerine yönelerek hakikatin peşine düşmektir. Ona göre şiir, düz bir yol değil; “fevkalâde sarp ve dolambaçlı, fakat kestirme ve imtiyazlı bir keçi yoludur.” Bu yolu kalabalıklar değil, “gözcüler, işaret memurları ve kılavuzlar” kullanabilir.

Mutlak hakikat ise Allah’tır. Dolayısıyla şiirin, ister inananın ister inanmayanın elinde olsun, nihai vazifesi Allah’ı aramak ve ona işaret etmekten ibarettir. Şiiri, “Allah’ı sır ve güzellik yoluyla arama” çabası olarak tanımlar. Necip Fazıl için şiir; hisle fikrin karışımı olarak kurulur. Ona göre, fikir şiirde yalnız başına yer alamaz; ancak hisle yoğrularak, seziş ve içtenlik zeminine oturarak mânâ kazanır. Bu noktada şiirin maddesi “üstün idrak”tir.

Şiirde şekil ve kalıp, iskeleti temsil eder. Necip Fazıl, biçimsizliğe ve serbestliğe karşıdır. Ona göre şiirin bir şekli olmalı, fakat bu şekil görünür olmamalı, anlamı taşırken geride durmalıdır. “İskeleti giydiren dikişçi” benzetmesiyle, biçimi, mânânın hizmetinde bir yapı olarak tanımlar. Ayrıca şiirdeki dilin sıradanlığı değil, estetik yapısı ve simgeselliği önemlidir. “Ne söylediği” ile birlikte, “nasıl söylediği” de önemlidir. Şiir, remz ve sır taşıyan bir yapıdır. Şair, görünen dünyanın arkasındaki gizli hakikate işaret eden bir kılavuzdur.

Necip Fazıl, şiiri bir cemiyet görevi olarak görür. Ona göre şair, toplumun gizli duygu ve fikir dünyasının tercümanıdır. Şair, topluma öncülük eden bir “rasat merkezi”, bir “medyum”dur. Toplumun mazisiyle istikbali arasındaki çizgide yürüyen, uyarıcı ve hatırlatıcı bir şahsiyettir. Cemiyetin “ruhi muhtevasının anteni” olarak nitelenir.

Necip Fazıl, şiirin temelini din ile ilişkilendirir. Ona göre, Allah’a inanmayan bir cemiyetin içinde şiir de olamaz. İnsanın ruhunu titreten, şekillendiren, mânâ katan her şeyin kaynağı Allah’tır ve şiir, bu kaynakla bağını kurduğu ölçüde şiirdir. “Mutlak hakikat Allah’tır” ölçüsü onun poetikasının da, inancının da merkezinde yer alır.

Üstad’ın son dönemleri

Üstad Necip Fazıl’ın hayatının son dönemleri, hem maddî hem manevî anlamda çetin fakat tamamlayıcı bir safhayı teşkil eder. Bu dönem, fikrî mücadelesinin meyvelerini topladığı, geniş halk kitleleriyle doğrudan temas kurduğu, fikir ve aksiyon sahasında çok yönlü faaliyetlerini sürdürdüğü bir zaman dilimidir. Aynı zamanda yaşlılık, hastalık ve mahkeme tehditleriyle karşı karşıya olduğu, fakat inancından ve istikametinden zerre taviz vermediği yıllardır.

1970’li yıllarla birlikte, Üstad’ın eserleri daha sistematik olarak yayımlanmaya, düşüncesi çevresinde bir muhit oluşmaya başlamıştır. Bu dönemde “Rapor” serisiyle doğrudan aktüel meseleler üzerine değerlendirmeler kaleme almış, İdeolocya Örgüsü, İman ve İslam Atlası, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu gibi eserleriyle temel fikir yapısını tamamlamıştır. 1980 yılında kendisine Kültür Bakanlığı tarafından “Büyük Kültür Armağanı”, 1981'de Türk Edebiyat Vakfı tarafından “Sultanü’ş-Şuara” unvanı, 1982'de ise Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “Yılın Fikir ve Sanat Adamı” ödülü verilmiştir. Bu takdirler, hayatı boyunca dışlandığı resmî çevrelerde bile artık inkâr edilemeyen bir fikir adamı ve sanatkâr olarak kabul edildiğinin göstergesidir.

Ancak tüm bu takdirlerin yanı sıra, Üstad’ın bazı eserleri sebebiyle hakkında yeni mahkeme süreçleri de başlatılmıştır. Özellikle Vahîdüddin – Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu adlı kitabı, defalarca dava konusu olmuş ve 1982 yılında bu eser sebebiyle 1 yıl 6 ay hapis cezası almıştır. Sağlık durumu sebebiyle cezanın infazı ertelenmiş, ancak mahkeme tehditleri son ana kadar peşini bırakmamıştır.

Bu dönemde birçok konferans vermeye devam etmiş, özellikle Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde gençlik kesimine ulaşmayı başarmıştır. Verdiği konferanslarla bir fikir ve inanç hareketi inşa etmiştir.

Vefatından önceki yıllarda kaleme aldığı bazı şiirlerde ölüm temasına daha açık biçimde yöneldiği görülür. “Boş Dünya” ve “Anlamak” gibi şiirlerde fanilik duygusu, ilahi huzura yöneliş, dünya nimetlerinin geçiciliği ve ahiret şuuru yoğun biçimde hissedilir. Kendi mezar taşına yazılması için “Hayat bir zar içinde hayatı örten bir zar / Bana da hayat yeri Bağlum köyünde mezar” beytini seçmiş ve bu beyti defnedileceği yeri de göstererek hayatının son sözlerinden biri olarak sunmuştur.

Üstad Necip Fazıl, 25 Mayıs 1983 tarihinde İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 26 Mayıs günü Fatih Camii’nde kılınan kalabalık bir cenaze namazının ardından, Eyüp Sultan Mezarlığı civarındaki Kaşgârî Dergâhı yakınına defnedilmiştir. Sıkıyönetim dönemine rağmen binlerce kişi cenazeye katılmış, gençler askerî barikatları aşarak onu omuzlarında taşımışlardır.

Hayatını hakikate adayan, her satırını “Allah ve Resulü davası” için yazan bu büyük dava eri, geride yalnızca eser değil; fikir, şahsiyet ve izzet bırakmıştır.

Aylık Baran Dergisi 39. Sayı, Mayıs 2025