İslâmî düşüncede iman, aklın değil, iradenin işidir. Aklîlik ise imanın bütünlüğünü esas alır. İslâm aklı insanı şuur, hafıza, hayal, his, akıl, irade vs. bütün şubeleriyle birlikte ele alır, ferdî hayatın hakikatinin ruhî hayatta olduğunu söyler.

Çalışmamızın ilk bölümünde akıl davasının tanımı, mahiyeti, kısımları ele alınırken farklı akıl anlayışlarına da temas etmiştik. Bu bölümde akıl ile ilişkili bazı kavramlara, modernite aklı, irrasyonalizm ve İslâm aklına değinilecektir. Sonuç bölümünde de kısa bir değerlendirme yapılacaktır.

10. Akıl ve Kalb (İman)

İmanın merkezi kalbtir. İman kalb ile tasdiktir. İmam-ı Âzam buna “dilin ikrarı” şartını da ekler, ancak bunu fıkıh açısından söyler.

Akıl, duyu ve ilham verileri kalbte toplanır. İlham verilerinin direkt kalbe geldiğini belirtelim. Kalbte, nefs ve ruh zıtlığı içinde bir karar/ tercih oluşur ve irade buradan çıkar. İman, aklın değil, iradenin işidir.

Kur’an, akıl ve tefekkürü kullanmamızı isterken, dinî ve insanî hayatın merkezi olarak kalbe hitap eder. “Kalbleri var, ancak onunla bir şey anlamıyorlar.” (A’raf Sûresi, 7/179), “Akletmek için onlarda kalb yok mu?” (Hac Sûresi, 22/46), “Kalbi olanlar için bunda öğüt vardır.” (Kaf Sûresi, 50/37) meâlindeki âyetler kalbin idrak, ilim, marifet ve düşünme aracı olduğunu ortaya koyar.

Mutasavvıflar kalbin bilgi kaynağı olduğunu delillendirmek için, “Eğer takvâ üzere olursanız Allah size bir furkan (ilham) verir.” (Enfal Sûresi, 8/9), “Fetvayı kalbinden iste[1] meâlindeki âyet ve hadisleri zikrederler.

 İman ve akıl münasebeti ve aklın sınırı yanında Peygamberlere imanın da hakikati İbda külliyatında şöyle işaretlenir:

“İman tam olduğu zaman ispat yoktur… İman nedir?.. Zevken idrak… Ya akıl?.. Ruha bağlı bir keyfiyet hâlinde onun mukabil kutbu ve ölçüp biçmeye ve zarflamaya memur bir bağ… İşi tahdit ile tek bir esasa bağlar, oysa hakikat kendi nefsinde böyle bir tahdit kabul etmez… Ki, bu genel bir bilgi olmuş tesbittir: Çin ve Hind düşüncesinde, Heraklit felsefesinde, Hegel ve Marks’ın düşünce sistemlerinde özellikle ağırlıklı bir yeri vardır… Evet, nereye vardık?.. Zâhiri beş hassenin akıl işinde tesiri olmadığı, yani aklın gördükleri zâhirî idrak âletleriyle anlaşılamadığı gibi, Şeriat ölçülerinin mahiyetleri ve üstünlükleri de akılla kavranamaz… Aynı zamanda bir şey kavradık ki, Peygamberlik tavrı aklın ötesindedir!..” [2]

 Aklın hakikati ve Kısımları bahsini İmam Gazâlî “kalb gözü”ne işaretle şöyle neticelendirir:

“Körlük bakımından da kalbin aynı göze benzediğini ve kapalı olan basirete kör dendiğini beyan etmek üzere Allah Teâlâ, “Gözler kör olmaz. Göğüslerde olan kalbler kör olur.” (Hac Sûresi 22/46) buyurmuştur. Başka bir âyette de, “Bu dünyada kendi arzularıyla hakikati görmekten çekinen mânevî körler, âhirette de kör ve belki daha sapık yoldadırlar.” (İsrâ Sûresi, 17/72) buyurulur.

Peygamberlere gösterilen bu şeylerin bazısı baş ve bazısı da kalb gözü ile gösterilmiş ve hepsine birden görmek adı verilmiştir.

Hülasa, kimin basiret gözü açık değilse, dinin özüne eremez. Ancak kabuğu ile uğraşır.” [3]

11. Akıl ve Mârifet (İlim ve İrfan)

İlim, bilgi demektir, mârifet (irfan) ise bünyeleşmiş bilgi demektir. İlim mücerret olarak bilgi mânasına geldiği için onda ahlâk yoktur. Mârifet ise öznelleştiği için tikel, özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder. İlimsiz mârifetin muhal, mârifetsiz ilmin vebal olduğunu nakledelim. İnsanın yaratılmasından maksat sadece ilim değil, inanılan bilgi yani mârifettir. Özetle, ilmin maksadı irfandır. Bilginin en üstünü ise mârifetullah-Allah’ı tanımadır.

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, İslâma Muhatap Anlayış isimli eserinde, “Kuru Bilgi-İlim-İrfan-Tefekkür” bahsinde bu derecelendirme içinde mevzuyu incelemiş ve Damlaya Damlaya eserinde ise ilim ve irfanın muhassalası olarak hikmet noktasından mevzuyu şöyle çerçevelemiştir:

“İlim, içten ve dıştan kavrayıştır; içe dair olursa, ona “hikmet” adı verilir. Topluma göre hükümetin rolü ne ise, ilimler arasında da hikemiyatın rolü odur.”[4]

Akıl âletini de kullanan hikemiyatın kalbte oluşan tefekkür boyutuyla ayrı bir özümseme ve pişme süreci olduğunu ve şahsî çaba yanında ilham verimleriyle birleştiğini de hatırlatalım. İlme bakan yönüyle ilm-i ledün diye de ifade edilir.

12. Bilginin Doğuşunda Akıl ve Ruh İlişkisi

“Ruh bulur, akıl sorar.” tesbiti çerçevesinde, ruh ve nefs kutuplarından birinden birinin hâkimiyet mücadelesi verdiği kalbin ilgi ve sevgisiyle âniden doğan ışığın beyinde çakmasıyla düşünce doğar ve burada ölçücü-biçici akıl devreye girerek, hakikati hayatın kesintisiz akışından da tecrit ederek/durgunlaştırarak inceler. Böylece bilgi doğar. Bu incelemeden doğan aklın tesbitleri ise bize gereklidir, ancak hayatın dinamikliğinden uzak olduğunu, söylediğimiz anda eskimiş olacağını ve bundan dolayı aklın devamlı yeni veriler toplayı bunlara aklî ve matematikî işlemler yapmak zorunda olduğunu bilelim. Yoksa çok hızlı akan hayatın -zaten her zaman bir adım gerisindeyiz- hepten dışında kalırız. Akıl âletini kullanmadığımız dönemlerde Batı’nın karşısında düştüğümüz durumlardan da bunu anlayabiliriz.

En önemlisi ise aklın ruha bağlı bir keyfiyet olduğunu idrak etmemizdir. Yani aklı kullanan, onu geliştiren itici güç olarak ruhtur. Anlamak ile anlayış arasındaki fark, ruhu işaretler. Düşüncenin doğuşunda da akıl kaynak değil, ancak beyne veya kalbe gelen verilerin işlenmesinde vazgeçilmez bir unsurdur. Aklın sadece göz gibi fotoğrafçılık yapmadığını, ruha bağlı bir keyfiyet olduğunu, “keyfiyet” kavramına dikkat çekerek belirtelim. Yani akıl “boş bir levha” değil.[5]

13. Akıl ve Mûcizeler

İnsanın yaratılışı ve hayatın kendisi bir sır iken Allah ayrıca gönderdiği peygamberlere mûcizeler de vermiştir. Sır olan dünyada sınırlı hâlde yaşamasına rağmen günümüzün “modern aklı” her şeyi maddeye indirgemiş, insan beyninin dahi sır olma özelliğini görmezden gelmiştir. İşin aslında mûcizeler önünde aklın söyleyeceği fazla bir şey de yoktur

Allah Resûlü’nün tevatür seviyesini bulan hissî ve haberî mûcizeleri yanında en büyük mûcizesi ise kıyamete kadar bâki olacak Kur’an-ı Kerim’dir. Modernizmin kutsadığı mihraksız akıl bataklığına düşen ve “İslâm, akıl dinidir.” şeklinde İslâm’ı akla tasdik ettirmek gibi bir ilke edinen bazı ilim adamları ise mûcizeleri inkâr eder olmuştur. Bunlardan iki misal: Abduh, Kur’an’da geçen “Fil Vak’ası-Fil Mûcizesi”nde Ebabil kuşlarının attığı taşları çiçek hastalığı diye yorumlamış[6], Hamidullah ise Hz. Mûsa’nın mûcizesi olan denizin ikiye ayrılmasını “med-cezir olayı” ile açıklamaya çalışmıştır. [7] Mu’tezile mezhebinden bir kısım müfessirler ise mi’rac mûcizesini inkâr eder. Modernist/reformist çizgide olanlar da akılla izahı zor olduğu için mi’racı red yoluna giderler. Aklı naklin (naslar) önüne geçirdikleri için bu akıma “Yeni Mu’tezile” de denir. Bunlardan birkaç misal verelim: Fazlurrahman mi’racı “tarihî bir kurgu” olarak değerlendirir.[8] Efgânî’nin öğrencisi ve onun gibi mason olan, kendisinin de beslendiği İslâm’ın geleneğine düşmanlık yapan ve yenilik ihtiyacını reformistlik olarak algılayan ve yukarıda kısaca temas ettiğimiz M. Abduh ise Kur’an mûcizesi hariç peygamberlerin tüm mûcizelerini inkâr eder.[9]

Ulemanın genel kabulüne göre Allah Sevgilisi’nin mi’raca yükselmesi hâdisesi, ruh ve beden birlikte ve tek seferde gerçekleşmiştir.[10] Akıl üstü bu hâdiseyi akılla izah etme gayretkeşliğine ve modernitenin kuşkucu aklıyla yorumlamaya ihtiyaç yoktur. Zira mi’rac, Allah’ın son peygambere ve Ümmet-i Muhammed’e bir ikramıdır.

14. Akılüstü ile Akıldışı Farkı

Akılüstü, aklın kapsamını anlamakta zorlandığı alanlardır; ruh, melekler, rüya, âhiret gibi metafizik hallerdir. Buna Allah’ın varlığı veya sıfatlarını da dahil edebiliriz. Haddini bilen akıl, bu alanlara kendi sınırlarının yetmediğini idrak eder ve susar.

Akıldışı ise aklın bedahet ifade eden ilkeleriyle çelişen ve saçma, anlamsız, tutarsız diye ifade edilen hallerdir. Hiçbir felsefe bunu kabul etmeyeceği gibi hiçbir hakikî din, mensuplarına bedahetlere aykırı bir şey emretmez.  Ancak mi’raca da merdivenle çıkılamaz

Aklımızın almadığı her şeye hemen kestirmeden “hurafe” demekten ziyade “sır idraki” içinde mevzulara bakmak, ancak bedahet ifade eden apaçık aklî gerçekler dışında kalanlara hurafe demek gerekir.

Şeriat aklen muhal olan bir şeyi getirmez. Mesela, “Allah cisimdir.” denemez. Zira bu aklen muhaldir.

15. Modernite Aklı (Akılcılık, Akıl Merkezcilik ve Akılsalcılık)

“Modern felsefe, kimi zaman Rönesans düşüncesiyle birlikte 15. bazen de Descartes ile 17. yüzyıldan başlatılıp 20. yüzyıl felsefesine kadar hâkim olan Avrupa felsefesidir… En azından 19. yüzyıla kadar tamamen akılcı bir zemin üzerinde gelişen modern felsefe, bilimden fazlasıyla etkilenmiş olan bir felsefedir. Nitekim ontoloji ya da metafiziğin önce geldiği klasik felsefenin tersine, onda önce epistemoloji gelir. Yine aynı bağlamda, o, kesinliğin bulunduğu tek yer olarak birinci şahıstan hareket eden, özne merkezli bir felsefedir. Bu yüzden onun metafizik anlayışı, modern bilimin taleplerine uygun olarak çoğu zaman ya materyalizm ya ikicilik ya da fenomenalizm şeklinde tezahür etmiştir. Epistemolojisinde de aynı şekilde, doğal bilme kaynakları olarak aklı, duyuları veya bu ikisinin bir sentezini öne çıkarmış olan modern felsefe çoğu zaman akılcılığın veya deneyciliğin savunuculuğunu yapmıştır.” [11]

Bu kısa tanıtımdan sonra yine felsefî sözlük yardımıyla modernite aklını üç başlıkta tahlil edeceğiz:

1. “Akılcılık (Rasyonalizm-Usçuluk-Akliye): Genel olarak aklın varlığını yahut aklın önceliğini ve üstünlüğünü yani bilginin kaynağı olarak insan zihnini kabul ve müdafaa etmek demektir. İnançlarımızı ve yapacağımız eylemleri belirlerken akla ve zekâya tam güvenmek, başka şeye dayanmamaktır. Akılcılık, amaçların belirlenmesiyle, rasyonalitesiyle ve bunların geçerliliğiyle uğraşmayı ön plana çıkarır. Bu akım aklı, insan faaliyetlerinin nihaî ve yüksek hedeflerine değer biçme sürecinde kullanmayı tercih eder. Bu bakımdan “araçsal akılcılık” bu anlayışın zıddıdır. Bu akım, daha çok fizik ve matematiğe dayanır. Metodu da dedüktiftir (sonuçlayıcı).

Akılcılığın çeşitli şekilleri vardır: 1) Bilginin kaynağı meselesinde, tecrübenin yetersizliğini iddia eden doktrin, mutlak akılcılık ve izafî (göreli) akılcılık diye ikiye ayrılır. 2) Bilginin değeri meselesinde, aklın (düşünce) kanunları aynı zamanda eşyanın/varlıkların da kanunları olduğu için, insan aklının hakikati tanımaya kabiliyetli olduğunu kabul eden öğreti. Aristo’da aklın kanunları eşyanın kanunlarıdır. Bu mânada ilk büyük rasyonalist Aristo’dur. Fakat akılcılığın bu formülüne mutlak şeklini veren esas kişi Hegel’dir. Çünkü ona göre, “Aklî olan reeldir ve reel olan da aklîdir. [12]

Nurettin Topçu akılcılığı, Sokrat Akılcılığı (Sokrat, Eflatun, Aristo), Descartes Akılcılığı (Malebranche) ve Kant Akılcılığı şeklinde üçe taksim eder ve son ikisine ise tenkidini yapar. Descartes’in doğuştan zihnimizde olan fikirlere mutlaklık tanımasını eleştirerek, “Bizim bilgimiz, hiçbir zaman mutlak hakikat olamaz.” der. Kant’ın kategorilerle akıl ilkelerinin doğuştan olduğu fikrini de eleştiren Topçu, akıl ilkelerinin ilkel insanla medenî insanda başka olduğunu söyler. Kant’ın eşyanın tam bilgi haline gelebilmesi için zihnin şekil ve kalıplarına girme zorunluluğunu da eleştiren Topçu, “eşyadan yalnız izlenimler almakla birlikte, bilinçle tam olarak bir realiteyi tanıyabildiğimizi, mesela iç hayatımızdan yani bilincimizden aldığımız sezgi ile benliğimizin tam bilgisini elde edebildiğimizi” söyler. [13]

Akılcılık vahiy ve Allah’ın buyrukları yerine kendini koyar, kişinin düşünme gücüne ve bilişsel faaliyetinin otoritesine iman eder. Akılcılık esas olarak, 17. yüzyılda Descartes, Spinoza ve Leipniz tarafından temsil edilen bir bilgi öğretisi olarak epistemolojik akılcılık anlamına gelir.

2. “Akıl Merkezcilik (Logosentrizm) [Metafizik, Felsefi Yöntem]: Batı felsefesine ilişkin postmodern bir tasvir ya da tanımın en belirleyici unsurunu oluşturan özellik: Akıl ya da söz merkezcilik… Şeylerin yapı ve düzenini, dünyanın düzenli bir bütün oluşturduğu ontolojik kabulü üzerinden birtakım karşıtlıklar yoluyla açıklayan Batı felsefesi, aklın özellikle yaşama dünyası içindeki çok yönlülüğü ve karmaşıklığını tamamen bir tarafa atarak, onu bilişsel ve araçsal boyutuyla sınırlar. Söz konusu Batı felsefesini ya da metafizik geleneğini şiddetle eleştiren postmodernizm, felsefenin, logos ya da aklı hakikatin imkânı olarak görmek yerine, aklın imkânlarıyla meşgul olması gerektiğini öne sürer.”[14]

3. “Akılsalcılık (Rasyonalite-Aklîlik) [Etik, Eylem Felsefesi, Zihin Felsefesi]: Bireylerin ve toplumların düşünme tarzlarında, eylemlerinde veya kurumlarında sergilediği genel bir tutum ya da özellik olarak, aklı temele alma, onun yol göstericiliğine bağlanma tutumu veya özelliği… Rasyonaliteyi belirleyen ya da tanımlayan, çoğu zaman birbirleriyle ilişkili çok sayıda yön veya yönelimin olduğu kabul edilir. Bunların en başında ise içgüdüsel olarak davranmak yerine, ölçüp biçerek ve hesaplayarak eylemde bulunma yönelimiyle uzun erimli bir plana göre eyleyip davranışı soyut ve genel kurallarla denetleme yönelimi bulunur… Hepsinden önemlisi rasyonalite veya akılsallık, kanaat ve değerleri tutarlı bir bütün içinde sistematize etme yönelimiyle insanın gerçekleşmesini aklî ya da entelektüel melekelerin hayata geçirilmesinde bulma tutumuyla belirlenir.”[15]

Modern aklın vasıflarına şunları da ilave etmek istiyoruz. Modern akıl, çözüm odaklı ve acelecidir. Ona göre eşya ve hâdiseler aklî kriterlere göre hemen yorumlanmalı ve çözüme kavuşmalıdır. Eğer modern akıl bir şeyi çözemiyorsa onu reddetmeye meyleder. Modern akıl, “peşin fikir hikmeti” ve “sır idraki”ni anlamaz, hemen hüküm vermek ister. Öyle ki “aklım almıyorsa o yoktur!” ön kabulüne sahiptir. Aklı ön plana çıkaran ve varlığı zihnin algısına bağlayan Dekart ve Kant’ın aklı da “modern akıl”dır. Hatta Hegel bile bunu geliştirerek en üstün devlete tatbik eder.

Modern akıl genel itibariyle, dışta aklın almayacağı bir kutsal ve hakikat yoktur, diyor. Ancak bu aklın mimarlarından Hegel, âlemi içkin ve geist dediği mutlak ruhun tecessümü olarak, bir mutlak değer olarak kabul ediyor. Bu da en güçlü devlet oluyor. Onun tarih anlayışında bu güç, Batı’yı temsil ediyor.

Batı’nın modern aklına göre iyi ve kötüyü de akıl icat ediyor. Kant’ın kategorileri ve “Nesneleri ben icad ederim, var olan nesneleri ben icad ederim.” anlayışı neticesinde “İyi-kötü yoktur, onu ben icad ederim.” noktasına gelindi. Ondan sonra mevzu, postmodernizmin, “Hakikat yoktur.” göreliliğine vardı.

Hülasa modern aklın vardığı nokta, aklın iflası oldu. Bergson’un sezginin önünde aklı kritik ettiği noktaya varıldı. Aslında Batı’da eksik olan husus ruh ve imandır. Batı, hakikate teslim olamıyor. Mâlum olduğu üzere akıl, ilim alanıyla sınırlıdır; ahlâk, din ve kıymetler alanı ise aklın ötesinde olup ruh ve iman alanıdır. “Realite hükümleri” ile “kıymet hükümleri” alanları birbirine karıştırılmamalıdır. Her iki alanın da evrensel/cihanşümul vasfı vardır, ancak birbirlerinin alanları ayrıdır. Varoluşun kaynağı ise ruhî hayattadır. Varlık bildirebilme ile mümkün. Pratiğin sayısız tekrarıyla hakikat bulunamaz. Peygamberler gönderilmeseydi, iyi-kötü idraki bile olmayacaktı. Bir şeye karşı olurken bile bir kabule dayanmaktayız. İyi-kötü idraki olmadan ise ne düşünce, ne ilim, ne ahlâk, ne medeniyet doğardı. “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı.”[16] tezi bu hakikati ifade ediyor.

16. Akıldışıcılık (İrrasyonalizm-akılüstücülük-gayr-ı aklîlik):

“Akıldışıcılık: Akla, elbette mantıksızlığa veya akılsızlığa düşmeden, ilke olarak karşı çıkma; aklın sınırlı olduğunu savunma tutumu… Akla değil de aklın her şeyi bilebileceği ve işlevinin sınırsız olduğu iddiası veya tutumuna karşı çıkan irrasyonalizm, aklın insanın kendisini manevî anlamda gerçekleştirmesi, insanlığın kaderi, gerçekliğin nihaî yapısı veya dünyanın varlığının aşkın temeli ve benzeri konularda söyleyebilecek hiçbir şeyinin olmadığını ileri sürer. O, bu yüzden gerçek bir önemi haiz bu ve benzeri konularda, mistik sezgi ya da imanın akıldan çok daha üstün olduğunu savunur. Hakikate erişme, doğru yolu bulma noktasında kültür ve geleneğin de hesaba katılması gerektiğini iddia eden irrasyonalizmin önemli temsilcileri arasında Aydınlanmanın aklın üstünlüğüyle ilgili iddialarını şüpheyle karşılayan Kierkegaard, Nietzsche ve Schopenhauer gibi filozoflar bulunur.”[17]

“Akla yabancı, garip, ortak duyu ve bilimsel bilgi bakımından izahı güç olan şeyler “akıl dışı” olarak nitelenmektedir. Bir eser, bir olay, bir düşünce, bir rüya, bir inanç akıldışı olarak nitelenebilir. Bir hilkat garibesi (iki başlı bir hayvan gibi) akıldışı kabul edilir. Bazen akıldışı denilen şey, bir bilimsel araştırmanın veya bir analizin sonucu olabilir. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi, mikrofiziğin bir sonucudur. Bunun gibi hayatın, dilin, kültürün ilk kaynağı, biyoloji ve etnolojinin esas bilmecesidir (muamması). Bu açıdan akıldışı olma, hüküm verene, zamana ve mekâna göre izafîdir (görelidir).

Akıldışıcılık mantığın, aklî izahın, bilimsel zihniyetin katı kalıplarına karşı, herhangi bir yorumun keyfî suretle seçilmesidir, denebilir. Hatta aklın, hayal gücüne, sezgiye (özellikle sanatta), bilinç altına (Freud’da), hayat hamlesine (Bergson’da), metafizik inançlara bağlı kalınmasıdır.

Akıldışıcılık, mevcut bilimsel görünüşlü sunuşlara (modernist, pozitivist ve aydınlanmacı) karşı, bir tepki gösterme ve irrasyonelin gücünü kabul etmedir (Postmodernist anlayış böyle değerlendirilebilir). Sürrealizm’de psikanaliz metodun kullanılışı, Nietzsche tarafından kendi fikirlerini izah için biyolojik unsurların kullanılması, akıldışıcı tutumlardır.

Akıldışıcılığın bazı çeşitlerinden bahsedilebilir.

1. Bilgi öğretisinde (epistemoloji): Sezgiyi, sevgiyi, duyguyu, içgüdüyü bilgi kaynağı sayan anlayış. Buna göre evren ve gerçeklik bilimsel yöntemlerle değil, sezgi ile kavranabilir. Çünkü ona göre akıl ile elde edilen bilgi soyuttur, şematiktir, gerçeklikle doğrudan ilgisi yoktur; dolayısıyla bu bilgi yetersizdir.

2. Varlık öğretisinde (ontoloji): Evrenin oluşunda akıldışı esaslar olduğunu ileri süren görüş.

3. Ahlâkî Akıldışıcılık: Aklî olmayan, anlamsız bir âlemde akla dayanmayan gayri aklî davranışlarda bulunmak gerektiğini savunan görüş.

Çağdaş irrasyonalizm, tarihî ilerleme fikrini problem hâline getirdi ki bunun temelde Hegelci ve Marksçı görüşler yatar.”[18]

17. İslâm Aklı ile Kartezyen Aklı Farkı

İslâmî düşüncede iman, aklın değil, iradenin işidir. Aklîlik ise imanın bütünlüğünü esas alır. İslâm aklı insanı şuur, hafıza, hayal, his, akıl, irade vs. bütün şubeleriyle birlikte ele alır, ferdî hayatın hakikatinin ruhî hayatta olduğunu söyler. Akıl-ruh ilişkisi ise şöyledir:

“Allah Resûlü’nün güzel ahlâkı doğrudan doğruya Allah vergisi olup gayret ve riyazetle elde edilmiş değildir. Bu faziletlerin de kaynağı kemâl hâlindeki “akıl”dır; zira faziletler onunla elde edilir ve rezaletlerden onunla korunulur. “Akıl”, ruhun lisanı ve basiretin tercümanıdır; “basiret” dedikleri, ruhun özü, akıl da onun lisanı derecesindedir… Bazı din âlimleri demişlerdir ki, “Her şeyin bir cevheri vardır; insanın cevheri de akıldır… Aklın cevheri ise sabırdır.” [19]

Aynı eserden İslâm büyüklerinden işaretlenen akıl ile ilgili bir ölçülendirmeyi verelim:

“Tasavvuf ehlinin yüksek ölçülerinden biri olarak, âlimler, İslâm akidelerinin en basit bir meselesi üstünde bile akıl cephesine karşı tereddüt ve şüpheden, şek ve reybden büsbütün kurtulamazlar. Zira o meseleler nebîlik feyz ve nurundan alınmıştır. Peygamberlik tavrı ise aklın ötesindedir. Zâhirî beş hassenin akıl işinde tesiri olmadığı, yani aklın gördükleri zâhirî idrak âletleriyle anlaşılamadığı gibi şeriat ölçülerinin mahiyetleri ve üstünlükleri de akılla kavranamaz. İlim akla bağlıdır. Bu yüzden ilim kâfi gelmiyor.” [20]

Necip Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu eserinde birbirine zıt iki dünyanın farklılıklarını ortaya koyup birinciyi ikincinin önünde muhasebe ederken, “Hristiyanlığın aklı baltalayıcı noktaya vardığını, akılla abes, mümkünle muhal arasını ayırt edecek muvazeneyi elden kaçırdığını” söyledikten sonra Batı felsefesini de şöyle kritik eder:

“Şimdi akıl deyince oradan iş felsefeye dökülüyor. Felsefe, aklın, kendi hükümdarlığını göstermek için kurduğu müessese… Ve doğruyu bulmanın değil de yanlışı düzeltmenin müessesesi… Felsefede her mektep, öbürünün yanlışını gösterirken doğruyu söyler.” [21]

Üstad, aynı eserinde, İslâm tasavvufundan ölçüyü vererek Batı akliyeciliğinin eksiğini şöyle gösterir:

“Tasavvufta şu kaide var: “Ne akılla olur, ne de akılsız!”

Yine çifte kanat meselesi… Zaten bu zevki yitirdiğimiz için kaybettik her şeyi…

Batılı zanneder ki, yalnız akılla olur. Ve tutar akılla -ama hepsi oyuncak- muazzam bir (bonmarşe) yapar. Bir büyük manivela ile maddeyi fetheder, vinç gibi kaldırır; fakat vinç ruh desteğinden mahrum kalınca kopar ve altındakini ezer. Biz de zannettik ki, akılla olmaz! Ruhun her şeyini yerine getirdiğimiz hâlde, aklın miskin manivelasına kurban gittik. Hani, çamaşır mandalı var ya, onunla burnumuzdan yakaladılar bizi… (...)

Batının, bütün eserini sıfıra indirici eksiği ruh, asl olarak Doğu’da, âhiretin tarlası olan dünya fethine memur akıl da Batı’da…

Bu iki kutbu birleştirip bir ark lâmbası parlayışına vücut vermeden, yaşanmaya değer hayatın sırrı ele geçirilemeyecektir.”[22]

Necip Fazıl’ın muradı, bâtın ilmi yanında zâhir ilmi olmazsa, fethe nail olunamayacağı hakikatidir.

Aklın tanımı, kısımları, mahiyeti ve sınırlarını izah ettik. Aklın tanımında ve hatta kısımlarında genelde birleşilse bile onun mahiyeti ve sınırları hususunda ihtilaf olduğunu ifade ettik. Yine akıl âletiyle yapılan bu münakaşalar bile akılların yaratılıştan ve sonradan farklılaştığını göstermekte ve bu bizi “Mutlak Fikir- Mutlak Hakikat” önüne getirmektedir.

Felsefe ise hakikati hiçbir çıkış noktası olmadan serbestçe ararken, peşin hiçbir şeye inanmaz veya sisteminde peşin inanmak diye bir şey yoktur. Bu ise mihraksız bir hakikat arayışına yol açar. Öyle ki bir önceki mezhep/ekol bir sonrakini tekzip ede ede gider ve hakikat bir türlü ele geçmez. Arama çabasına saygı duyulsa bile hakikatin böyle aranması yanlış bir usuldür. Hakikat tekdir, onu çoğaltan ise insan akıllarıdır. Necip Fazıl şöyle der:

“Bu dünyada hiçbir insan gelmemiştir ki, “hakikate talibim!” demesin. Komünist de bunu der, herkes der… Ve yine herkes bilir ki, hakikat, hakikatin hakikati olarak tektir… Bunu bedahet halinde biliriz.”[23]

Din, peşin olarak hakikati kabul ederken, felsefe ise bulduğu her şeyde hatalı veya hata etmesi mümkün bir arayış içindedir. İlahî vasfı olan tek dinin İslâm olduğunu ve topyekûn kâinatın, bütün unsurlarıyla bir kitabın- Kur’an’ın gerçekleşmesi olduğunu ve bizim de buna nisbetle akıl âletini de kullanarak faaliyette bulunacağımızı hatırlatalım. Aranıp da bulunamayan ne varsa, hakikatinin İslâm’da olduğunu göstermek bizim aklımızın vazifesidir. Te’vil, tefsir, tâbir ve tatbik usulünün ruhu hâlinde tecrit etmek, alâkalardan sile sile mütemadiyen aramak. İslâmî tefekkür, ruhun insan ve toplum meseleleri üzerinde pıhtılaştırılmasıdır. Aklın da “insanî ruh” mânasını burada hatırlatalım.

Aklı yine akılla tenkit etmemizden aklın hükümranlığı sonucu çıkmaz. Zira akılsız yapamasak bile o, iman ve aşkın önünde dize geleceği gibi iradeye de hükmedemez. İnsan varoluşu ise ruhî hayattadır. Akıl bunun ne içinde, ne dışındadır. İlk basamaklarda vardır, ancak daha ileriye gidemez. İnsandan hiç ayrılmaz, ancak insanî yükseliş tabakalarında -mesela mi’rac ve namaz- akıl yoktur. İbadetlerin çoğu için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Vecd ve aşk tavrı aklın ötesindedir ve aklın bu olanları sorgulama hakkı da yoktur.

Sezgicilik felsefesini kuran Bergson, Batı akliyeciliğine büyük bir darbe vurur. Sezgicilik sistemini o kadar sağlam bir mantıkla kurdu ki ona karşılık olarak hiçbir şey bulamadılar, döndüler, dolaştılar, şunu söylediler:

-“Aklı imha ettin, ama metodun yine aklî!”

Cevabı:

-“Demek ki akla düşen en büyük hamle, kendi kendini inkâr ve kendi eliyle intihardır!”

Rasyonalizm (akılcılık) şuurlaşmaya başladıkça ve en yüksek noktaya vardıkça “tevhid” başlar. Artık alakalardan o kadar soyutlanmış olur ki tecrit yapamayacak noktaya gelir. İnsan sadece saf akılla gidemiyor. Gidemediği için de iman, tecrübe ve sezgi dünyaları açılıyor. Burada tasavvuf yolu devreye giriyor. Allah Resûlü’nün bâtını olan tasavvuf, kâinatın ve insanın oluş sırrının ifadesi oluyor.

Sonuç

Aklın varlığı ve lüzumunda ittifak edilmiş olup (buna irrasyonalistler dahil) neliği ve niteliği hususunda ihtilaf edilmiştir. Zarurî akıl diyebileceğimiz akıl herkeste var, ancak nazarî, tecrübî ve kemal ifadesi olan akıl çeşitleri insanlarda farklıdır. En üstün akıl ise mârifetullaha (Allah’ı tanıma) eren akıldır.

Akıl, kalb ve ruh ile yakın ilişki içinde olup “insanî ruh” mânasına gelir. İnsan, ruh ve nefs kutuplarından yaratılmış olup onun merkezi olan kalbte iyilik ve kötülük de diyebileceğimiz bu iki kutbun birinden birinin hâkimiyeti ile insan değerini bulur. Burada akıl, iyilik ve kötülükleri temyiz gücü, düşünme ve anlama melekesi olarak devreye girer. Onsuz sorumluluk sahibi insan olamıyoruz, ancak son noktada belirleyici olan akıl değil, ruhtur ve kalb ile daha yakın temastadır. Akıl, âlettir, ancak vazgeçilemez bir âlettir. “Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız…” sözünde olduğu gibi…

Batı, kilisenin akla hakkını vermeyici ve zulme varıcı tasallutuna karşı Aydınlanma ile aklı baş köşeye oturtmuş, materyalist bir temelde ilim anlayışı ve buna paralel sekülerizm doğmuş ve yayılmıştır. Öyle ki Dekartçı-Kartezyen bir akıl anlayışı (rasyonalizm) hayatın her alanında aklı öne çıkarmış, kalb ve ruh dünyası ve bununla beraber âhiret inancı geri planda kalmıştır. İslâm’ın altın çağlarında kalb ile akıl birlikte yürürken şimdi bizde de Batıcı rejimi örnek almanın sonucu din eğitimi dahil Dekartçı-Kartezyen bir anlayışa mahkûm olmuş, akla uymadığı gerekçesiyle bazı dinî emirler flulaştırılmış, mucizeler inkâr edilir hâle gelmiştir. Bu da insanda ruh-beden dengesini bozmuş, huzursuz ve kuşkucu bir nesil doğurmuştur.

Her şeyden önce akla da hakkını verecek, hem sınırlarını gösterecek, ilmi irfan ve hikmet seviyesine çıkaracak bir sisteme ihtiyacımız vardır ki bunun, Tahsin Görgün Hoca’nın da ifade ettiği gibi Batı medeniyeti içinde İslâmî ilimler şeklinde olamayacağı[24] ve ilimleri de günümüzdeki ihtiyaca göre sınıflandıran yepyeni bir dünya görüşüne ihtiyacımız olduğu ise açıktır. Kimileri, “ilim adamı değil, edebiyatçı” diye indirgemeci değerlendirse bile, İslâm tefekkür binasının çağımızda kurucusu Necip Fazıl Kısakürek olup onun baş eseri İdeolocya Örgüsü bu hususta merkezî-mihverî bir vasıftadır. Keza Büyük Doğu’nun “niçin” kanatları olan Salih Mirzabeyoğlu’nun başta İbda Diyalektiği isimli eseri olmak üzere tüm külliyatı buna misaldir. Büyük Doğu-İbda dünya görüşünün sistem tutarlılığının ve bunun tefekkür şemsiyesi altında (Ehl-i sünnet) ilim, sanat, iktisat vs. bütün meselelerimize el atmak, çağımıza çözümler sunmak zorundayız. Merkezî ve bütüncül fikir idrak edilemezse, Batıcı sistem içinde, parça doğrular içinde kalınır ve problemlerimiz çözülemez. Sistemli fikir ve bunun sistemli hareketinden yoksunluk ise müslümanların kadrolaşamaması ve başta Türkiye olmak üzere dünyada yardım bekleyen insanlara şifa olunamaması demektir.

Hülasa, akıl herkesin hakkını vermesi gereken bir basamak olup insanlara göre de seviyesi değişir. Aklın ışığı ise tefekkür ve hikmettir. “Hikmet için hikmet” değil, “Allah için hikmet”i sevmeli ve bilginin özünün de marifetullah olduğunu idrak etmeliyiz. Hz. Ebûbekir diyor: “İdrakin aczini idraktir ki, idraktir.” Bizde makbul akıl, aczini idrak eden ve ondan sonra mütemadiyen arayış ve tekâmül içinde olan akıldır.


[1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 194, 224; Dârimî, “Büyü”. 3.

[2] Salih Mirzabeyoğlu, İbda Diyalektiği, İbda Yayınları, İstanbul, 2018, s. 155.

[3] İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn, s. 220.

[4] Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya, İbda Yayınları, İstanbul, 1997, s. 122.

[5] Salih Mirzabeyoğlu, İslâma Muhatap Anlayış, İbda Yayınları, İstanbul, 2021, s. 27.

[6] Bkz. M. Sait Özervarlı, “Muhammed Abduh”, DİA, Ankara, 2020, cilt XXX, s, 480-485.

[7] Cağfer Karadaş, Ana Hatlarıyla Kelâm Tarihi, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2014, s. 318.

[8] Fazlurrahman, İslâm, trc. Mehmet Aydın, Ankara Okulu yayınları, Ankara, 2004, s. 57.

[9] Özervarlı, “Muhammed Abduh”, s. 480-485.

[10] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Kitabevi, İstanbul, 1971, cilt V, s. 3152.

[11] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Say yayınları, İstanbul, 2017, s. 304.

[12] Süleyman Hayri Bolay, Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü, Atlas Yayınları, Ankara, 2018, s. 7.

[13] Nurettin Topçu, Felsefe, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2005, s. 53-60.

[14] Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 281.

[15] Cevizci, a.g.e., s. 368.

[16] Bkz. Salih Mirzabeyoğlu, İstikbal İslâmındır, İbda Yayınları, İstanbul, 2018, s. 111.

[17] Cevizci, a.g.e., s. 239.

[18] Bolay, Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü, s. 9.

[19] Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, İbda Yayınları, 1993, s. 114.

[20] Mirzabeyoğlu, a.g.e., s. 117.

[21] Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, s. 14.

[22] Kısakürek, a.g.e., s. 210-211.

[23] Necip Fazıl, a.g.e., s. 14.

[24] Tahsin Görgün, İslâm Modernizm ve Batılılaşma, Tirekitap Yayınları, İstanbul, 2021, 176-207.

Aylık Baran Dergisi 15. Sayı, Mayıs 2023