16. ve 17. yüzyıldaki elbiselerden ve Müslümanlarla gayrimüslimleri birbirinden ayıran çizgilerden, sınırlamalardan eser yok.

1900 senesinin sonları… Abdülhamid Han’ın tahta geçişinden bu yana tam 24 sene geçmiş. Tamı tamına 24 sene Osmanlı’yı ayakta tutmayı başaran ve ileriye doğru götüren Abdülhamid Han’ın çok sevinçli olduğunu söylüyorlar. Çevreye biraz kulak kabartıyorum, Hicaz demiryolu inşaatına başlanacağı konuşuluyor. Çarşının ortasına toplanan birkaç kişi demiryolunun nasıl olacağını hararetli bir şekilde tartışıyor. Anlatılanlara göre, bu demiryolu Şam’dan başlayacak, Medine’ye ve oradan Mekke’ye ulaşacak. Bu projede hiçbir yabancı sermaye olmayacak, Müslüman mühendisler eliyle ve Müslümanların ürettiği malzemelerle yapılacak. Halkın şaşkınlığı ise iktisadî sıkıntıların arasında bu projenin nasıl hayata geçirileceği. Kimisi Abdülhamid Han’ın bu işi de hakkıyla başaracağını söylüyor, kimisi Abdülaziz Han’ın Anadolu’yu demiryolu ile Bağdat’a bağlama projesinin iflasını hatırlatarak bu projenin de olmayacağını söylüyor, kimisi ise Rus savaşına olan tazminat borçlarından dolayı bu işin zor olacağını dile getiriyor. Yine konuşulanlar arasında inşaatın parasının Osmanlı devletinin borçlarını denetleyen kurum olan Düyunu Umumiye tarafından karşılanacağı söyleniyor. Bu inşaat tamamlanınca Şam-Medi­ne ara­sın­da kar­şı­lık­lı üç se­fer yapılacak, bu minvalde yolcu ve ticarî faaliyetler gerçekleşecek. Deve sırtında 40 günlük hac yolculukları da bu sayede 72 saate inecek.

Çarşıda köşe başında Abdülhamid Han’ın demiryolu projesini hakkıyla başaracağını söyleyen zatla tanışmaya karar verdim. Uzun yıllar savaşlara katılmış ve birçok başarılara imza atmış bir zattı Muzaffer Efendi. Sakatlığından dolayı çarşıda esnafların arasına karışmış, şimdi de nalbantlık yapıyor. Abdülhamid Han’ın padişahlığı süresince Osmanlı’nın durumunun nasıl olduğunu ondan öğreniyorum.

Muzaffer Efendi, “Kıymeti bilinmeyen padişahtır Abdülhamid Han!” diyerek söze girdi ve “Çok şeyler kattı Osmanlı’ya. Nereye baksan, nereye yüzünü dönsen onun eseri vardır, saymakla bitmez. Şahsına çok para harcayan biri olmadığı gibi parasını da bu projelere harcamıştır. 72 milyon 780 bin 129 altın bizzat kendi cebinden çıkmıştır. Hastaneler, medreseler, mektepler, fabrikalar, telgraf hatları, bankalar, demiryolları, rıhtımlar, yollar, çeşmeler, vakıflar, camiler olmak üzere bin beş yüzü aşkın eser yaptı. Rüştiye mektepleri, Hamidiye kâğıt fabrikası, Dârülaceze binası, Bakırköy Akıl Hastanesi, Şişli Hamidiye Etfal Hastanesi ve Kâğıthane'de bulunan Hamidiye içme suyu en meşhur eserlerinden. Hâlâ da yapmaya devam ediyor. Allah uzun ömürler versin sultanımıza.” dedi.

Abdülhamid Han’ın idaresini sordum Muzaffer Efendi’ye. İlk devirlerde Mithat Paşa ve avanesinin içerideki fitnesi, çeşitli entrikaları, kendi ekibiyle devleti tasallutu altına alması, bunun yanında tahta çıkana kadarki süreçte de birçok yönetim yanlışlarının üst üste gelmesinin Abdülhamid Han’ın elini ve kolunu bağladığını, bu sebepten Rusların çokça taarruzuna maruz kaldığımızı aktardı:

Mesela tahta geçtiği ilk yıllarda hadiseleri iyi müşahede eden padişah, harbin yapılmasını istemedi; fakat Mithat Paşa’nın ve ekibinin baskısı ve türlü entrikaları ile harp ilan edildi. Burada yenildik Ruslara karşı ve bu durum 93 Harbi’ni doğurdu. Bu harpte de her şeyimizi kaybettik. Bu sebepten padişah Meclis’i feshetti. Ardından İngilizlerin eliyle Çırağan vakası yaşandı. Bu hadiseden sonra Abdülhamid Han hafiye teşkilatını kurdu. Hafiye teşkilatı ile birçok ajanın faaliyetleri önceden bilinip engellendi. Birçok emeli gerçekleşmediğinden İttihatçılar padişaha daha sert tavırlar aldılar ve kimileri Rusya, İngiltere veya Ermenilerle iş birliği yaptılar.

Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Ayastefanos Muâhedesi, ardından Berlin Muâhedenâmesi imzalandı. Bunun neticesinde Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Karadağ kendi başlarına birer prenslik oldu. Yine Rusya’nın ateşlemesiyle Ermeniler de bağımsızlık teşebbüsünde bulundular ve her yeri yakıp yıkmaya, askerlerimizi öldürmeye, köyleri basıp tarumar etmeye başladılar. Bu isyanlarla da başa çıktı Abdülhamid Han. Bunun yanında Yunanistan Yanya ve Girit için Osmanlı’ya harp ilan etti. Bu harp Osmanlı’nın zaferiyle sonuçlandı. Yine bu süreçte Yahudiler Filistin’den arazi talebinde bulundu; fakat padişahın sert tavrıyla karşılaştılar. Çökmekte olan devleti bunca yıl keskin zekâsı ve engin sezgisiyle ayakta tutmayı başarmış, kendisine suikast düzenleyenleri bile affetmiş veya sürgüne göndermiş bir padişaha hiç acımıyorlar. Anlaşılan o ki tahtan indirene kadar da durmayacaklar.

Muzaffer Efendi “Eskiden elimiz durmazdı şimdi dilimiz durmuyor.” diyerek son noktayı koydu.

Halkın giyim kuşamı

İstanbul’u gezerken halkın giyinişi gözüme çarpıyor. 16. ve 17. yüzyıldaki elbiselerden ve Müslümanlarla gayrimüslimleri birbirinden ayıran çizgilerden, sınırlamalardan eser yok. Yani eski devirlerde gayrimüslimler Müslümanlara benzerken, bu devirde Müslümanlar gayrimüslimlere benziyor. 19. yüzyılda her ne kadar Osmanlı kültürüne bağlı olarak yaşansa da Avrupalılara benzeme çabası da artmaya başlamış vaziyette. Cemiyetin mimarisiyle birlikte kisvesi de değişmekte. Bu durum toplumun her yanına yayılmakta.

Bu hususu konuşmak üzere baba mirasını sürdüren ve 10 yıldır kumaşçılık yapan Hüseyin Efendi’yle görüşmeye karar verdim. Hüseyin Efendi 18. yüzyılın sonlarında elbise hususunda birçok ihlallerin yaşandığını anlatarak başladı konuşmasına. Hüseyin Efendi’nin anlattığına göre; gayrimüslimlerinkine benzeyen kavuklara karşı ikaz mahiyetinde fermanlar bile yazılmış. Çünkü geçmiş yüzyıllarda bir gayrimüslime benzemek hakiki mânâda tahkir edilir ve izin verilmezmiş. Devlet adamları halka nazaran gösterişli giyiyormuş. Samur kürk, kaftan filan... Halk da yavaş yavaş gösterişli giyinmeye başlamış. Fermanlarda da bu vaziyete dikkat edilmesi konusunda sürekli uyarılar yapılıyormuş; fakat çok fazla dikkat eden yokmuş. Bugün halkın elbise entari üzerine bir ceket, kalıplı bir fes ve üzerine ince ağabâni bir sarık taktığını, gayrimüslimlerin ise setre ve pantolon giydiğini söylüyor Hüseyin Efendi.

Kadınların dış kıyafette ferace ve yaşmak kullandığını dile getiren Hüseyin Efendi şunları anlatıyor:

Her ne kadar Avrupai tarzda dekolte, yaka ve yırtmaç gibi değişimler olsa da Osmanlı kültüründe var olan şalvar, gömlek ve entari hâlâ giyiliyor. Hatırladığım kadarıyla 18. yüzyılda kadınların giyinişine dair fermanlar çıkarılmıştı. Geleneksel elbiselerin haricinde sıkma ferace ve ince tülbent giyilmesi, yüzün tamamının açık olması ve Frenk işi şemsiye kullanılması fermanla ikaz edilmiş ve hotoz yasaklanmış, siyah peçe ve bol ferace giymeleri emredilmişti. Çünkü zaman geçtikçe kadınların kıyafeti de değişim göstermekte, kıyafetler incelmekle birlikte koyudan açık renge doğru gitmekte, sadelikten çıkmaktaydı. Erkeklerde ise şatafatlı giyinişler tenkitlerin ve ikazların odağı oldu. Bu sebepten çok defa bu tür işlere yasak geldi.

18. yüzyılda her ne kadar Batılılaşma faaliyetleri başlasa da, Müslüman kadınlara gayrimüslimler gibi gayrimüslimlere de Müslümanlar gibi giyinmemeleri emredilirdi. Fakat Batılılaşma cereyanı hızla yayıldığı için önü de alınamaz hâle geldi. Çünkü bu cereyana tutulanlar, onun karşısına hakikisini koyamadılar veya hakikisine tutunamadılar. Aydınlanma Çağı’nın etkileri de ister istemez Osmanlıyı da vurdu ve iktisadî ve ticarî ilişkiler neticesinde içtimaî bozuluş da ortaya çıktı. Genelde bu husustaki fermanlar israf, şatafat ve edep kaidelerinin aşılması üzerine yazılıyordu. Elbette burada israftan kasıt elbiselerde bulunan fazlalıklar.

II. Mahmud’a kadar kisvedeki bozuluş, II. Mahmud’dan sonraki bozuluşa nazaran çok masumdur diyebilirim. Mesela onun döneminde özellikle yeniçerilerin yok edilmesinden sonra elbisede büyük bir değişim oldu. Önce devlet erkanının ve askerlerin elbisesi değişti. Bir müddet sonra da devlet erkanı ceket ve pantolon giymeye mecbur edildi. Akabinde sarık yerine fes takılmaya başlandı. Diğer elbiseler de yine Batılılaşmaya uygun biçimde değiştirildi. Eski elbiseleri ve sarıklarını çıkarmayan çokça insan vardı. Bir tarafta Osmanlı geleneğine bağlı elbise giyen kesim, bir diğer tarafta ise gayrimüslimler gibi siyah pantolon, uzun ceket ve fes giyen kesim. Elbette fes getirildiğinde çok tartışmalar oldu, ecnebi kıyafeti diye eleştirildi, hatta caiz olmadığı dile getirildi. Fakat modern elbiselere karşı çıkan sesler de bastırıldı. Avrupalılar tarafından bile şaşkınlıkla karşılandı insanların giyiniş şekli. 

Kadınlar da etek ve şalvardan oluşan elbiselerden Batı tarzı uzun tek eteklere geçiş yaptı. Daha sonra da iki parçalı elbiselere geçildi. Pabuçların yerini biraz daha yüksek ayakkabılar aldı. Artık kadınlar uzun yakalı, açık renkli ferace giyiyor ve yüzün göründüğü şeffaf bir yaşmak bağlıyor. Süslenip hotozlu baş ve Frenk şemsiye ile dolaşıyor. Ayrıca Osmanlı kadınları elbiseleri dışarıdan sipariş verir oldu. Sultan Abdülhamid tahta geçtiğinde toplum olarak elbiselerimiz tamamen Batı’ya entegre edilmiş vaziyetteydi. Malum basın yoluyla da Avrupa kültürü empoze edildi; bu sebepten artık birer Avrupalı gibi giyiniyor, Avrupalı gibi bakıyoruz. Çünkü elbiseleriyle birlikte kültürlerini de giyinmeye başladık. Kadınların her elbiselerindeki önü alınamaz değişimden dolayı, 10 yıl önce Sultan Abdülhamid Han feraceye yasak getirdi. Yerine çarşaf ve siyah peçe giyilmesi emredildi; ama o da tutmadı. Hepsi birbirine karışmış vaziyette kullanılmaya devam ediyor. Siz de etrafa baktığınızda ne kadar Avrupai tarzda olduğuna şahit olabilirsiniz. Aynı zamanda gayrimüslimlerle aramızda çok büyük bir farkın kalmadığını da görebilirsiniz. Korkarım ki giydiklerimiz de yavaş yavaş değişecek ve daha beter bir hal alacak.

Kumaşçı Hüseyin Efendi Osmanlı’nın bu devirdeki kıyafet panoramasını çizmişti. Teşekkür edip dükkanından ayrıldım. Çarşıdaki kalabalığa baktığımda Hüseyin Efendi’nin anlattıklarını daha net görmeye başladım.

Osmanlı halkının kültür ve sanat hayatının nasıl olduğunu ve ne derece değiştiğini görmek üzere tekrar yola koyuldum.  

Kaynaklar:

Auler Paşa, Karl Lorenz Auler, Hicaz Demiryolu İnşa Edilirken -I-, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları, 2017

Sultan Abdülhamid'in Yâdigârı: Hicaz Demiryolu, Ekrem Buğra Ekinci, (ekrembugraekinci.com)

Ulu Hakan Abdülhamid Han, Necip Fazıl Kısakürek, İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 1968

II. Abdülhamid Döneminde Toplumsal Hayat, Sacide Nur Akkaya, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2018

Betül İpşirli Argıt, Osmanlı İstanbul’unda Giyim Kuşam, Büyük İstanbul Tarihi, Cilt 4, İstanbul, Kültür AŞ, 2020

Aylık Baran Dergisi 11. Sayı Ocak 2023