Fethin sembolüydü
İstanbul’un kalbinde yükselen Ayasofya, yalnızca mimarî bir yapı değil, İslam medeniyetinin Anadolu’daki hâkimiyetinin, fethin ve müminlerin vakarının tarihî nişanesidir. Müslümanlar açısından Ayasofya; bir cami, bir vakıf, bir remiz, bir şuur ve aynı zamanda bir ideolojik çizgidir. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) “İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır, o ordu ne güzel ordudur” hadisinin ete kemiğe bürünmüş tecellisidir. Bu hadisin muhatabı olan Fatih Sultan Mehmed Han, 29 Mayıs 1453 günü İstanbul'u fethederek Ayasofya’ya girmiş ve burayı ilk cuma namazını kılmak suretiyle camiye çevirmiştir. Bu olay, sadece bir yapı değişikliği değil; bâtılın yıkılıp hakkın hâkimiyetinin ilanıdır.
Ayasofya, M.S. 537 yılında Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından inşa ettirilmiş ve inşa edildiği dönemde Hristiyan dünyasının en büyük mabedi olarak kabul edilmiştir. Daha önce aynı yerde inşa edilen iki kilisenin yıkılmasından sonra, dönemin siyasî ve teolojik gücünü göstermek üzere inşa edilen bu yapı, Roma-Bizans mimarisinin zirvesini temsil eder. İnşasında binlerce işçi çalıştırılmış, dönemin en yetkin mimarları olan Anthemios ve İsidoros görevlendirilmiştir. Kubbesinin çapı 31 metreyi aşan Ayasofya, asırlar boyunca hem mimarî ihtişamı hem de siyasî temsil kabiliyeti nedeniyle bir “imparatorluk mabedi” olarak görülmüştür. Yapı, Bizans döneminde yalnızca bir ibadethane değil, aynı zamanda siyasî meşruiyetin, imparatorluk ideolojisinin ve kilise otoritesinin simgesiydi. Ne var ki, bu görkem, 1453'te İslam’ın kudreti karşısında hükmünü yitirmiştir.
Fetihle birlikte, Ayasofya İslam mülküne geçmiştir. Fatih Sultan Mehmed Han, bu mabedi kılıç hakkı olarak almış, ilk olarak burada namaz kılmış, ardından burayı cami olarak vakfetmiştir. Ayasofya’nın cami statüsü, sıradan bir idarî karar değil, vakıf hukukuna dayanan, şer’î kayıtlara bağlanmış, hukukî ve manevî sorumluluğu olan bir tasarruftur. Fatih, Ayasofya için hazırlattığı vakfiyede “Bu camiyi kim maksadının dışında kullanırsa Allah’ın, meleklerin ve bütün müminlerin lâneti üzerine olsun” ifadesini bizzat yazdırmıştır. Bu vakfiye, bugün hâlâ Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü arşivlerinde saklanmakta ve geçerliliğini muhafaza etmektedir.
Ayasofya’nın camiye çevrilmesiyle birlikte, çevresine medrese, kütüphane, imaret, şifahane ve muvakkithane gibi birçok ilim ve hizmet kurumu da inşa edilmiştir. Osmanlı, Ayasofya’yı yalnızca bir mabet olarak değil, bir irfan merkezi, bir cemiyet çekirdeği olarak yeniden şekillendirmiştir. Fetihten sonra yapılan ilk cuma hutbesini Akşemseddin okumuş, bu da yapıya manevî bir temel kazandırmıştır. Ayasofya, Osmanlı’nın her döneminde devletin ve ümmetin merkezi yapılarından biri olmuş, önemli hadiseler ve hutbeler burada okunmuştur. Ayasofya’da görev yapan imam, hatip ve müezzinler devlet protokolüne dahil edilmiştir. Ayrıca Osmanlı sultanları her cuma namazını farklı camilerde kılarken, Ayasofya’da kılınan namazlar daima siyasî mesaj içermiştir.
Cumhuriyet döneminde kapatıldı, müzeye çevrildi
Ancak bu tarihî yapı, 20. yüzyılın başında Batı’ya gösterilen bir sadakat gösterisinin kurbanı hâline getirildi.
1931 senesinde, Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunan Bizans Enstitüsü namına, Thomas Whittemore, caminin mozaiklerini temizlemek ve tamir etmek bahanesiyle Türkiye’den müsaade ister. O dönem Cumhuriyet ilân edilmiş, Kemalistler İslâm’ın Anadolu’dan kazınması için elinden gelen gayreti sergilemektedir. Amerikalıların teklifi reddedilmez. Ayasofya Camii, 1931 senesinde restorasyon bahanesiyle kapatılır.
3 Şubat 1932’de (Kadir Gecesi’nde) Müslümanlar Ayasofya’ya akın eder; fakat caminin etrafı polis-jandarma doludur ve on binden fazla Müslüman sükût-u hayâle uğrar. Caminin üst katlarında, balkonlarında; kafalarında silindir şapkaları ellerinde ise purolarıyla elçi, memur ve hatta papazlardan müteşekkil gâvurlar, Müslüman cemaati seyretmektedir. Adeta artık Müslümanların bu ülkenin sahibi olmadığının mesajı verilmiştir.
1934 ortalarında Maarif Vekaletine getirilen Abidin Özmen, Ayasofya’nın müze haline getirilmesi için çalışmalara başlar. Buna mukabil halkın tepkisinden çekinerek “Tamirat dolayısıyla ibadet mekânı geçici olarak ibadete kapatılmıştır.” denilir. Maarif Vekâleti, kendi binalarını ve Fatih Medresesini yıkar. Ocak 1935'te bahçe, dehlizler, caminin etrafı açılır. 1 Şubat 1935’te ise Ayasofya Müzesi namıyla bina halka sunulur. İbadet mahalli ise ilk etapta kapalı tutulur.
Müslümanların nefretini körükleyecek hâdiseler bu kadarla sınırlı kalmaz. Ezân vakti geldiğinde Ayasofya’nın minarelerinden şu ses yükselir: “Tanrı uludur, Tanrı uludur!” Ezanın ardından Kur’ân-ı Kerim de Türkçe okunur. İlk Türkçe ezan Ayasofya’da Müslümanların hayreti, kâfirlerin sevinç içindeki seyirleriyle okunur. Bu da yetmezmiş gibi, ertesi gün yayınlanan tüm gazetelerde yaşananlardan Müslümanlar çok memnun olmuşçasına bahsedilir ve “Türkçe Kur’anı halk misalsiz bir huşu içinde dinledi” manşetleri atılır.
İslâm’a savaş açanların Ayasofya’yı müzeye dönüştürmekten maksatları, İslâm’ı hâkir görmek, onu çağ dışı, ancak müzede sergilenmeye lâyık bir inanış şeklinde ele almaları dolayısıylaydı. Onların niyetleri her ne olursa olsun, Ayasofya ile müzeye kaldırılan İslâm değil, son beş asırlık zaman diliminde aşk ve vecd ateşini harlayamamış, İslâm anlayışını yenileyememiş, zamanın ruhunu elinden kaçırmış ve bunun neticesi olarak da uzun yıllar süren savaşlardan sonra Anadolu’ya kendisini dar atmış, harab, bitab “Müslüman”dı.
Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi, sadece mimari bir karar değil, Cumhuriyet rejiminin İslam’a karşı yürüttüğü ideolojik operasyonun en açık sembollerinden biri oldu. Bu kararla beraber yalnızca bir mâbedin değil, milletin ruhunun da üzerine bir zincir vuruldu.
Müslüman Anadolu unutmadı
Ayasofya'nın müzeye çevrilmesiyle birlikte başlayan sessiz mücadele, yıllar içinde farklı formlarda sürmeye devam etti. Bu mücadeleyi en istikrarlı şekilde yürüten yapı ise İBDA hareketi oldu. 1980’li ve 1990’lı yıllarda medyada sıkça “İbdacılar Ayasofya kavgasını tırmandırıyor” başlıklarıyla karşılaşıldı. Bu hareketin mensupları, çeşitli dönemlerde Ayasofya’nın kapısına dayanarak, içeride namaz kılarak, afiş asarak ve bildiriler dağıtarak dikkat çekmeye çalıştı. Bu eylemler çoğu kez gözaltı ve baskı ile bastırıldı. Ancak mücadele, yılmadan sürdü.
Ayasofya’nın tekrar cami olması gerektiği, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in de başat meselelerinden biri olmuştu. “Ayasofya açılacak!.. Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânâlar zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!..” diyerek, bu mabedin sadece kapılarının değil, hakikatlerin de açılacağını vurgulamıştı.
2019’da eylemler yeniden yükseldi
2019 yılına gelindiğinde, Ayasofya davası tekrar halk nezdinde büyük bir destek buldu. 1 Şubat ve 16 Mart tarihlerinde Ayasofya’nın yeniden cami olması için binlerce kişinin katıldığı eylemler düzenlendi. İbdacıların öncülüğünde gerçekleştirilen bu eylemler, medya ve kamuoyunda büyük yankı uyandırdı. O güne dek bu meseleyi gündeme taşımayan siyasi iktidar, eylemlerin ardından ilk kez açık sinyal verdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 24 Mart 2019’da yaptığı açıklamada “Ayasofya’yı cami olarak açabiliriz. CHP zihniyetinin attığı bu adımı değiştiririz” dedi.
2020’de zincirler kırıldı
Bu açıklamadan bir yıl sonra, 10 Temmuz 2020’de Danıştay 10. Dairesi tarihi bir karara imza attı. 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararı iptal edildi. Kararda Ayasofya’nın cami olarak vakfedildiği, tapu kayıtlarının hâlâ bu statüyü gösterdiği ve devletin bu şartları değiştirme yetkisine sahip olmadığı belirtildi. Bu karar, vakıf hukukunun ve tarihî gerçekliğin gereğiydi.
Aynı gün Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ayasofya’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredildiğini ve cami olarak yeniden ibadete açıldığını ilan etti. Ardından 24 Temmuz 2020 Cuma günü, 86 yıl sonra Ayasofya’da ilk cuma namazı kılındı. Ayasofya Meydanı mahşer yerine döndü. Tekbirler, salâlar ve gözyaşlarıyla tarihe geçecek bir gün yaşandı. Ulusal ve uluslararası basın, bu ânı canlı yayınlarla tüm dünyaya duyurdu.
Beş yılda 40 milyon ziyaretçi
Ayasofya Camii, ibadete açıldığı günden bu yana geçen beş yıl içinde yaklaşık 40 milyon ziyaretçiyi ağırladı. Günlük ortalama 50 bin kişinin ziyaret ettiği cami, hem bir ibadethane hem de bir inanç merkezi hâline geldi. Caminin içinde İstanbul Müftülüğü tarafından düzenlenen Sahih-i Buhari dersleri, irşat programları, kandil gecesi etkinlikleri ve haftalık ilmî faaliyetlerle büyük bir hareketlilik yaşanıyor.
Ayrıca camide her yıl iki kez hafızlık icazet programı düzenleniyor. Milli Eğitim Bakanlığı ile ortak yürütülen hafızlık projesiyle yetişen gençler burada icazet alıyor. Her gün ortalama bir veya iki kişi Müslüman oluyor. Yabancı ziyaretçilere rehberlik eden görevliler, İslam’ı tanıtıyor, Ayasofya’nın tarihini anlatıyor ve sorulara cevap veriyor.
Ayasofya’nın yeniden cami olarak açılması, yalnızca tarihî bir yapının işlevinin değişmesi değildir. Bu adım, Kemalist rejimin ideolojik dayanaklarına doğrudan meydan okumadır. Ayasofya açıldıysa, bu millet hâlâ yaşıyor demektir. Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle, Ayasofya’nın açılması “Türk’ün öz ruhunun müzeden çıkarılmasıdır.”
Bugün Ayasofya’nın içindeki namaz, dışındaki kalabalık, içindeki mânâ ve dışındaki umut; hepsi, milletin hâlâ diriliğini koruduğunun işaretidir. Fakat bu süreç burada bitmemektedir. Ayasofya açılmıştır; şimdi sırada onun temsil ettiği mânâları hayatın her alanına taşımak vardır. Zincirleri kırılan Ayasofya, aynı zamanda zincirlenmiş idraklerin de çözülmesini beklemektedir.
Baran Dergisi




