Üstad Necip Fazıl’ın “Müjde”isimli şiiri:
“O gün bir kanlı şafak, gökten üflenen ateş;
Birden, dağın sırtında atlılar belirecek.
Atlılar put şehrine gediklerden girecek;
Bir şehir ki, orada insan ayak üstü leş.
Yalnız iman ve fikir; ne sevgili ne kardeş;
Bir akıl gelecek ki, akıllar delirecek.
Ve bir devrim, evvela devrimi devirecek.
Her şey birbirine denk, her şey birbirine eş.
Fertle toplum arası kalkacak artık güreş;
Herkes tek tek sırtına toplumu bindirecek.
Gökler iki şakkolmuş haberi bildirecek.
Müjdeler olsun size; doğdu batmayan güneş!”

Evet; “Ve bir devrim, evvela devrimi devirecek.” Ve; “Müjdeler olsun size; doğdu batmayan güneş!”
“Batmayan güneş” İslâm, dolayısıyla da “İslâma Muhatap Anlayış” davasını örgüleştiren “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” olduğuna göre; 

“Batmayan güneş” terkibi hükmü veya ifade kalıbına nisbetle Korona’nın “güneş tacı”mânâsı daha bir anlamlı olmaktadır.

Başlıktaki “Devrim Bildirisi” ifade kalıbı şahsî bir hatıraya özel bir atıftır. Uygun bir zaman ve mekânda anlatmak mümkün olacaktır. 

Malum olduğu üzere, bütün bir dünya Koronalı günler geçiriyor… Korona ile yatıyor, Korona ile kalkıyoruz…

Sars ailesinden olduğu söylenen Korona, bütün bir dünyada Pandemik bir korkuyu da beraberinde getirmiştir.

Pandemik bir korku getirmesinin ötesinde, bizatihi Pandemik bir vak’a olarak da literatüre geçmiş bulunmaktadır…  

“Pan” ve “Demos” kelimelerinden müteşekkil olan Pandemi, eski Yunanca bir kelimedir. Eski Yunanca’da Pan “tüm” mânâsınâ, Demos ise “halk, herkes” veya “insanlar” mânâsınadır. Demek ki pandemi, “herkesi veya bütün insanları ilgilendiren” bir mânâdadır. 

Evet, Korona deyip geçmemek lazım. Çünkü; herkesi ve de her kesimi ilgilendiren bir vak’anın varlığı sözkonusudur. Bu vak’a, sıradan bir vak’a olmanın çok ötesinde, aslında umuma gelen bir tür bela olarak da okunabilir, okunmalıdır. Durduk yerde bir beladan söz edilemeyeceğine göre, bu belanın menşeinde ne var sorusu, cevabı verilmesi gereken bir soru olarak karşımızda durmaktadır.

Ehl-i Sünnet itikadına göre, bütün bir kainatta her ne oluyorsa, bilinsin ki Allah’ın dediği oluyor. Yine Ehl-i Sünnet itikadına göre, hayır ve şer Allah’tandır. 

“Her işte bir hayır vardır” sözü hepimizin malumudur. Bu söz, şer gibi gözüken hadiselerde de hayır aramayı gerektirir. Aslında hayır denilen şey, eşya ve hadiselerdeki sırrîliktir. Diğer bir ifadeyle de eşya ve hadiselerde sana görünen veya senin gördüğündür. Ne mutlu o kişiye ki, tüm eşya ve hadiselerde hayrı görür! 

Her işte bir hayır görmek öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Bunun zorluğu ortadadır. Bu mevzu, rüya bahsi ile de doğrudan alakalıdır, denilebilir. Bilindiği üzere rüyada görülen eşya ve hadiseler, rüya sahibine Allah’ın uykuda fısıldamalarıdır. Hal böyle olunca, ehlince tevil ve tabir şarttır. Tıpkı rüyada olduğu gibi dünyada da görülen eşya ve hadiseler tevil ve tabire muhtaçtır.

Dünyada her işte bir hayır aramak, aslında rüyada görülen eşya ve hadiselerin ehlince tabirine denktir. Bundan dolayıdır ki, nasıl ki rüyada görülen aklı aşan, yani vahiy ile alakalı olduğundan mevzuun hakikati Allah’a havale edilir, aynı şekilde dünyada aklı aşan durumlarda da mevzu daha ziyade Allah’a havale edilir. “Doğrusunu Allah bilir!” sözü genelde bu tür durumlar için kullanılır.  

Tam da bu noktada, Koronalı günler hürmetine spekülatif bir ifade kullanmak icab ediyor ve o da şu: Hikemiyat bizim Koronamızdır. Koronanın kelime mânâsı, yani “güneş tacı” mânâsı dikkate alındığında, ne demek istediğimiz daha bir ayan olur, sanırım. Bu mânâdan olarak, Hikemiyat, bizim “baş tacı”mızdır da denilebilir. Bütün mevzuları şamil olmasından dolayı bu şekil yakıştırma Hikemiyat açısından hiç de yadırganacak bir durum olmasa gerektir.

Batı literatüründe Felsefe, “hikmet sevgisi” mânâsınadır. Aslında Felsefe, “Arke nedir?”, yani “Varlık nedir?” sorusu eşliğinde, “varlıktaki sırrı kurcalamak” mânâsına “hikmet arayıcılığı” mânâsınadır. Bu çerçeveden bakıldığında aslında Korona mevzuunda en ziyade konuşması gerekenler doktorlar değil, belki de felsefeciler olmalıydı. Gerçi eski filozoflar, aynı zamanda doktor, doktorlar ise filozof olarak bilinirdi! Bu arada, yeni zaman ve mekânda “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, bir nevi kadim kültürlerin de ihya ve de ibda edicisi olarak belireceği için, sözkonusu durum yeniden vücud bulacaktır, denilebilir. Bunun da haberini buradan vermiş olalım!

Daha düne kadar “Sağlık” denilen mevzu, “insan sağlığı” şeklinde ele alınıyordu. Yani ruh ve bedenden müteşekkil olan insan, bir “bütün” olarak değerlendiriliyordu. Modern dünyada ise sözkonusu olan bu “bütünlük” bozulmuştur. Modern dünyanın kurucu iradesi olarak beliren Dekart (Rene Descartes) ve sonrasında, insan ve toplum meselelerine dair tüm mevzular, adeta “Kartezyen Felsefe”nin istilasına uğradı. İyi mi oldu, kötü mü oldu sorusunun cevabını 500 yıldır yaşananlardan süzmek mümkündür. İyi olmadığı şuradan da bellidir ki, her alana şamil “bütünlük” bozulmuştur. Modern dünyada tüm mevzularda sözkonusu “bütünlük” bozulunca, haliyle her mevzu da kendi “uzmanlık” alanına doğru evrildi ve kendisini “bütün”ün yerine ikame ederek müstakilleşti. Felsefeciler de artık kendi mevzularının uzmanı olduklarından, şimdilerde dar kalıblar içerisinde debelenip duruyorlar. Ne kadar debelendikleri ise meçhul,  o da ayrı mesele!

“Mutlak Ölçü” ile sabit olduğu üzere “varlık alanına çıkan her şey hikmetle donatılmıştır.” Yine “Mutlak Ölçü” ile sabit olduğu üzere, "Hikmet mü’minin yitik malıdır ve onu nerede bulursa hemen alır.” Bundan dolayıdır ki bir Müslüman, “yaşanılan yeni zaman ve mekân” mânasına “çağından mesul Müslüman” her an değişen ve gelişen eşya ve hadiseler karşısında ilkin “Hikmet kılıcı”nı kullanır. Keserin kendine yontması gibi bir usûl takib eder. 

Bütün bu anlatılanlardan sonra mevzuun lübbübe dair söylenmesi gereken söz şudur ve bu söz, İBDA Mimarı’na aittir. İBDA Mimarı der ki, "Hadiselerin sırrı en az mantığındadır". Hâl böyle olunca, hayatı anlama ve anlamlandırmada hikmet sahibine duyulan ihtiyaç hayatî değil de nedir? Bu arada hemen belirtelim ki bizim hikmet mütehassısımız, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”dan başkası değildir. 

Evet, Koronalı günler geçiriyoruz ve korona bütün bir dünya açısından Pandemik bir vak’a! Bu vak’ayı doğrusu çok dikkate değer buluyorum. Bundan dolayıdır ki Baran Dergisi’nde tam 5 haftadır bu vak’ayı bir yazı dizisi şeklinde mevzu ediyorum. Bütün bir dünya aydınlarının da bunu mevzu etmesini ümid ediyorum. Çünkü bu tür bir vak’a şimdiye kadar dünya insanlık tarihinde namevcuttur. Yani eşi ve benzeri olmayan bir vak’a ile karşı karşıya kalmıştır topyekûn dünya. Hal böyle olunca da hikmet üst başlığı altında sıradışı, dolayısıyla da spekülatif bir değerlendirme yapmak kaçınılmaz olmuştur. Bu çerçevedeki tüm değerlendirmelerimiz yanlış da olsa, en azından doğrunun ortaya çıkmasında bir işe yarar diye ümid ediyorum.

Bir tür virüs olan Korona, Çin’in Wuhan şehrinden bütün bir dünyaya yayıldı. Koronanın atasının daha evvel yine bir salgın hastalık olarak ortaya çıkan Sars olduğu söylenmektedir. Sars’ın “sarsmak” tamlamasından mütevellid zelzele veya depremi tedai ettirdiği çok açıktır. 

Korona, İtalyanca bir kelime olup, lûgat mânâsı itibariyle genelde “taç”, özelde ise “güneş tacı” mânâsınadır. Doğru söylemek gerekirse, Korona Pandemisi daha ziyade hikmet planında değerlendirilirse yeridir. Bu mevzuda hem korona ismi ve hem de mânâsı çok önemli ipuçları barındırmaktadır. Sözkonusu Pandemik vak’ada saklı hikmet ancak bu şekilde çözümlenebilir diye düşünüyorum. Nitekim “Korona! Sen Nesin ve Ne Yapmak İstiyorsun?” yazı dizimizde bu mevzulara bir hayli değinmek ihtiyacı duyduk. Orada Korona kelimesinin iştikaklarından yola çıkarak, meselâ “Korna”kelimesinden hareketle ilkin “ses” veya “sayha” tedaisi üzerinden İBDA Mimarı’nın “Ölüm Odası”nda mevzu ettiği “Gonk’u Çal!” temel esprisine, ardından da Güney Afrika yerlileri tarafından kullanılan “Vuvuzela” ve Yahudilikteki “Şofar” benzetmeleri üzerinden de –ki Kronos, yani “çağ, devir, zaman” mânâları eşliğinde-, “daralan boynuz” ve “sur”, dolayısıyla da “İBDA Çağı” ile ilişkilendirilerek mevzuyu daha da derinleştirmiştik. Bu yazıda ise korona mevzuuna biraz daha farklı bir açıdan yaklaşmak istiyorum. 

Koronanın şekli üzerinden birkaç bir şey söylemekte fayda var ve o da şu: Koronaya şekil olarak bir bakmak icab ettiğinde, korona kelimesinin iştikakında yer alan “Korna” kelimesini hatırlamamak mümkün değildir. Bu çerçeveden olarak, Güney Afrika yerlilerinin Vuvuzela’sı, Yahudilerin Şofar’ı ve Müslümanların minarelerden okunan ezanına çanak olan hoparlörleri hatırlamamak da mümkün değildir. Minarelerden okunan ezanlara çanak olan hoparlörlerin her yöne hitab edecek şekilde dizayn edilişine ayrıca dikkat! 

Koronanın yuvarlak bir formda olması ve dahi her yöne yönelik korna / hoparlör çıkıntılarının olması da yine ayrıca ilginç olsa gerektir. Tedaisi, Üstad Necip Fazıl’ın “Muhasebe” isimli şiirinde yer verdiği şekliyle söylersek, “Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?”sözü ve “Çağ, zaman, devir” mânâsına Kronos kelimesi üzerinden “sur’a üflemek”ve “daralan boynuz”çerçevesinde “Hicrî 1441 (1400 Gergini)... Tedainin tedaisi, nokta, delik, halka ve “Abdülhakîm Koltuğu”vs...

Koronanın renginin yeşil olduğu görüntüsü servis edilmiştir. Koronanın renginin yeşil olması en başta İslâm’ı tedai ettirmektedir. Yeşilin bitkinin rengi olması ve bitkinin ise hareket kozmogenimizde namazda secde ile örtüşmesi ve ayrıca, “yerden biten ot” mânasına rüya ilmiyle, diğer bir ifadeyle de ledûnnî ilimle, dolayısıyla da İlâhî bir yönünün olması ve ayrıca, rüyanın aynı zamanda terbiye ile de örtüşmesi çok dikkate değer olsa gerektir. Anlaşılan o dur ki, “Zuhurunun şiddetinden gaib olan Allah>, “kısasta hayat var!” mutlak ölçüsü çerçevesinde, adeta bir mikrob üzerinden bütün bir dünya insanına ilâhlık taslayan nefs kuduzu mikroplara haddini bildirmektedir.


Baran Dergisi 696.Sayı