Toplum fertlerin demetidir” ve sistem, fert ile toplum arasındaki muvazeneyi sağlamak için hayâta dâir tüm dinamiklerin örgüleştirilmesinden doğan yapıdır. Mihrak bir fikir hayâta dâir tüm dinamikleri ele alınarak kâinata bütüncül bir şekilde izâh getirme çabasında olmalıdır. Ahlâkın zuhur ettirdiği fikre nisbetle dünya görüşü tesis edilir-örgüleştirilir. Bu dünya görüşüne nisbetle de sistem oluşturulur. Tesis edilen sistemin içtimâi mânâdaki en üst müessesesi devlettir. Parçadan bütüne yâni minimal sosyallikten devlete doğru gidilirken, ferdî ve içtimaî hayâta dâir her branş bir alt sistemdir.

Bu minvalde eğitim sistemi de bu alt sistemlerden birisi; toplumun geleceğine yön vermesi açısından belki de en önemlisidir. Her alt sistem bir bütünün parçalarıdır ve içiçe bir görüntü arzeder. Bu sebeple eğitim sistemi de toplumun ferdî, içtimaî, siyasî, iktisadî hâlleri ile bir bütünlük arzeder.

Mihrak fikrin fert ile toplum arasındaki muvazeneyi sağlayabilecek şekilde eşya ve hâdiselere yaklaşamaması durumunda sistemde arazlar meydana gelir. Sistem çapındaki problemlerin çoğunun menşei, fikrî sakatlıklara dayanır. Bu da beraberinde fikrin realiteden uzak kalması neticesinde teorinin pratiğe aktarılamamasını yahut da realitede karşılığının bulunamaması sebebiyle yanlış aktarılmasına zemin hazırlar. Neticede bu hâl fert ile toplum arasında muvazenenin kurulamamasına yol açacağından buhran yüklü süreçlere adım atılır.

Materyalist Batı sisteminin, yâni global müesses nizâmın bugünkü hâli şu şekilde izah edilebilir; hem mihrak fikirlerin kâinata bütüncül bir şekilde izah getirememesi neticesinde fert ile toplum arasındaki muvazenenin kurulamaması, hem de teorinin gerçek hayatta karşılığının olmaması sebebiyle pratiğe aktarılışında aksaklıklar oluşması...

Her fırsatta hatırlattığımız üzere Batı medeniyetinin üç temel sac ayağı; “Yunan aklı, Roma nizâmı ve Hıristiyan ahlâkı”dır. Geçtiğimiz yazımızda Eski Yunan’da eğitim sisteminin nasıl olduğunu ve eğitime bakışı elimizden geldiğince anlatmaya çalışmıştık. Şimdiyse Eski Yunan’dan Roma’ya, oradan da Hıristiyanlık Avrupası ve bugünlere gelmeye çalışırken, işin künhüne inmek ve meseleyi temelden kavramak adına müesses nizâmın fikrî alt yapısını irdelemeye devam edeceğiz.

Eski Yunan’ın eğitime bakışından bahsederken son olarak sözünü ettiğimiz Stoacılık ve Epikürcülük gerek Roma dönemi gerekse de Batı’nın yakın tarihi ve bugünü açısından elzemdir. Geçen ayki yazımızda genel hatlarıyla izah etmeye çalıştığımız bu iki ekolü biraz daha irdeleyelim.

Mutluluğa ulaşmanın yolu

Stoacılık da Epikürcülük de mutluluk temelli felsefelerdir.

Stoacılık, materyalist bir bakış açısıyla her şeyin afakî bir görünümü olduğunu ileri sürmesine mukabil, kâinata bütüncül bir şekilde bakmaya çalışarak parça-bütün ilişkisine yoğunlaşmış ve kusursuz ve eksiksiz mutluluğun kaynağı olarak tabiî düzeni işaret etmiştir. Panteist bir yaklaşımdır. İnsanın hayattan kaçmak yerine hayatın kendisine yüklediklerini omuzlamak zorunda olduğunu söylemesinden yola çıkarak kaderci bir anlayış olduğunu biliyoruz. Rasyonaliteyi başa alan Stoacılık bilginin kaynağı olarak duyulabilir ve algılanabilir verileri kabul eder. Kâinat üst akıl tarafından yönetilen bir bedendir.

Stoa felsefesi zaman içerisinde felsefenin doğası gereği değişikliklere uğramış ve Roma İmparatorluğu’nun en önemli akımı olmuştur. Ferdî eşitlikten söz ederek bugünkü kollektif hayatta olması gerektiği düşünülen mekanik insan tasavvurunun temelini atmıştır. Bu çerçevede eğitim sisteminin tek tip birey yetiştirme modelinin şekillenmesinde etkilidir.

“Rastlantı fiziği”

Epikürcülük ise mutluluğa ulaşmayı “haz” ve “acı” çerçevesinde değerlendirir. Bu felsefe insan doğal olarak acıdan kaçıp hazza yönelir düşüncesi üzerine bina edilmiştir. Elbette bu cümleden yola çıkarak Epikürcülük ekolüne mensup olanların maddî hazza yöneldiği düşünülebilir; lâkin öyle olmamıştır. Epikür, mutluluğa şaşaasız ve sade bir hayatla, hem acıdan hem de hazdan uzak durarak ulaşacağına inanmıştır. Bu çerçevede kendisine sosyal hayattan kopuk ferdî bir dünya tesis etmiştir; fakat Roma dönemine gelindiğinde “haz” ve “acı” merkezli bu ekolün Batı’nın fıtratına binaen tam da yazımızın girişinde bahsettiğimiz teorinin gerçek hayattan kopuk ve pratiğe aktarılamaz olması yahut teorinin pratiğe aktarılışında arazlar meydana gelmesi sebebiyle “acı”dan tamamen uzaklaşmak adına dünyevî materyallerle “haz”za ulaşmak şeklinde algılanmış ve uygulanmıştır.

Helenistik Dönem ile birlikte gerek şehir devletlerine gerekse de dine inançlarını tamamen yitirme raddesine gelen Batı, doğan inanç boşluğunu felsefe ile doldurmayı planlamıştır. “Yaşayış bilgeliği” öğretisini dinin yerine koymaya çalışmışlardır. Problemlerinin ilâhî bir yol ile değil ancak ve ancak rasyonalist bir mantık çerçevesinde çözüme kavuşturulabileceğini düşünmüşlerdir. Epiküros felsefesi de dine taban tabana karşı çıkmıştır. Çünkü “haz” ve “acı” anlayışı gereği, ölüm ve yaratıcı korkusu insanın içerisinde ürperti vererek mutluluğunun önünde engel oluşturmaktadır.

Diğer taraftan Epikürcülük “rastlantı fiziği”ni savunmuş ve kâinatın varlığının bir rastlantıdan ibaret olduğunu iddia etmiştir. İşte burası gerçekten önemlidir. Batı’nın pozitif ilimlere bakışında, bilhassa fizikte bu bahsettiğimiz “rastlantı fiziği” yaklaşımı size bir şey çağrıştırıyor olmalı... Her ne kadar Epikürcülüğün etkilerinin sadece bir kaç asır sürdüğü iddia edilse de bu çağrışım Batı medeniyetinin temelinin Epikürcü düşünce üzerine binâ edildiğini ihtar eder. Bugün modern fizik ilminin üzerinde durduğu yer, Epikür felsefesinin temelini oluşturan “rastlantı fiziği” bağlamında kâinatı izaha yöneliktir. Batı’da pozitif ilimler gelişim süreçlerini bu iddianın ispatına adamışlardır.

Yunan Aklının Roma’ya Tahvili

Roma dönemine geldiğimizde ise eğitim sisteminin usta-çırak ilişkisi çerçevesinde yürütüldüğünü görüyoruz. Herhangi bir okul veya kurumun oluşturulmasına ihtiyaç duyulmadan, usta-çırak ilişkisi çerçevesinde ferdî gelişim gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. İlk dönemlerde Yunan filozofların Roma’da etkili olmasının önüne geçilmeye çalışılsa da yavaş yavaş Yunan aklının icadı fikirler Roma’ya nüfuz etmiştir. Roma’ya gelen Yunan hocalar buradaki aristokrat ailelerin çocuklarına dersler vermeye başlamış ve bu çerçevede gramer-hitabet ve hukuk bilimi gelişmeye başlamıştır. Hukuk ve hitabetin gelişme sebebi, Roma’nın devlet nizâmı açısından sağlam bir disipline sahip olması olarak düşünülebilir.

Daha sonra özel derslerin kaldırılarak eğitimin devlet himayesine alınmasıyla birlikte 7-11 yaş arasındaki çocuklara şahsiyet kazandırma adına itaat, cesaret ve irade eğitimleri verilirken 12-16 yaş arası gençlere Gramer Okulları’nda aritmetik, geometri, felsefe ve retorik öğretiliyordu. Daha sonra bu eğitim kurumlarına ek olarak “gramer, retorik, diyalektik, aritmetik, geometri, astronomi ve müzik”ten oluşan ve “Yedi Özgür Sanat” adı verilen ilimlerin öğretilmesi için Retorik Okulları açılmıştır.

Roma döneminde Cicero’nun fikirleri ön plana çıkmıştır. Cicero’ya göre eğitim, çocukluk devresinin en başından itibaren başlamalı, ahlâkî eğitim meslekî eğitimi tamamlamalıydı. Politik bilimlerin Roma’da müthiş bir ehemmiyete sahip olmasından ötürü Cicero, gençlere eğitime başlamalarından bitirmelerine kadar politik bilimlerin öğretilmesi gerektiğini savunuyordu ve iyi hatiplerin yetiştirilmesi için öncelikle yetenekli gençler tespit edilmeli, bu gençlere diyalektikçilerin keskinliği, filozofların zekâsı, şâirlerin ve sanatkârların ifâde tarzları, hukukçuların hafızaları kazandırılmalıydı.

Roma döneminde Stoacı felsefenin ferdî eğitim planında, Epükürcü felsefenin ise içtimâî hayâtta etkilerini görmekteyiz.

Roma döneminde eğitim sahasındaki ilklerden biri de, hocaların devlet bütçesinden maaş almaya başlamasıdır. Marcus Fabius Quintilianus, devlet bütçesinden maaş alan ilk retorik hocasıdır.

Kilise ve Skolastisizm

Ortaçağ’da Hıristiyanlığın tahakkümü ile beraber Avrupa’da eski Yunan ve Roma eğitim anlayışları değişime uğramıştır; fakat unutmamak gerekir ki, Batı, Roma Kavimler Göçü’nün altında ezilirken yok olma tehlikesi ile burun buruna kalan Eski Yunan ve Roma değerlerinin sahiplenicisi ve gelecek adına muhafaza altına alıcısı yine kilise olmuştur. Eski Yunan ve Roma değerleri kilise tarafından Hıristiyanlık süzgecinden geçirilerek yeni bir forma sokulmuştur.

Hıristiyan ahlâkının zuhur ettirdiği fikir çerçevesinde eğitim sistemi skolastisizme boyun eğmek zorunda kalmıştır. Kâinatı açıklamada ve pratik hayatta kullanılabilecek araçlar olan pozitif bilgi ayıklanarak bir kısmı dışlanmış, bir kısmı bünyeleştirilmiştir; Hıristiyanlığın doğru kabul ettikleri doğru kabul edilmiş, yanlış gördükleri ise ötelenmiştir. Hıristiyanlığın doğrularının yegâne hakikat olduğu zihinlere kazınırken, aslında Hıristiyan inanışının bir felsefî ekol şeklinde ilerleyerek daha önce doğru kabul ettiklerini daha sonra reddettiğinin, bu sebeple hakikatten değil, kendine göre doğrudan bahsettiğinin farkına varılamamıştır.

Hıristiyanlık Avrupa’sında manastır okulları ön plana çıkmaktadır. Manastır okullarında ilk olarak okuma-yazma ve basit matematik eğitimi verilmekte, akabinde ise ağır bir teoloji formasyonu bunu takip etmektedir. Eski Yunan ve Roma’nın mirası “Yedi Özgür Sanatgramer, retorik ve diyalektikten oluşan “Travium” ve aritmetik, geometri, astronomi ve müzikten oluşan “Quadrivium” olarak ikiye ayrılmıştı. Kilise, her ne kadar bu ilimlere antipati ile yaklaşıp “kâfir ilimler” olarak adlandırsa da, eğitimde kilisenin faydasına tahvil ederek yararlanmayı bilmiştir. “Travium” ilimleri Hıristiyanlığın anlatılması, “Quadrivium” ilimleri ise bayram takvimlerinin hesaplanması, kilise korosunun oluşturulması gibi mevzularda kullanılmak suretiyle devşirilmiştir. Kiliseye faydası bakımından müsbet olmayanlar ise dışlanmıştır. Kıta Avrupa’sında durum böyle iken her dâim bir farklılık arzeden Britanya’da kilisenin nüfuzu bu derece yüksek olmadığından ayrı olarak ele alınması icab eder.

İslâm Medeniyetinin Tesiri

Avrupa’da eğitim uzunca bir süre bu doğrultuda ilerlerken, Batı’nın Endülüs’e geçen Müslümanlarla tanışması, Batı insanının farklı ve üstün bir medeniyet ile karşı karşıya kalmasıdır. Müslümanların ilim ve irfana verdiği büyük ehemmiyet farkedilmiştir. Skolastik düşüncenin tahakkümü altında ezilen Batı aristokrasisi; tıp, fizik, astronomi, cebir ve sanatta bu derece ilerlemiş olan İslâm medeniyetinden etkilenmeye başlamıştır. İslâm medeniyetinin rüzgârı Avrupa’nın içlerine doğru nüfuz etmeye başlamıştır. Nitekim Batı’da eğitime verilen önemin artmaya başlaması iddia edildiği gibi Rönesans sürecinde değil; İslâm medeniyetiyle tanıştıkları döneme tekabül etmektedir. Bu açıdan 11. yüzyıl çok kritik bir dönemdir; 11. yüzyılda Hıristiyan dünyanın Doğu İslâm toplumlarına ve Endülüs’e düzenlemiş olduğu Haçlı seferleri ile beraber Batılılar İslam medeniyetini anlama çalışmalarına başlamışlardır. Bu meyânda Arapça yazılmış bilimsel-felsefî eserlerin Latince’ye tercümesi başlamıştır. Değişik kaynaklarda değişik rakamlar telaffuz edilmekle birlikte, 12. yüzyıla gelindiğinde Batı Avrupa’da özellikle İtalya ve Fransa’da aristokratik sınıfın en az yarısından fazlasının eğitim almaya başladığı ve her geçen gün bu sayının arttığı bilinmektedir.

11. yüzyılın kritik olmasının bir diğer nedeniyse, bugün tarihteki ilk üniversite olarak kabul edilen Bologna Üniversitesi’nin kurulmasıdır. Bologna’nın peşinden Salerno, Oxford, Cambridge, Prag gibi kurumlar buna eklenmiştir. Tıp ve hukuk başta olmak üzere çeşitli branşlarda büyük gelişmeler başlamıştır. Burada İslâm medeniyetinin tesiri yadsınamaz düzeydedir. Bologna’nın Batılılar tarafından tarihteki ilk üniversite olarak lanse edilmesine mukabil, 8. yüzyıldan 11. yüzyıla kadar ve daha sonrasında Müslümanlar tarafından muhtelif İslâm beldelerinde kurulan birçok medrese vasfı ve eğitim seviyesi itibarıyla Bologna’ya atfedilen “tarihteki ilk üniversite” sıfatını düşürücü mahiyettedir. Zira Bologna Üniversitesi’nin kuruluşunda bu medreselerin misâl alındığını görmek mümkündür. İslâm medeniyetinin tesiriyle yaşanan bu gelişmeler skolastik düşüncenin duvarlarını parçalarken Rönesans’a giden kapıyı aralamıştır.

Rönesans

Kilise etkisinin zayıflamaya başlaması ile beraber kilisenin kendi bünyesine tahvil ettiği Eski Yunan ve Roma’ya ait fikirler yeniden canlanmaya başlamıştır. Buna ek olarak İslâm’dan devşirilen ilim ve tecrübe Batı tarafından süzgeçten geçirilerek kendilerine mâl edilmiştir. Kilise baskısından ve skolastisizmden kaçış yolunda Stoacılığın temellendirdiği “fertler arasındaki eşitlik” ve Epikürcülüğün öne sürdüğü “doğal düzen ve tanrıtanımazlık” unsurlarına sarılarak “hümanist” yaklaşım oluşturulmuştur.

Rönesans ile birlikte yeniden canlanan Eski Yunan ve Roma eğitim anlayışıyla edebiyat, sanat, mimarî ve fen gelişmeye başlamıştır. Kilisenin etkisinin neredeyse tamamen ortadan kalkma raddesine geldiği bu süreçte, rasyonalist düşüncenin hâkimiyeti yeniden dikkat çekmektedir. Bu çerçevede eğitim, doğa olaylarının izahına yönelmiş ve dayanak noktası olarak “rastlantı fiziği”ni baz almıştır. İçtimaî ilimler ise felsefenin sınırları içerisinde ele alınmıştır; fakat 17 ve 18. yüzyıl ile beraber rasyonalizmin nüfuzunun iyice artması ile beraber iktisat, politika, psikoloji gibi sahalar felsefenin içerisinden koparılmış ve sosyal bilimlerdeki disipliner ayrımın temelleri atılmıştır. Oysaki sosyal bilimlerin hiç birisi bir diğerinden bağlantısız olarak düşünülemez. Sosyal bilimler, fen bilimlerine bilhassa fiziğe benzetilmeye çalışılarak toplumsal gerçeklerden uzaklaştırılmış ve verilere dayalı bir sosyal bilim anlayışı tesis edilmiştir. Bugün sosyal bilimlerin içerisinde bulunduğu çıkmazın menşei de budur.

Kamu hizmeti olarak eğitim

Bahsettiğimiz süreçte ön plana çıkan belli başlı eğitimcilerin başında Erasmus, Descartes, Diderot, J. Locke, J.J. Rousseau gelir. Erasmus ferdi en üstte tutan Hümanizm’in en önemli temsilcilerinden biridir ve eğitime de bu çerçevede bakmıştır. Aynı şekilde J.J. Rousseau da “çocuğun toplum baskısından uzak, özgürce yetiştirilmesi; çocuğun ferdî özelliklerine saygı gösterilmesi” gerektiğini söyleyerek bireyci bir yaklaşımla eğitime bakmıştır. Rousseau’nun bu görüşleri daha sonra bireyin topluma uyumu çerçevesinde geliştirilerek fert ile toplum arasındaki muvazenenin sağlanması çalışılmıştır; fakat fert merkezli bu anlayışların üzerine inşâ edilen yapı bunu başarmakta muvaffak olamamıştır.

Diğer taraftan Batı’da eğitim kurumlarının kamuya bağlanması ve sosyal devlet anlayışı çerçevesinde bir kamu hizmeti olarak sunulması fikri, Fransız İhtilâli sonrasına tekabül etmektedir. İlk olarak 1791 anayasasında Fransa’da eğitim kurumlarının tamamıyla devlet hâkimiyetine alınması kararlaştırılmıştır; fakat bu uygulamaya geçirilememiştir. Bu uygulamanın hayata geçirilmesi ve ilköğretimin zorunlu kılınması Avrupa ülkelerinde 19 ve 20. yüzyılı bulmuştur. Bu düşüncenin hayata geçirilmesinin Batı tarafından elzem görülmesinin sebebi ise Batı kültür ve mirasının gelecek kuşaklara ancak devlet tekelinde kurulacak eğitim kurumları vasıtasıyla aşılanabileceği ve aktarılabileceği düşüncesidir. Nitekim Batı bu tarihten itibaren dünyanın her bölgesinde okullar vasıtasıyla farklı kültürlerden insanları kendi medeniyetinin parçası hâline gelecek şekilde devşirmiş ve Batı medeniyetinin üstünlüğünü bu devşirdikleri sayesinde dünyanın geri kalanına anlatmıştır. Bunda da büyük ölçüde muvaffak oldukları söylenebilir.

Aylık Dergisi 126. Sayı, Mart 2015