Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve sonrasında çok partili düzene geçilmesi sürecinde bu topraklarda üç büyük değişim yaşandı. Birincisi, İslam hukuku esas alınarak sınıflandırılan ve idare edilen toprak rejiminin değişmesi sayesinde cehennem kapısına benzer rant isimli bir kapı, açılmayı bırakın adeta kırıldı. İkincisi, demokratik rejim dolayısıyla bu ranttan nemalanabilmek için yeniden seçilme şartı olduğundan, içe dönük toplu ve merkezî bir siyaset benimsendi. Üçüncüsüyse hukuk karşısında imtiyazlı bir zümre meydana getirildi.

Türkiye’deki siyasetçiler için siyaset, bir dahaki seçimde yeniden seçilebilmek uğruna bedel ödenmesi gereken hiçbir hakiki oluş hamlesine yanaşmamak, “fırsat bu fırsat, ya bir daha seçilemezsem” diye ikbalini hazırlamak kaygısıyla adeta domuzlar gibi devletin olanı da milletin olanı da talan etmek, kendisinden hiçbir şahsiyet tütmeksizin oy uğruna bukalemun gibi her gün başka surete bürünmek, hukukun çevresinde bizzat dolaşmasının imkânının kalmadığı ve mamaya bu suretle ulaşılamadığı yerlerde maşa olarak illegal çetelerle iş tutmak ve tüm bunları da, hakimiyetin kayıtsız şartsız yarı uykulu, yarı aç kaynağı milleti vatan, millet, sakarya türküsüyle uyuşturarak yapabilmek sanatı hâlini aldı.

Bunun neticesinde riyakârlık dağların boyunu aştı, yalan kanıksandı, cebe indirme işleri sıradanlaştı, hukuksuzluğun hukuku şekillendi…

Düzen içinde kalan siyasî parti ve partililer zihniyet noktasında üç aşağı beş yukarı yukarıdaki tablo çerçevesinde müşterekken, kendilerine hedef olarak belirledikleri kitleyi tavlamalarına uygun olan motifi, en azından söylem planında kalsa bile üzerlerinde taşımaktan çekinmediler.

Kısaca da olsa vaziyeti resmettiğimize göre, bahsimizi gündem ile bağdaştırmak üzere illegâl yapılar ile devam edelim.

Siyaset, iç’e doğru olmak ve dış’a doğru da bu oluşu tamimleştirmek gayesine bağlı olmak yerine içeridekini sömürmek, dışarıdakine de bu sömürü düzenini muhafaza edebilmek için boyun eğmek gayesine bağlı olunca ve rejim de bütün enstrümanlarıyla beraber siyaset ve siyasetçiyi bu gayeyi benimsemeye zorluyorsa, bunun neticesinde siyasetçi, sermaye, bürokrasi, medya ile organize şebekeler ve terör örgütleri arasında münasebet kaçınılmaz olur. İşin esasında bu tip organizasyonlar (çete ve terör) toplu ve merkezî bir siyasette içerideki oluşun dışa doğru genelleşmesine vesile teşkil etmek üzere kullanılacak manivela olması gerektiği yerde, Türkiye’deki rejimin çarpıklığı dolayısıyla İttihat ve Terakki’den beri daha fazla servet uğruna kendi milletini yumruklamak için kullanılmaktadır.

Çete ve örgütlerin dışa doğru kullanılmasına misâl olarak kendi tarihimizden Akıncıları ve Barbaros Hayrettin Paşa başta olmak üzere korsanlarımızı gösterebiliriz. Devlet-i Aliyye’de sakat bir rejim olduğunu ve baştaki padişahın iktidarı ele geçirmek, sürdürmek yahut nemalanmak için akıncıların sefer istikametini sürekli içeri yönelttiğini düşünün. Yahut Barbaros Hayrettin’in Akdeniz’de dışa doğru değil de, iktidar sahibine yahut gemileri olan sermayedarlara rekabette avantaj sağlamak için Marmara denizinde avlandığını düşünün. Şimdi böyle söyleyince belki size garib geliyor; fakat Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri tam da bu saçmalığın içinde yaşıyoruz.

Statüko korunduğu, yâni servetin devlet eliyle dağıtılması, belli başlı zümrelerin hukuk önündeki imtiyazlarının korunması, hukukun çevresinden dolanmanın marifet sayılması ve hâkimiyetin kaynağı addedilen milleti, demokrasi adı altında kendi eliyle seçtiği vekile düzdüren rejim yerinde kaldığı sürece Türkiye Cumhuriyeti’nin sorunları siyasetten birinin gitmesi ve onun yerine diğerinin gelmesiyle çözülmez, çözülemez!

Yavuz Beyoğlu