“İnsan üzerinde olduğu işin zamanı içindedir.” Ve insanın değeri, ilgi duyduğu şeylerin değeriyle ölçülür. Lâkin insan, iç dünyasındaki derunî âhengi yitirmişse kendisine yabancılaşmış, ne olduğunu bilmediği bir düzen arayışı içinde kıvranıyor demektir.

Meramımızı, “Allah her an bir şe’ndedir” ölçüsünden mülhem bir anlayışın tedai ettirdikleri sadedinde ifade edersek; insan da, Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mahalli olması hasebiyle, istidadının cemâl ve güzelliği nisbetinde, her nefeste farklı bir gerçeklik içindedir. “Allah ile insan arasındaki ilişki bir ibadet ilişkisidir.” Ve “Allah, amellerin suretlerini inşayı mü’minlere emretmiştir.” “Mü’mini münafıktan ayıran temel özellik budur.” İnancın gıdası olan amellerin suretlerinin inşaında, kalpteki duygu ve düşünceler dölleyen; niteliksiz bir şekilde kalbe giren nefes ise döllenen hükmündedir. Kalbin dili mesabesindeki akıl ise, zevk hallerini makul suretlere aktarıp anlaşılır kılma mevkiindedir. Ancak muhteva kendisini ideal bir zenginlikte tek ve belli bir form içinde gösterir. Bu da sağlam bir yaratılışa dayanan imanla yerine getirilecek olan ameldir. Ancak, ibadet edenin tabiatının hicabı altında kalan ve ruhsuz bir biçimcilikten öteye geçemeyen ibadet/sanat zevk hâsıl etmez ve marifete ulaştırmaz. Dolayısıyla, münafığın amelinin sureti doğuştan ölüdür ve fiilleri müşahedede münafık ölü bir dilin içinden konuşandır. Bu sebeble, “bir şeye nüfuz ve sirayet eden, kendisine nüfuz ve sirayet edilen şeyle perdelenmiştir” esprisi bağlamında söylersek; kendisini ilahî bir konuma yerleştirip, her şeyin akılla kavranabileceği tezinden hareket eden anlayış, latifin kesife sirayetinin gücünü göremez. Zira hakikatin mayası nihandır, her bakan göze kendisini vermez. Hakk’ın eşyaya yerleştirdiği işaretler, ancak kalb/iman gözüyle bakabilene sırrını açar. Bunun dışındaki tüm bilme biçimleri eşyayı değil, eşya hakkında söylenenleri bilmektir.

Meseleye, “Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti” ölçüsünün ışığı altında bakarsak; Allah tarafından Âdem’e öğretildiği biçimiyle ilk halini koruyan tek dil, bütün hakikatleri kendisinde toplayan Allah Sevgilisinin dilidir ki, halkın dilidir. İnsan, Muhammedî Nur’un mü’min gözlerde yuvalandığı nisbette hadlere riayet edecek, eşyanın hakikatiyle ünsiyet kesb edecek, dili de Allah’a yükselecek güzel sözün tecelli zemini olacaktır. “Allah, Peygamberinin diliyle yeryüzünün işaretlerini, yani hadleri değiştireni lanetlemiştir.” Ancak, bilgi edinmenin tepeden tırnağa yeniden düzenlendiği değişim dönemlerinde isimler de hadlere riayet edilmeden temsil ettikleri eşyadan silindi, eğildi, büküldü, esnetildi. Şeyleri birbirine bağlayan, anlam bütünlüğünü temin eden bağın güçlü halkaları konumundaki kelimeler asıl anlamlarından koparıldı. Böylelikle, üretilen yeni kavramların yapaylığı içinde, eşyaya sorumsuz bir biçimde müdahale etmenin yolu açılırken, dışımızdaki dünyayı yorumlamada kullandığımız dil de tutarlılığını yitirdi.

İnsanın talihsizliği, fıtratı hilafına davranmasında yatar. Meşruiyetini Tanrı’da bulan iktidar düşüncesinden kopulduğu ve dünyanın Batı’nın hoyrat saldırısına uğradığı Rönesans dönemi böyle bir dönemdir. Hümanizmin aptallaştırdığı insan, o gün bu gündür, modern kavramların yapaylığı içinde hadleri değiştirerek yaptığı densizliğin cezasını, gerçekliğin yalanı içinden yansıtıldığı bir ortamda, konuştuğu dille kendisini ilahi hakikatlere yöneltecek işaretler arasındaki bağın kopmasıyla; “çöp imparatorluğu”na, “dilsiz ve dölsüz” bir topluma dönüşerek ödüyor. “Söz”ün ömrü ve değeri de ezelî ve ebedî hakikati temsil etmekten uzaklaştığı nisbette azalıyor. Dolayısıyla, “okumasını bilen” için İbda Mimarı’nın muazzam bir çabanın ürünü Ölüm Odası/B-7 isimli eseri, Hakk’ın eşyaya yerleştirdiği işaretleri yeniden keşfetmenin arkeolojik kazısı, okuma kılavuzudur. Bu gözle bakılmasının faydalı olacağı kanaatindeyim.

Hadlere riayet, ancak, “Allah’tan hakkıyla hayâ ediniz” emrine itaat etmekle olur. Oysa Tanrı rolüne soyunan modern akıl, kendi benliğiyle perdelenmiş olmanın da küstahlığı içinde, eşya üzerine tasarrufta bulunurken, zevk hallerini ancak durdurarak, parçalara bölerek ve ölü doğan parçacıkların her birini bir değer addederek kendi malı kılabiliyor. Bir an için görünüp kaybolanı, ancak kuralların zincirine vurmakla anlayabiliyor. Hâlbuki İbda Diyalektiği’nin temel ilkelerinden biri olan “sır idraki”, güzellik idrakidir. Ve güzelliğin bütün büyüsü bir sır içinde olmasından kaynaklanır. Hâlden hâle geçişlerin çokluğu ve farklılığı nisbetinde, güzellik de o kadar çok ve farklı anlama bürünür. Parçalar arasında bütünlüğü temin eden bağın kopmasıyla birlikte, güzelliğin sırrı da içinden düşer ve güzellik kaybolur. Onun içindir ki; “hâller sufîlerin dilleridir ve zevkleridir” denilmiştir. Zira hâl dili kalmadığı zaman, ne kaldıysa geriye, hepsi satılıktır. Onun için siz siz olun, birkaç klişeyle kendine yeten, acıyı da günahı da benimsemekten uzak, tüm ömrünü korkularının peşinde koşmakla geçiren ve giderek robotlaşmış bu insancıklardan uzak durun; hiçbir düşüncenizi de bunlarla paylaşmayın. Kendi parodilerine ortak olmamanızı bir türlü anlamayacak, acı çeken bir ruha rastlamanın hazzı içinde, aklî ve ahlâkî pejmürdeliklerini sergilerken, güzelliği de binlerce kere öldüreceklerdir.

Oysa dünyanın ortasında kendinizi yapayalnız hissettiğiniz, “tutunacak bir dal” aradığınız zamanlarda kalbinizi açabileceğiniz, bize kucağını açan, ruhunuza eş bir ruhla buluşmak ne güzeldir. Böyle durumlarda asil bir yürekten duyacağınız sahici bir söz, sessizliği, gücü ve sevgisiyle sizi saran zarif-asil bir tebessüm; küçük ama aslında ne büyük şeylerdir. “İnsan üzerinde olduğu işin zamanı içindedir.” Ve insanın değeri, ilgi duyduğu şeylerin değeriyle ölçülür. Lâkin insan, iç dünyasındaki derunî âhengi yitirmişse kendisine yabancılaşmış, ne olduğunu bilmediği bir düzen arayışı içinde kıvranıyor demektir. Kanalize edildiği, ama anlamını da bir türlü kavrayamadığı etkinliklerde teselli arar durur. Fakat bunların hiçbiri hiçbir derde deva olmadığı gibi, sadece çaresizlik hissini artırmakla kalır. İnsan, ahlâka dönüşmüş yalanlar bütününden ibaret bir dünyada, kendisine sunulan hayattan daha yaşanabilir, ruhen beslenebileceği mücerred bir dünyaya geçişin iştiyakı içinde, kurtuluşunu-mutluluğunu yasak olanda arar. Ne yazık ki, tüm arayışları “Gaye mihrakında Allah ve Sevgilisi olmayan”, hakikat uğruna ruhî bir açlık çekmeyen her türlü varlık ve oluşu bekleyen hazin son gibi, yalnızlık ve ruhî boğulma hissi içinde son bulur. Dolayısıyla insan, bir ömür boyu peşinden koştuğu şeyler ölümün soğuk ve solgun yüzünde anlamsızlaşmadan önce kendine gelmeli; “ben neyim, bu hâl neyin nesi” sorularının rahatsızlığı içinde, bir varlık muhasebesine soyunmalıdır. Belki, niyetinin sahihliği nisbetinde kendisine bir çare gösterilir…

Muhakkak olan bir şey varsa, o da “Mutlak Fikir”den hareketle temellendirilecek bir devleti, ancak üstün bir şahsiyete sahip ferdler ve bu ferdlerden müteşekkil bir toplumun kurabileceği ve yaşatabileceği gerçeğidir. Bu da ancak, az veya çok her insanda potansiyel halde bulunan iyi, doğru ve güzeli arama yolunda ona mesafe kat ettirecek istidadı ortaya çıkarmakla olur. Bu yolda en büyük mesuliyet, malzemesi insan olan siyaset sanatçısınındır. Ve siyaset sanatı, sanatların en muhteşemidir. Dolayısıyla siyaset sanatçısı, malzemesine form kazandırırken hem sanatı için ehlinden yardım istemek, hem de sanatıyla insanları arındırmak ve yenilemekle yükümlü olandır. Zira İslâmî estetikte sanat, Hakk’ı âlemin Rabb’i olarak bilmeyi gerektirir. Ve güzelin fethinde sadece teorik ve aklî tahliller güçsüzlük ifadesidir. Bu mertebede kalan sanat, sanatçıyı “Mutlak Sanatkâr”a ulaştırmaz. Malzemesi insan olan siyaset sanatçısı, bir taraftan ferd-toplum dengesini gözetirken, diğer yandan ideal toplumu kurmaya ve yaşatmaya namzet ferdleri; her şeyi derinden duyan, güzeli sonsuz bir hasretle kucaklayan, zevk sahibi, zarafet ve asalet timsâli olacak biçimde yoğurmalıdır. Böylece, kendi formundan farklı bir forma aktarılan ferd; hem eleştirel bir ruha sahib olacak, hem hakikat ve sanattaki hataları berrak bir bakışla süzecek, hem de zihnindeki ritim ve âhenk gücü sayesinde iyi, doğru ve güzeli tanıyıp büyük bir asaletle ruhuna katacaktır. Ancak, anne kadar meme emecek çocuk da, annenin memesini arayıp bulmak, emmek gibi bir istidat belirtmeli ki; gıdasını alsın, ünsiyet kesbetsin. Yoksa iş, “hem kel hem fodul” hesabı, tüm faturayı anneye çıkarmak gibi bir anlayışsızlık belirtir ki, abesle iştigaldir. Tutkuyla bir şeye bağlanmak, ümidle korku arasında yaşamak hem insanî hem de İslâmîdir. Adanmışlık hissi insanın yeteneklerini geliştirir, insanı olgunlaştırır. Benzer biçimde; insanın daha gençlik çağlarında dengini bulması, ruhuna eş bir ruhla karşılaşması güzeldir. Ancak bundan daha güzeli, bir “Büyük Sanatkâr”ın; “ortalama insan”ı, yani tek başına doğru yolda yürümektense sürüyle birlikte yanlış yolda yürümeye meyyâl olanı, imkânlar âleminin zaruretlerinden kurtarıp, varlık mertebelerinde yükseltmesidir, ilâhî olan budur.

Aylık Dergisi 143. Sayı Ağustos 2016