İstikbâl göklerde falan değil, geçmiştedir. Ve geçmişi olmayanın geleceği de yoktur. Zira sahip olduğumuz tek önemli-asil miras, mazimizdir.

İstikbâl göklerde falan değil, geçmiştedir. Ve geçmişi olmayanın geleceği de yoktur. Zira sahip olduğumuz tek önemli-asil miras, mazimizdir. Dolayısıyla yüzlerce, hatta binlerce yıl ayakta kalmış, direnmiş, denenmiş, belli bir form kazanmış değerleri keyfî bir biçimde bastırarak, deli gömleği misâli, yukarıdan aşağı giydirilecek politikalar, mekanizmalar topluma büyük zarar verir, bünye kırılgan bir hâl alır. Çünkü böyle bir müdahaleyle, dayanıklılığı bünyeden mikroba aktarmış olursunuz. Benzer biçimde; asimile etme, aşılama ve beslenme yoluyla kendi değerlerinden arındırılan bir toplumda da parça-bütün adaptasyonu bozulur, sistemi ayakta tutan unsurlar arasındaki etkileşim kopar, tarihin büyük kısmını oluşturan ve toplum üzerinde büyük bir iz bırakan sıra dışı hadiseleri öngöremezsiniz. “Organize bilgi”nin ürünü mahiyetinde geliştireceğiniz teoriler, modeller, bu hususta yetersiz kalacaktır. Zira “küçük şeyler büyük şeylerdir.” Ve ufacık bir çatlak tüm sistemi paramparça edebilir. “Mutlak Fikir” ise ulaşılamaz ve kurulamazdır. Dolayısıyla gerekli olan, Mutlak Fikir’den hareketle temellendirilmiş güvenli, imha edip yeniden düzenleyen, yenileyen ve arındıran niteliğe sahip bütüncül bir sistemdir.

“Allah indinde din, İslâmdır.” Tamamlanmış ve tâbi olunması gereken din de İslâm’dır. Evrensel ölçekte bir dünya düzeni ve bir medeniyet olarak, hayatın her alanını düzenleme gücüne sahip muhteşem bir kültür, imparatorlukların üst yapısı, hukuk düzeni olmuş bir üst sistemdir. İnsan olarak bizim misyonumuz, “aklın duracağı ve aklın at koşturacağı alan”da fren-denge mekanizmasını iyi kurup; Allah’a, Resulü’nün gösterdiği yoldan bağlanmaktır. Eşya ve hadiselere meçhûle hürmet tavrı içinde bakmak, onları hasrımız ve hâkimiyetimiz altına almak, hatta nasıl feth edileceğinin yolunu bulmaktır. Böyle bir tutum bizi güçlü kılar. Bünye olarak dezavantajları avantaja dönüştürme, zararlı olanı faydalıya tahvil etme istidadı elde ederiz. En hayırlı ümmet olarak, İslâm’ın yüksek ahlâkına uygun bir hayat sürdüğümüz, Dâr’ül İslâm’ın vatandaşı olduğumuz demler bu demlerdi. Lâkin ulus devletlerin oluşumu Dâr’ül İslâm’ı parçalayıp, Osmanlı İmparatorluğu dağılınca, dinin ve dilin kaybedilmesiyle birlikte zihnî yapımız da çözülür. İslâmî ruh güçsüzleşir, Dâr’ül İslâm’ın düzenleyici gücü olma niteliğini yitirir; Kültürel iktidar, efendi olma hevesiyle efendilerinin ideolojisini devralan “Batı-vurgunu” kesimin tekeline geçer. İslâmsızlaştırma politikalarının tazammun ettiği biçimde, İslâm siyasî iktidarla ve iktidarın enstrümanı konumundaki sermaye, teknoloji vb. kavramlarla bütünleştirilip, modern dünyanın şartlarına uyarlanır. Bu da yetmez; âdeta, montaj sanayiinde neler yapabileceğimizin nişanesi halinde, pozitivizm-laiklik-Kemâlizm “organize din” olarak İslâm’ın yerine monte edilir. Devlet bu kavramlar çerçevesinde dönüştürülüp, dünyevileştirilir. Kemalizm’le özdeşleştirilen devletin İslâm’la savaşı da burada başlar. Güdülen gaye, varılmak istenen hedef; İslâm ümmetini Yunan mitolojisindeki, uzun boyluların kolunu ve bacağını keserek, kısa boyluları da çekip uzatarak yatağına mükemmel biçimde sığdıran Procrustes misâli, Batı’nın modernize edilmiş yatağına uygun Cumhuriyet yurttaşına dönüştürmektir. Olacak şey midir? Değildir. Çünkü bir medeniyetin aslî prensipleri, belli bir tarih ve kültür modelinden bir başka tarih ve kültür tipine aktarılamaz. Nüfûz ve sirayet edilen kültürün insanı bunlardan etkilense bile, nihayetinde yine kendi kültürünü üretecektir. Lâkin insanı bozuldukça tamir edeceğiniz basit bir makine gibi gördüğünüz zaman, insana ait meseleleri de bu makinenin birbirine uydurulması gereken parçaları gibi ele alırsınız ki, böyle bir durumda her soruya cevap, her soruna çözüm bulmanız da kolaylaşacaktır. Nitekim toplumu bir mühendislik projesi olarak gören laik-Kemalist kesimin, aydınlatılmaya muhtaç Cumhuriyet aydınının, utandıkları ve unutmak istedikleri her ne varsa hepsini kendilerine hatırlatan Müslüman-Anadolu insanına bakışı, hep bu minvâlde oldu. “Seni ben yarattım, haddini bil” tavrı; attıkları nutuklarda, verdikleri demeçlerde yoruma mahâl bırakmayacak kadar nettir. Ve bu kesimin gözünde, rejime muhalif olmadığını kanıtlayamayan herkes suçludur. İnsan bunların söylemlerindeki aklî ve ahlâkî pejmürdeliği gördükçe, bunlardaki laik-materyalist bakışın mide bulandırıcı nihilist mantığını çözdükçe, kendine sormadan edemiyor: Hâkim emperyalist gücün emirlerine bu derece koşulmuş, onun çıkarlarını gözetmekten başka bir amacı olmayan; oryantalizmi bu kadar içselleştirmiş bir ruh kendi insanına ne kadar sadık kalabilir ki? Kalamaz. Dolayısıyla insanlık için en büyük nimet, orijinali ve sun’isiyle, bir an önce bu insan modelinden kurtulmak olacaktır.

Osmanlı, bilhassa son dönemlerinde, “ham softa ve kaba yobaz”ın elinden çok çekti. Cumhuriyet’e geçildiğinde ise; sömürgecilik, katliam, vandalizm ve utanmazlıkla ulaşılan bir “ilerleme”yi muasır medeniyet seviyesine erişmek gibi gören ve kendilerini ilerici olarak tanımlayan kesim, başımızın en büyük belâsı oldu. Oysa “ilerleme” tek başına bir norm değildir. Hiçbir zaman da dinî, ahlâkî ve zihnî özelliği ağır basan idealist kültürlerin ortak özelliği olmadı. Fakat özendiğiniz kültür, kendi varlığını, ancak “şey”leri sıradanlaştırarak, bayağılaştırarak meşru kılabiliyorsa, gerçekle uyduruk istikrar arasındaki farkı görmeniz imkânsızdır. Bu sebeple “ilerlemeniz” de enayice olacaktır. Dolayısıyla, “ilerleme”nin neye doğru ve kimin için “ilerleme” olduğunun tutarlı bir izahını yapmadan, “hayatta en hakiki mürşid ilimdir, fendir” klişesini dine alternatif olarak sunmak, toplumu bu düşünce etrafında birleştirme gayreti, İslâm’ı ilim ve fenne karşı gibi göstermektir ki, hakikatle uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur. Zihnine yerleştirdiği belli bir bakış açısıyla görmek istediğini gören, duymak istediğini duyan, eldeki verilerden işine geleni seçen dar kafalı bir insan bakışıdır. Dahası, fayda ve zararlarının belirgin bir hale gelmesi yüz yıllar gerektiren, kısa vadede nimet ve külfetlerini hiçbir insan aklının öngöremeyeceği, sonuçlarının tüm uzantılarıyla birlikte kuşatılması mümkün olmayan keşif ve fetihleri Batı’nın ilerleme kriteri kabul edip, İslâmî toplumları bu kriterlere göre değerlendirme gayreti, neyi bilmediğini de bilmeme sorunudur ve düpedüz şarlatanlıktır. Zira İslâm, dünyayı dönüştürmüş, güzelleştirmiş, tüm insanlığı kendi idealleri istikametinde birleştirme noktasına, gelmiş geçmiş tüm kültürlerden daha fazla yaklaşmış, muhteşem bir kültürdür. Aynı zamanda bir hayat tarzı, bir tarihe ve medeniyete bağlılıktır. Kendi iç düzeninde İslâm mührünü taşıyan ilim ve fennini, sanat ve edebiyatını, sosyal ve siyasî müesseselerini oluşturduğu gibi, Batı düşüncesi üzerindeki etkisi, diğer kültürler üzerine yansıttığı aydınlık, kabul edilenden çok daha fazladır. Dolayısıyla laik-Kemalist zihniyetin tüm bu hakikatlerin üzerinden kuru bir mantıkla atlayarak, dinî bütüncüllüğü yeniden tanımlama girişimi, doğacak boşluğu devletle ve devletin idaresini elinde bulunduran siyasî iktidarla doldurma gayreti, özü itibariyle bir İslâmsızlaştırma politikasıdır. Siyasî irade eliyle hayatın her alanını kendine göre tanzim etme, kamusal alanı belli bir kesime yasaklama, doğacak boşluğu da “yeni din”in “yeni cemaati”yle doldurma girişimidir. Kemalist laikliğin özünü oluşturan anlayış bu idrak zeminine oturur. Ne var ki, hayatı düzenleyen değerler bilime değil, dine aittir. Ve bir medeniyet uzun süre din dışı değerler temelinde yükselemez. Diyelim ki yabancı bir kültürü, klasiklerini öğrettiniz… Peki, nasıl sevdireceksiniz? Onlara kendi “sesinizi” nasıl giydireceksiniz? Yorumlarınızla nasıl yeniden “var” edeceksiniz? Edemeyeceğinize göre, kendinize ait bir biliminiz, estetiğiniz de olmayacaktır. Nitekim öyle de oldu. Cumhuriyet dönemi kendine ait bir bilim de, estetik de üretemedi.

Aslında, kapitalizmin tarihinde huzur ve refah dönemlerinden çok, koyu bunalım ve uzun kriz dönemleri belirleyici olmuştur. Ve kapitalist tarih, her yüzyılda bir yaşanan, geciktikçe de tahrip gücü artan krizlerle karakterizedir. Görünen o ki, bir ilişkiler bütününden başka bir ilişkiler bütününe geçerek ve katlanarak gelen krizler, 1970’lerdeki iktisadî krizle birlikte, nihayetinde nihaî bir krize dönüşmüş görünüyor. Ve bu gelişmeler paralelinde, kapitalizmle bütünleşmiş modern devletin işleyişinde de bir şeylerin değiştiği çok açık. Bunlardan birincisi; toplumun alt katmanlarında, sessizce gelişen hadiseler birer birer gün yüzüne çıkarken, demokrasi idealleriyle, bunların hayata geçirilişindeki büyük değişime paralel olarak, dine meydan okumak üzere kurulmuş “sivil yapı”nın temellerinin dağılmaya başlamasıdır. İkincisi; sosyal devlet vatandaşlarından desteğini geri çekti ve modern devletin yasaların içine ustaca gizlediği şiddet tehdidi ve tekeli artık kendini daha çok hissettiriyor. Üçüncüsü ise; yalnız, sahipsiz ve savunmasız kalan modern birey, dayanışma arayışı içinde sığınacak bir yer arar hale geldi. Tüm bunların neticesi sadedinde söylersek; liberalizmin meşhur sloganı “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” de yerini, “bırakınız ölsünler”e terk etmiş görünüyor.

Dünyada tüm bu gelişmeler yaşanırken ve Batı entelijansıyası meseleleri yakinen takip ederken, İslâmiyet de yeniden siyasî ve toplumsal bir güç haline geldi; İslâmcı akımlar dünyanın her yerinde boy göstermeye başladı. Lâkin İslâm dünyası, meseleleri, meselenin istediği seviyede ele almaktan, doğru bir muhakeme yürütmekten henüz çok uzak. Müslüman-Anadolu insanı 15 Temmuz’da durumun vahametini gördü, Türkiye’yi tarihî misyonunun gereğini yerine getirmeye ve bu konuda farklı politikalar geliştirmeye zorladı. “Üst akıl” ve onun “görünen el”i konumundaki devletler bunun farkında, Türkiye’yi İslâm âlemi nezdinde itibarsızlaştırıp yeniden kendi güdümlerine almak için, legal ve illegal planda her türlü oyunu deniyorlar. Jön Türk/Kemalist geleneğin fideliğinde yetişen laik-Kemalist kesim ise, bunların değirmenine su taşımaktan, gönüllü kölelikten büyük zevk alıyor. Akıllarınca, karşı oldukları ama hakkında hiçbir şey bilmedikleri kutsal kavramları, kendi ufacık laik-Kemalist kutularına sığdıracaklar! Hallerine şuurları olsa böyle bir şeyi hiç denemezlerdi. Zira vaktiyle, aynı şeyi Marksist-liberalist-modernist ağa babaları da; kendi özel Tanrı’ları aracılığıyla, aslında Allah’ı aradıklarının ve tüm faaliyetlerinin O’na doğru olduğunun idrakinde olmadan denediler, ama “varlık” onların “kabaklı”na da sığmadı. Fakat ağır bir hastalık bu! Teşhisi koyan mütehassıs da Salih Mirzabeyoğlu: “İmandan nasibi olmayan bir insana, hiçbir delil fayda vermez.”

Dünyada otoriter, merkeziyetçi, dışlayıcı modernite anlayışı çökerken, Türkiye’de de devletin otoriter yapısı, baskıcı tutumu kısmî de olsa yumuşamaya, İslâmî kesim kamusal alanda daha çok görünmeye, iktidar taleplerini dillendirmeye başladı. 1970’lerden beri İslâmî uyanışın, İslâmî dinamizmin tezahürü halinde farklı alanlarda ve farklı biçimlerde gelişen hadiseler, bu sürecin başladığının habercisidir. Müesses nizamın, İslâmî kesimin taleplerini göz ardı ederek kendi hegemonyasını dayatma girişimleri, bu süreci hızlandırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Aksine, ardı ardına patlayan krizlerin devlette yarattığı boşluğu, İslâmî yapılar doldurmaya devam edecektir. Ancak, Yeni Çağın “Yeni ruhu”na geçiş süreci, diğer İslâm ülkelerine nisbetle Türkiye’de daha sert ve keskin olacağa benzer… Artık milli sporumuz haline gelen darbeler, muhtıralar, ülkeyi yabancı güçlerin işgaline hazırlama girişimleri, bu geçiş sürecini engellemeye yönelik teşebbüslerdir. Hem paranın hem iktidarın, bir daha geri dönüşü olmayacak biçimde ellerinden kaydığını gören kesimler, bunun infiali, bunun inkisarı içindeler. Lâkin ne yapsalar boş… İnsanımızın bir gecede silinen hafızası geri geliyor... Müslüman Anadolu insanı 15 Temmuz’da sokakta kurduğu iktidarı; kanı pahasına, canı pahasına da olsa, bir daha “bunlar”a teslim etmeyecektir!

Sömürgeci imparatorluklar, Avrupa çapındaki bir savaştan sonra, sömürgelerinde tutunamayacaklarını anlayınca, Asya’daki sömürgelerinden vazgeçmek, onların bağımsızlığını tanımak zorunda kaldılar. Böyle bir tercihle de kültürel emperyalizmlerini kurtarmış oldular. Günümüzde de buna benzer bir durum söz konusu: İslâm ihtilâl ve inkılâbının kaçınılmaz olduğunu gören ABD-AB ve bunların “görünmez el”i konumundaki “üst akıl”, gerçekleşecek İslâm devriminin kendi güdümünde olmasını istiyor. Fetö de Deaş da bu planın bir parçası… Hesaplarına göre, Deaş savaşı tüm İslâm coğrafyasına taşıyacak, Fetö’nün okulları da protestanlaştırılmış bir İslâm’a misyoner yetiştirecekti. Planlarından vazgeçmiş değiller. İslâm’ı içten içe kemirme süreci devam edecektir. Oyunu bozabilecek tek ülke ise, Türkiye. Onun için bu süreç, diğer İslâm ülkelerine nisbetle Türkiye’de çok daha sert ve keskin olacaktır.

Velhâsıl, Doğu’su ve Batı’sıyla değerlerini yitirmiş, çivisi çıkmış bir dünyada yaşıyoruz! Ve bu hâle, ruhun sorduğu soruları cevaplamaktan aciz kaldığı için ortadan kaldıran ya da yok sayan Batı sayesinde geldik. Ne siyasette ne fikir dünyasında hayranlık uyandıran, anlayan, kavrayan, çözüm üreten lider, fikir ve aksiyon adamları yok! Bir davaya bağlı olmayan kahramanlara da dünyanın ihtiyacı yok. Aslında bu durum başlı başına bir kriz; hatta krizlerin en büyük kaynağı… Batı’nın yararına, dünyanın “geri” kalanının zararına göre tasarlanmış kapitalist-modernist sistem ise nihaî krizini yaşıyor. “Batı modeli”, biçimsiz yığınlara dönüştürdüğü kalabalıklar nezdinde bile inanırlığını yitirdi. Ne devlet ne de kendini ilericilikle özdeşleştiren modernitenin muhayyel gelecek vaadleri, dinin yerini dolduramadı, insanın iç âlemini düzenleyemedi. Bu düzensizlik sebebiyle de yetiştirdiği insan tipinin ihtiyaçları hiç bitmedi. Andre Malraux, uzun yıllar önce; “Yirmi birinci yüzyıl ya dinsel olacak ya da hiç olmayacak” demişti; görünen o ki, haklı çıktı… Ama bana göre, daha doğrusu ve daha güzeli; inanan ve inancında sonuna kadar direnen, yazan ve yazdıklarını yaşayan; yaptıklarıyla davasını yücelten “Büyük Sanatkâr” Salih Mirzabeyoğlu’nun söylediğidir: İSTİKBÂL İSLÂMIN!

Aylık Dergisi 150. Sayı Mart-2017