Dışımızdaki dünya, içimizdeki dünyadan ayrı değildir. Zira, Hz. Mevlâna’nın da buyurduğu gibi; “Göz ruhun penceresidir.” Ve her ruh niyet ettiği, seyrine daldığı ve bulduğu şeydir, nihayetinde ona dönüşür. Dolayısıyla ferd ve ferdlerin demeti olan toplumun ortak hafızası ve ortak kültürünü oluşturan ana yapının niteliği o kültürün iç hayatı üzerinde, iç hayatı da bilimi, edebiyatı ve sanatı üzerinde belirleyicidir. Bir ideali olan ve ona erişmeye çalışan idealistik bir kültürde düzen ve istikrar, azim ve irade, adalet ve huzur duyguları ağır basar, insanı ihtiyat, itidâl ve cesaret sahibidir, karar ve tercihlerinde yasal olanı değil, ahlâkî olanı ön planda tutar; serveti sebebiyle değil, dinî, ahlâkî ve içtimaî konumu itibariyle asîldir. Buna mukabil duyumcul bir kültürde ferdiyetçi, doğrusal-ilerlemeci, materyalist bir tekâmül anlayışı hâkimdir. İnsanı kuru aklı inanca yeğ tutar, bencil ve zevk düşkünüdür, dünyayı ganimet olarak görür. Aristokrasisi burjuvalardan, bürokratlardan ve bilgisi artsa da bilgeliği artmayan liberal düşünürlerden oluşur. Evrensel ölçekte bir medeniyet getirme ve yeryüzü cenneti vaadiyle yola çıkıp toplumları köklerinden söken ve insanlığı tümüyle yıkıma sürükleyen modern zamanların ferdiyetçi kültürü de böyle bir kültür, milyonlarca masum insandan çalınmış hayatlar üzerinde yükselir. Gelişmişliğin ağır bedelini ödemeye bir türlü doyamayan insanı sadece mülk edindiği fikirler ve fizikî kavramlarla düşünür, düşündükleriyle söyledikleri, söyledikleriyle yaptıkları farklıdır. “Sır idraki”nden mahrum olduğu için bilinmeyeni var olmayanla karıştırır, beklenmedik olana; sırra açık belirsizliğe kapalıdır... Susuzluğunu giderecek hikâyeler uydurarak, kendisini doğrulayacak delilleri arayıp bularak, buldukça da doğrulandığı hissine kapılarak gerçekliği algılayışın dumura uğradığı bir alanda, rutine dayalı, yitirilmiş bir hayat sürer. Gaflet, yanılma ve unutma ruhunu sardığı için ilmi işlerin iç yüzünü göremez, eşya ve hâdiselerin teshirine dair tüm çabaları başarısız kalır. Yine de felâket ve helâkine sebep olan bu hataların hiçbiri kendisine ders olmaz... İbret almasını temin edecek erdemlerin hiçbirine sahip değildir. İçsel temelleri gerçek inançla çatışır, varlığı kendinden bilir; hayata kendi kendine sahip olduğuna inanır. “Gaye mihrakında Allah ve sevgilisi olmayan her türlü varlık ve oluşun yokluğun buz denizine açıldığını göremez.” Evrenin derinliklerine gittikçe hakikatten biraz daha uzaklaşır. Ama gidişinin anlamsızlığını yine kavrayamaz!

Çünkü hakikatin mayası gizlidir, her bakan göze sırrını vermez... Ancak noktaları birleştirebilen, fikrin önemini kavrayıp, gerçek değerini bilen, her dem yeni ve duyguları kendi içinde yenileyen bir imana sahip kişiler ulaşır... Bundan mahrum olan insanın ise tabiî sezgisi kıt, bilgisi sıradan ve bilgisinin sezgisinde imana aykırı bir durum söz konusudur. Düşüncesini yanlış ve zayıf temeller üzerine kurduğu için edindiği bilgi arttıkça zihin karışıklığı ve varsayımları da artar. Sahip olduğu yeni bilgi bariz biçimde eski bilgisinden doğru olsa bile, düşünce tarzı yanlıştır, aynı şartlar dizisine aynı önemi atfeder, “aynı”yla aynı olduğu şeyden başka olanı ayıramaz, teyit hatasına düşer. Oysa doğru düşünceyi, doğru düşünce faaliyetiyle sonsuza dek kesiştirecek sahih düşünce tarzı ve bunu temin edecek sıradışı bilginin sezgisi imana özgüdür. Ve “İman zevken idraktir.” “Bilmek yanmaktır.” doğrusu bağlamında söylersek; idrak eden sadece elinden geleni yapmakla yetinen değil, yapılması gerekeni yapan, kendini feda edendir... Vakur bir insana yaraşan yegâne hâl ve büyüklüğün temel yasası budur, bir başına BİR olana sığınan Salih Mirzabeyoğlu bu büyüklerdendi. Ne yazık ki, temel ahlâkî ve estetik değerlerimizin yüzlerce yıl üzerinde taşındığı yapılardan keyfî bir biçimde vazgeçişimizde olduğu gibi, köklerinden koparılmış bir topluma yeni bir ruh, yeni bir kimlik ve yeni bir şuur inşa edebilmek için büyük çileler çeken bu yüce insandan da kolayca vazgeçtik, ezberlerimizi bozan sisteminin önemini kavrayamadık, tüm kahramanlarımız gibi onu da yokluğa mahkûm ettik. Bir Müslüman olarak bu durumdan dehşete kapılmamız gerekir, ama hâlâ korkakça, cahilce ve haince davranıyoruz. Kendi hazinemizin dilencisi gibi yaşamak hoşumuza gidiyor, sorunlarımızı bilmediğimiz bir dil ve onları üreten bir düşünce tarzıyla çözmeye çalışıyoruz. Modernist bir zeminde şekillenmiş zihinlerimiz hâlâ devşirme bir kültür ortamından besleniyor, tüm kurucu unsurlarımız hâlâ dışarısı ve hâlâ kendimize ait bir bilimimiz, edebiyatımız ve sanatımız yok! Ama kendi değerlerine en azılı düşmanlarımızdan daha fazla düşman kesilmiş, düzmece varsayımlardan hareketle sıkı bir muhakeme yürüten ve gelişmişliğin ağır bedelini ödemeye bir türlü doyamayan insanımız o kadar çok ki!

Mevlüt Koç

Makalenin tamamı için TIKLA