Salih Mirzabeyoğlu’nun iktisat sahasına dair kaleme aldığı bu eser, insanın yeryüzündeki vazifesine dair köklü bir çözüm yoludur. İktisadın, ahlâk ve adaletin emrinde bir vâsıta oluşunu temellendirirken; modern sistemlerin insanı nesneleştiren, toplumu çürüten, devleti gasp eden yapısını teşhir eder.
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, iktisat meselesine sadece rakamlar ve piyasalar üzerinden değil, insanın ahlâkî me’muriyeti, toplumun kültürel kökleri ve adalet fikri üzerinden yaklaşarak, fikrin iktisada nasıl yön verdiğini “İktisat ve Ahlak” isimli eserinde gösteriyor.
Mirzabeyoğlu, bu eserinde iktisatçı olmamakla birlikte iktisatla alakadar olmanın fikrî mesuliyetine dikkat çeker. Bu tavır, Üstad Necip Fazıl’ın “Ben iktisatçı değilim, ama fikir adamı iktisattan nasip almalıdır” sözüyle tam bir bütünlük içerisindedir. Eser, yalnızca iktisadî bir meseleye dair akademik bir çerçeve sunmuyor onu Büyük Doğu–İbda fikriyatıyla bütünleştirerek insanı ve toplumu kuşatan bir dünya görüşünün içinde ele alıyor.
Eserde, iktisadın yalnızca üretim, tüketim, para gibi teknik kavramlarla değil; ahlâk, insan ve toplumla irtibatlandırılması gerektiği vurgulanır. Bu yaklaşım, günümüzde ideolojiden koparılmış, seküler bir araç hâline getirilmiş iktisadî aklın sorgulanması anlamına gelir.
Eserde iktisat, insana vazife yükleyen bir saha olarak ele alınır. İnsan bu dünyada memurdur; azamî gayreti göstermekle, üretmekle, yetiştirmekle yükümlüdür. Tembelliği “takva” maskesiyle gizleyen de dünyayı tapınak hâline getiren de şeytana tâbi olan tiplerdir; bunların Allah katında bir karşılığı yoktur. Misal olarak eserde verilen Hazreti Ömer’in camide pinekleyenlere “Siz tevekkül ehli değil, hazır yiyicilersiniz! Haydi cemiyete karışın!” ikazı, bu hakikatin en berrak ifadesidir. İslâm’ın emrettiği tevekkül, miskin miskin oturmak değil; çalışıp üretmek, ardından nihayetini Allah’a bırakmaktır. Bu ölçü, Müslüman’ın hayatını düzenlerken hem dünya mesuliyetinden hem de ahiret hesabından kaçışın imkânsızlığını hatırlatır.
Ahlâkî boyuttan yoksun bir iktisadî sistem, ister liberal ister kolektivist olsun, insanı eşyaya mahkûm eden, kârı yücelten ve toplumu çürüten bir mekanizmaya dönüşür. Serbest piyasa adı altında tesis edilen yapı, gayret yerine gösterişi, üretim yerine tüketimi, emek yerine rantı ön plana çıkarır. Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle “olmadığı mânânın mâliki görünme” çabası, günümüzün ruhsuz kalkınma söylemini de açıklar.
Bugün serbest piyasa adı altında işleyen düzen, denetimden uzak, başıboş bir hâle gelmiştir. Ahlâkî ölçülerden koparılan bu yapı rantı emek yerine koymakta, tüketimi üretimin önüne çıkarmakta, ihtikârı (karaborsacılık) ve tefeciliği serbestlik kisvesi altında meşrulaştırmaktadır. Böyle bir piyasa, insanı maddenin kölesi hâline getiren, toplumu çürüten bir mekanizmaya dönüşmektedir.
Avrupa’da ise serbest piyasanın farklı tecrübeleri görülmektedir. Almanya’nın sosyal piyasa düzeninde devlet, tekelleşmeye ve kartelleşmeye izin vermemekte, işçi-işveren dengesini gözetmektedir. Norveç, dünyanın en büyük varlık fonunu “etik yatırım ilkeleri” ile yönetmekte ve kirli sektörlerden sermayesini çekmektedir. Buna rağmen bütün bu örnekler, köklü bir ahlâkî zemin üzerine inşa edilmedikleri için sınırlı bir fayda sağlamakta, kapitalist çarkın içinde dönüp durmaktadır. Türkiye’deki serbest piyasa ise liberal ekonomi üzerine kurulu olduğundan çığırından çıkmış, ahlâksız bir yapıya bürünmüştür. Serbest rekabet adı altında karteller palazlanmakta, halkın emeği bankacılık sistemi üzerinden faizle sömürülmektedir. Bu şartlar altında “faizsiz ekonomi” söylemi de yalnızca bir slogan olarak kalmakta, mevcut düzenin içinde gerçekleşmesi mümkün olmamaktadır. Faizsiz bir iktisadî düzen için evvela kökten bir sistem değişimi gerekmektedir. Hz. Ömer devrinde de olduğu gibi, iktisat sadece mal ve mülk meselesi olmayıp doğrudan doğruya adalet meselesidir. Adaletin olmadığı yerde iktisat zulme dönüşür. Bugün insanlığın ihtiyacı, serbest piyasanın ahlâk ve ölçü ile terbiye edilmesidir.
Salih Mirzabeyoğlu, Türkiye’nin yaşadığı iktisadî meselelerin sadece teknik yetersizliklerle açıklanamayacağını, buhranların temelinde ruhî bir idraksizlik bulunduğunu belirtir. Üretim yerine tüketime dayalı yapı, ithalata bağlı ihracat anlayışı, kısa vadeli kazanç hesapları ve gelir dağılımındaki adaletsizlikler; halkı geçim sıkıntısına, devleti borç ekonomisine mahkûm etmektedir.
Bu yapı, iktisadın ahlâk ve adaletten koptuğunda nasıl yozlaştığını ortaya koyar. Savunma sanayiinde elde edilen başarılar, milletin üretim potansiyelinin varlığını gösterse de bu tür gelişmelerin kalıcı bir düzene dönüşebilmesi için kendi medeniyetimizin köklerine râbıtalı bir sistem inşası şarttır. Aksi hâlde kazanımlar geçici olur ve sistem dışı kalır.
Enflasyon meselesi eserde salt ekonomik değil, ahlâkî bir mesele olarak ele alınır. Büyük Doğu Mimarı, enflasyonu “Bir insanın parasını cüzdanına el atmadan çalmak demektir. Mevcut paranın bir misli çıkarıldı mı, cepteki paraların yarısı kaybedilmiştir.” şeklinde tanımlar. Bu yaklaşım, enflasyonun özünde bir gasp, sistemsel bir hırsızlık olduğunu gösterir. Yeni para tedavülü gibi tavsiyeler, piyasayı taşıyamayacağı yüklerin altına sokarak çöküşü hızlandırır. Misal olarak, “piyasayı tâkati üstünde para mevcûduna boğmak, bir çocuğa taşıyamayacağı ağırlığı yüklemek olur” benzetmesi yapılır.
Bugün yaşanan tablo da bu hakikati doğrulamaktadır. Devletin bütçe açığını kapatmak için para basması yahut kredi musluklarını ölçüsüzce açması, halkın cebinden habersizce servet çalınması demektir. Maaşına zam yapılan işçi, daha ilk pazara çıktığında aynı parayla daha az ürün alabildiğinde, aslında kendisinden fark ettirilmeden gasp yapılmış olmaktadır. İşte bu sebeple enflasyon teknik bir dalgalanma olmaktan öte doğrudan doğruya ahlâkî bir buhran haline dönmüş demektir.
Mirzabeyoğlu, “Mülkiyet Hakkına Bağlı Cemiyet Sermayedarlığı” başlığı altında faşizm, komünizm ve liberalizmi hem ayrı ayrı hem müşterek zaafları üzerinden tenkit eder. Faşizm devleti putlaştırırken, komünizm ferdî iradeyi ortadan kaldırır; liberalizm ise serbestlik söylemiyle güçlü olanın zayıfı ezmesini tabiî hâle getirir. Bu ideolojilerin müşterek çıkmazı karşısında Büyük Doğu-İbda, Allah merkezli bir nizam, vahye dayalı ölçüler ve adalet esasına bağlı bir hayat anlayışı; fert ve cemiyet arasında denge kuran, hürriyeti hakikate bağlı bir şekilde tanımlayan bir ölçüler manzumesi sunar. Mirzabeyoğlu’nun “Ferdin özünü tahrip edici hiçbir hürriyete müsaade edilemez” yaklaşımı, İslâm’ın hürriyet anlayışının merkezinde yer alır.
ABD’de 1960’larda yaşanan ekonomik kriz örneği üzerinden Salih Mirzabeyoğlu, krizin ruhî bir boyut taşıdığına dikkat çeker. Tüketim isteksizliği ve hayat iştahsızlığı, gelişmiş ülkelerde bile iktisadî sistemi tehdit eden bir unsura dönüşür. Halbuki Türkiye gibi ülkelerde mesele, ruhî ve kültürel kopuşla ilgilidir. Toplumun kıymet hükümleri eksik veya itibarsız hâle geldiğinde üretim şevki de kalmaz. Bu durum, hiçbir para politikasıyla düzeltilemez. Bu kopuşun tezahürleri her yerde gözlemlenmektedir. Helâl-haram demeden hırsla para kazanma uğruna ölçüsüzlüğe savrulanlar, sırf ürün ucuzlamasın diye bir kamyon sebzeyi çöpe dökenler, dolardaki küçük dalgalanmaları bahane ederek her gün yeni zamlarla halkın sırtına binenler… Tefecilik ve faizle halkın kanını emenler, emeği hiçe sayıp kısa yoldan zenginleşme hevesiyle gayrimeşru yollara başvuranlar… Bunların hepsi, iktisadın ahlâktan koptuğunda nasıl bir yozlaşmaya saplandığının somut örnekleri ve Batı’dan ithal edilen liberal zihniyetin bir sonucudur.
Eserde faizsiz bir ekonomik sistemin imkân ve gerekliliği detaylandırılır. Beytü’l malın mâhiyeti, modern merkez bankacılığıyla mukayese edilir. Faizin ahlâkî ve toplumsal bir yara olduğu belirtilir. Modern bankacılığın serveti merkezîleştirdiği ve emeği değersizleştirdiği görülürken İslâm’ın teklif ettiği model üretimi, paylaşımı ve adaleti esas alır.
Faizsiz bir düzenin bugünkü kapitalist sistem içinde işletilmesi mümkün değildir. Çünkü bu sistem, varlığını faize borçlu bir düzendir; onsuz yürümez. Faiz, yalnızca bir borç-alacak meselesi değil, bütün bir dünya görüşünü şekillendiren zehirli bir damardır. Tarih boyunca Yahudilerin hileyle meşrulaştırdığı, Batı’nın kültürle “tabiî” hâle getirdiği bu bela, bizde de rejim, eğitim ve medya yoluyla zihinlere sokulmuştur. Halbuki İslâm 1500 yıl boyunca bunun en büyük hile olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla çözüm faiz oranlarının indirilmesi ya da “katılım bankacılığı” etiketiyle hafifletilmesi değil, topyekûn bir değişimdir. Sistemin kökünden değişmesi, faizin mutlak haram oluşunun yeniden şuurlaştırılması şarttır; aksi hâlde “faizi kaldırdık” desek bile ertesi gün aynı bataklığa geri döneriz. Faizler düşürüldü de ne oldu? Nitekim Mirzabeyoğlu'nun “Kaldırırsan ertesi gün kendin getirirsin” dediği oldu ve faiz tekrar çıkarıldı. İslâm’ın teklif ettiği model, faize dayalı zulmün karşısında adalet merkezli bir iktisadî nizâmı işaret eder. Beytü’l mal, para vakıfları, karz-ı hasen ve mudârebe gibi usuller, tarihî tecrübemizin de gösterdiği üzere üretimi, paylaşımı ve ortaklığı esas alır. Ortaklık, kardeşliğin iktisadî hayattaki tezahürüdür. Kazanç da kayıp da beraberce paylaşılır. Bankacılık dahi bu ölçüye göre yeniden şekillendirilerek, “faiz” ismiyle değil, masraf karşılığı ve iştirak payı mantığıyla işletilebilir. Şöyle bir itiraz gelebilir: Bugün zaten “katılım bankacılığı” adı altında kullanılan masraf karşılığı veya iştirak payı benzeri kavramlar mevcut görünüyor. Fakat problem şu ki bunlar çoğu zaman faizli düzenin içinde, sadece isim ve şekil değiştirilmiş biçimde uygulanıyor. Yani özde yine kredi veriliyor, yine borç üzerinden kâr elde ediliyor; sadece buna “murâbaha”, “vade farkı” ya da “iştirak” deniyor.
Eserde bahsi geçen bir diğer mesele de kapitalizm, liberalizm, sosyalizm ve kolektivizm gibi kavramlar... Bunlar eserde yalnızca tarif edilmez; hangi fikrî kökten beslendikleri, hangi tarihî bağlamda ortaya çıktıkları da irdelenir. Marksist sınıf çatışması anlayışı karşısında, İslâmî dünya görüşüyle şekillenmiş sınıf tasavvuru ele alınır. Sınıf, vazife ve denge unsuru olarak konumlandırılır. İslâm, fert ile cemiyet arasındaki uçurumu körükleyen yahut ferdiyeti cemiyet içinde boğan izmlerin aksine, her bir sosyal tabakayı bir diğerine karşı vazifelerle bağlayan ölçüler vazeder. Böylece sınıflar arasında kavgayı değil de tamamlayıcılık ve adaleti tesis eder. Kapitalizm, emeği ucuz bir kölelik düzenine mahkûm ederken; sosyalizm, ferdin gayret ve kabiliyetini cemiyetin hantallığına gömer. Liberalizm, sınırsız bireycilik adına ahlâkı ayaklar altına alır; kolektivizm ise insanı sürü psikolojisine zincirler. Fakat İslâm’ın teklif ettiği nizamda işverenin kazancı, işçinin alın teriyle birlikte meşrulaşır. Üretici, tüketicinin hakkını gözetmeden helal kazanca ulaşamaz. Böylece iktisadî hayat ahlâkî ölçülerle de denetlenir. İbda’nın teklifi, işte bu ahlâk-iktisat bütünlüğünü yeniden diriltmek ve ferd ile cemiyet arasındaki dengeyi hakikat mihverinde tesis etmektir.
Mirzabeyoğlu, eserinin sonunda iktisadî durumu “üç perde” hâlinde tasvir eder ve dokuz maddelik bir reçete sunar. “Muhtekir mel’undur” hadisi gereğince karaborsaya karşı tavırdan, Merkez Bankası’nın faizle işleyen yapısına kadar birçok meseleye temas eder. Servet beyanı gibi uygulamaların mülkiyetin mahremiyetini ihlâl ettiğini ve sermayeyi teşebbüsten uzaklaştıracağını belirtir. Bu reçeteler, yalnızca mevcut düzen eleştirisi seviyesinde kalmayıp onu aşmayı hedefleyen bir tefekkür haritası olarak değerlendirilmelidir. Salih Mirzabeyoğlu’nun iktisat sahasına dair kaleme aldığı bu eser, insanın yeryüzündeki vazifesine dair köklü bir çözüm yoludur. İktisadın, ahlâk ve adaletin emrinde bir vâsıta oluşunu temellendirirken; modern sistemlerin insanı nesneleştiren, toplumu çürüten, devleti gasp eden yapısını teşhir eder. Ayrıca eserde kapitalist mantığın maddenin kölesi hâline getirdiği fert ile komünist tahayyülün şahsiyetsiz kıldığı cemiyet arasında, İslâmî dünya görüşünün teklif ettiği insaf, denge ve nizam ölçüleri bütün açıklığıyla ortaya konulur. Bu yönüyle Mirzabeyoğlu’nun yaklaşımı, Türkiye’nin yaşadığı iktisadî krizlerin yapısını anlamak için temel bir zemin sunar. Enflasyon, faiz, gelir adaletsizliği, borç sarmalı gibi meseleler, teknik çözümlerle geçiştirilemeyecek kadar köklü, ancak fikrî ve ruhî bir bakışla kavranabilecek kadar büyük boyutlara sahiptir. Eserde yer alan her teklif, bugünle sınırlı kalmayarak geleceğin de inşa edileceği sağlam temelleri gösterir. Türkiye’nin kalkınma hamlelerinin, kalıcı bir nizama dönüşebilmesi için İslâm ahlâkıyla ve kendi tarihî-medenî temeliyle irtibatlı bir Büyük Doğu–İbda anlayışı etrafında yeniden şekillenmesi icap etmektedir. Eser, fikrin iktisada, iktisadın nizama, nizamın da “yaşanmaya değer hayat”a açıldığı bir yol haritası olup ekonomik kurtuluştan ziyade insanlık haysiyetinin ve cemiyet huzurunun da kapısını aralamaktadır.
Aylık Baran Dergisi 43. Sayı, Eylül 2025