Rant, kısa vadede lüks konutlar, dev alışveriş merkezleri ve gökdelenler satın alıyor gibi görünse de, uzun vadede bir toplumun değerlerini, kültürünü ve ahlâkını da tüketiyor. En başta devlete olan güven zedeleniyor. Çünkü fırsat eşitliği yerine ayrıcalık ve bağlantılar öne çıkıyor.

Türkiye’de rant denildiğinde akla ilk gelen arsa ve imar düzenlemeleridir. Özellikle büyük şehirlerdeki hızlı ve çoğu zaman plansız büyüme, rantın en verimli zemini hâline gelmiştir. Bir köy arazisinin birkaç yıl içinde bir imar kararıyla milyarlık değere ulaşması, emek ya da üretimle açıklanamayacak bir “servet transferi”dir. Burada kazanç, toprağa alın teri döken çiftçiden değil de belediye meclisinde alınan bir imar kararından, merkezi idareden çıkan bir düzenlemeden veya siyasî bağlantılar sayesinde açılan özel ayrıcalıklardan kaynaklanır. İktisadî faaliyetin temel mantığı olan üretim, yenilik veya katma değer oluşturma yerine, “kâğıt üzerinde yapılan değişiklikler” üzerinden devasa servetler ortaya çıkar. Bu durum, toplumun çalışarak kazanan kesimleriyle rant yoluyla zenginleşenler arasında yadsınamayacak derecede bir uçurum doğurur. Haliyle rant düzeni, ahlâk ve hukuk anlayışını doğrudan zedeleyen bir içtimaî yara hâline gelir.

Yine kamu yatırımları da rantın en büyük kaynağı hâline gelmiştir. Bir metro hattının geçtiği güzergâh, bir köprünün bağlantı yolunun kenarındaki arsalar, bir havaalanının yakınındaki araziler, birkaç yıl içinde olağanüstü değerlere ulaşır. Bu değer artışından asıl kazanan, o bölgede yıllardır yaşayan halk değildir de önceden bilgiye erişmiş veya karar mekanizmasına yakın duran sermaye grupları olmuştur. Ayrıca belediyeler ve devlet, elindeki kamu arazilerini düşük bedellerle özel şirketlere tahsis ederek, halkın ortak malı olan toprakları belirli çevrelerin kâr hanesine aktarır. Ardından bu araziler üzerinde yapılan projeler, astronomik fiyatlarla pazara sunulur. Böylece üretime dayalı olmayan, toplumun hiçbir kesimine fayda sağlamayan bir “gelir modeli” doğar. Bunun faturası ise yüksek konut fiyatları, artan kira bedelleri ve şehirlerin yaşanmaz hâle gelmesiyle doğrudan halka kesilir.

Rant düzeninden beslenenler, toplumun dar bir kesimini oluşturan ayrıcalıklı zümrelerdir. Bu zümrenin başında siyasî iktidara yakın duran büyük müteahhitler, çıkar ağları ve spekülatörler gelir. Bir imar kararının önceden haberini alan, bir yatırım projesinin güzergâhını bilen veya kamu arazisinin tahsis sürecine dâhil olanlar, kısa sürede servetlerine servet katarken, toplumun geniş kesimleri ağır bir yükün altına girmektedir. Emeğiyle geçinen vatandaş, bu süreçte kaybedendir. Çünkü konut fiyatları ve kiralar artmakta, şehirlerde yaşam maliyeti yükselmektedir. Orta sınıf giderek erirken, gençler ev sahibi olma hayalini tamamen yitirmektedir. Devlet de çoğu zaman günü kurtarmaya dönük gelir uğruna bu mekanizmayı teşvik eder hâle gelmekte, uzun vadeli kalkınma yerine kısa vadeli rant paylaşımı öncelik kazanmaktadır. Bu kısır döngü, toplumda çalışarak ve üreterek zenginleşme inancını yıkmakta, “zenginlik ancak siyasî bağlantılarla ve rant mekanizmalarıyla mümkündür” kanaatini yerleştirmektedir. Sonuçta, bir avuç imtiyazlı sermaye grubu kazançlı çıkarken, adalet duygusu, toplumsal güven ve iktisadî istikrar ağır bir tahribata uğramaktadır.

Rant, kısa vadede lüks konutlar, dev alışveriş merkezleri ve gökdelenler satın alıyor gibi görünse de, uzun vadede bir toplumun değerlerini, kültürünü ve ahlâkını da tüketiyor. En başta devlete olan güven zedeleniyor. Çünkü fırsat eşitliği yerine ayrıcalık ve bağlantılar öne çıkıyor. Çalışarak kazanç elde etmek yerine, imar değişikliğinden veya siyasî nüfuzdan pay kapmak, servet edinmenin yolu hâline geliyor. İnsanlar emek ve liyakat yerine “adamını bulmanın” kazandırdığı bir düzenin hâkim olduğuna inandırılıyor. Doğa ve tarım alanları da rantın bedelini ödüyor; verimli araziler, ormanlar ve kıyılar beton bloklarla dolduruluyor.

Rantın en görünür yıkımlarından biri ise mimarî alanda ortaya çıkıyor. İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin pek çok şehri, ruhsuz taş yığınlarına dönüşmüş vaziyette. Tarihî dokuyu korumak yerine, estetikten yoksun, birbirinin kopyası beton bloklar yükseliyor. Kentler birer kültür merkezi olmaktan çıkıyor, “yaşanabilir şehir” idealinden uzaklaşıyor. Bir zamanların mahallesi, komşuluk ve sosyal hayatıyla canlı şehir dokusu; bugün birbirinden kopuk, gettolaşmış, çirkin binaların gölgesinde kayboluyor. Denetim ise neredeyse yok; herkes bir kat daha atmak, fazladan daire çıkarmak için adamını buluyor, göz yumuluyor. Böylece rant, ekonomi ile birlikte mimarî estetiği ve şehirlerin ruhunu da tüketiyor. Sonuçta Türkiye, kendi medeniyet tasavvuruna uygun şehirler inşa etmek yerine, kültürsüz betonlaşmanın esiri hâline geliyor.

Kısacası; gözünü hırs bürümüş bir avuç açgözlü kesimin kısa vadeli kazanç uğruna ülkeyi yaşanmaz hâle getirmesine artık seyirci kalınamaz. Devletin, memleketi çıkar ağlarına peşkeş çekmek yerine, doğrudan halkı sürece dâhil eden projeler geliştirmesi zorunludur. Gelir eşitsizliğini azaltacak, üretime dayalı bir paylaşımı teşvik edecek, gayrimenkul sertifikası gibi modellerle vatandaşın da değer artışından pay almasını sağlayacak düzenlemeler yapılması halkın en temel hakkıdır. Artık devlet de şunun farkına varmalıdır ki, azdıkça azan, hırsla semiren bu kesimleri besleyerek ne ülkeye ne de millete fayda sağlamak mümkündür. Türkiye’nin gerçek kalkınması, rant mekanizmasına dayalı çarpık düzeni kırarak, adalet ve üretim esasına dayalı bir iktisadî nizamı inşa etmekle mümkün olacaktır.

Aylık Baran Dergisi 43. Sayı Eylül 2025