Yazı: Asaf Enes Düzenli

Osmanlı’nın kuruluş ve yükselme devrinin münbit ikliminde yetişen ve kemaliyle tebarüz eden ilim ve irfan adamları, duraklama ve çözülüş döneminde de âdeta bir “gen sürekliliği” şeklinde varlıklarını devam ettirmişlerdir. Osmanlı’nın saf ve som “Ehl-i sünnet” itikadına dair kaleme alınan eserler günümüze kadar gelmiş ve hâlen itikadî derinlik ve kuşatıcılığıyla erişilmez zirve eserler olarak “kuyûd-ı kadîme” türünden eski kütüphanelerimizin raflarında bir gün kendilerini okuyacak, anlayacak ve günümüze aktaracakları beklemektedir.

Maalesef doğrudan bu kitaplara el atması ve günümüze kazandırması gerekirken, (bazı istisnaları olmakla beraber) ilgili devlet kurumları ve üniversitelerimiz, sahip olduğumuz “hazine-i kütüp”ten âdeta habersizliğin veya vurdumduymazlığın hazzını yaşamaktadırlar. Cedd’lerimizin ter ve emekleriyle hazırladıkları te’lif eserlere ilgisizlik affedilemeyecek bir vebaldir.

Yeri geldiğinde kuru bir “hamaset ve ecdat edebiyatı”na kilitlenen kimi siyasilerin ve kendini kültür adamı nasbedenlerin de kadîm eserlerimizle herhangi bağları ve dertleri yok ne yazık ki. Kitaptan ürken, kitabın ağırlığından rahatsızlık duyan bir siyaset ve kültür ikliminden bu konuda bir şey beklemek, Ağustos ayında suyun buz tutmasını beklemek gibi bir abesle iştigal olur.

Oysa ki Osmanlı Münevverlerinin, “mütebahhir” yâni sınırsız bir ilim ve irfan ummanı olmaları, günümüzün ilim adamlarına hiçbir mesaj vermiyor maalesef. Veyahut böyle bir ummana girme şartlarına malik değiller.

Bu kasvet verici vurdumduymazlık ortamının içinde, ilgililer tarafından yapılması gereken bu tür işlerin dert sahibi meraklılar tarafından yerine getirilmesi sevindirici oluyor.

Bu nev’iden eserlerin en önemlilerinden, günümüz Türkçesine mutlaka kazandırılması gereken eserlerden birisi olan Giritli Sırrı Paşa’nın NAKDÜ’L KELÂM Fİ AKÂİDİ’L-İSLÂM isimli kitabı Kâzım ALBAYRAK tarafından açıklamalı notlarla günümüz Türkçesine aktarılarak yayınlandı. Kitabın önemini farkeden Kâzım Albayrak, bu eseri 1987 yılında İLM-İ KELÂMIN ÖZÜ ismiyle özet olarak sadeleştirilerek yayın hayatımıza kazandırmıştı. Bu kez gene Albayrak, üzerinde epey çaba ve emek sarfederek günümüz insanının anlayacağı açıklamalar ve notlarla eseri hazırladı ve eser altıyüz sayfa olarak Şamil Yayınevince yayınlandı. Öncelikle kütüphanelerimizin tozlu raflarında adeta “beni farket” diyen böyle bir eseri günümüze taşıdığı için Kâzım Albayrak’ı tebrik ve yayınevine teşekkür etmek gerekiyor.

İlmin iklimi terketmediği ve iklimin de ilimden kopmadığı kemal dönemlerinde Sırrı Paşa gibi zirve şahsiyetlerin varlığı, devlet ve toplumun geleceğinden emin olmasının teminatı idi. Aynı dönemin münevverlerinden olan büyük devlet, fikir ve ilim adamı olan Ahmet Cevdet Paşa da bu manada mütebahhir şahsiyetlerden birisidir. İlginç olan şu ki; her iki devlet ve irfan adamının II. Abdulhamid Han devrinde (1876-1909) yönetici olmaları ve eser vermeleridir.

Sırrı Paşa eserini II. Abdulhamid Han’a takdim etmiş ve girişinde eserin tel’if sebebi hususunda “Bu kitabın sıhhat ölçüsü, halifenin mukaddes dini koruyup beslemeleri semeresidir” diyerek, Abdulhamid Han’ın Din-i Mübin-i İslam’ı koruyucu hassasiyetinden kaynaklandığını ifade etmiştir. Dönemin bazı Müslüman müellif-şairlerinin (ne acıdır ki) Abdulhamid muhalefetine rağmen, Sırrı Paşa Abdulhamid Han’ın niyet ve politikalarını idrak etmiş bir münevver ve idareci olarak onları tasvip etmiş, desteklemiş ve başta Vali olarak bulunduğu illerde takipçisi ve tatbikçisi olmuştur. Gene ne yazık ki; Sultan Abdulhamid Han’ın basiret ve ferasetiyle görüp hissettiklerini onun yanında olması gerekenler görememiş ve hissedememişlerdir. Sırrı Paşa gibi devlet, ilim ve irfan adamları bu ince ve derin politikaları ferasetiyle görmüşler ve O’nun tarafında yer almışlardır. Sırrı Paşa gibi mütebahhir şahsiyetlerin ilim ve irfan yönü, devlet idarecisi (vali, vezir, vs.) yönlerini aşmış ve ortaya koydukları eserler bunu tebarüz ettirmiştir.

Oldukça ihatalı ikinci baskısının başındaki ithaf cümlelerinde, eserin birinci basımını Salih Mirzabeyoğlunun ayrıntılı olarak tetkik ettiği ve ikinci baskı için eseri genişletmesini istediği belirtiliyor. Albayrak da, bunu Mirzabeyoğlu’nun vasiyeti bilerek eseri ikinci baskıya hazırlıyor.

Eserin dili bugünkü nesil için ağır olmasına rağmen, eserin kavramsal bütünlüğü ve muhtevasına sadık kalınarak, temel İslâmî kavramları olduğu gibi transkript ederek, gerektiği yerlerde dipnotlar ve açıklamalara yer veriliyor. Yani sadeleştirme ne birebir transkript ne de aslından uzaklaşarak yapılan bir çeviridir. Albayrak, asla bağlı bir sadeleştirmeyi tercih etmiş, anlaşılması zor olan kavramları aynen koruyarak yanına açıklamasını getirmiştir.  

Bu tür ehemmiyetli ve temel eserlerin mutlaka sonraki nesillere kazandırılması lazım. Ancak, bu tercüme veya transkript meselesi, neredeyse tel’liften daha da zor ve meşakkatli, bir o kadar da mes’uliyet isteyen bir uğraş. Ama mutlaka bu ve benzeri kitapların dil ve muhteva bütünlüğünü bozmadan, hem yazıldığı dönemin diline, hem de bugünün kullanım diline mutabık olarak (kimi hassas ilim ve irfan adamları tasvip etmese de, onlara saygı duyarak) sadeleştirilmesi gerekiyor. Yoksa, bu önemli eserler kütüphanelerimizin raflarında ölü sayfalar halinde kalacak ve kimsenin haberi olmayacak.

Eserin hem muhtevasına hem de diline tam bir sadakat halinde bugünkü Türkçeye kazandırmada oldukça hassas davranıldığını görüyoruz. Aslı 355 sayfa olan bu muhteşem eseri orijinali kadar açıklamalarıyla 604 sayfa ile sadeleştirerek latinize etmiş. Yani, kitabının orijinal hacmi kadar açıklamalara yer verilmiş.

“Günümüzün kelam meselelerine bu eserin bir katkısı var mıdır?” diye sorduğumuzda, şüphesiz bu tür muhtevalı temel eserlerin yazıldığı dönemden sonraki tartışmalara da ışık tutucu tarafı vardır, diyebiliriz. Ancak, ne yazık ki bugün gerek ülkemizde, gerekse İslam dünyasında kelâm ilminin alanına giren meselelere dair ciddi bir tartışma, arayış veya yeni konu imali bulunmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Günümüzde bu konuda yapılan veya yapılmak istenenler, kopyalamanın ötesine geçmiyor, geçemiyor. Albayrak’ın kitaba yaptığı ekler, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’ndan aktardığı hükümler, günümüzün (bir şekilde) kelâmî konularına bugünün diliyle yaklaşım için dikkat çekici. Bu fikirlerden de yer yer iktibaslar ve süzme yapılıp, ilm-i kelâm içinde gösterilmesi esere ayrı bir canlılık ve çeşitlilik katmıştır. Böylece günümüz okuruna bu klasik eserin aktarılması örnek olmuştur.

Örneğin, eserin başında eski yazı ile “Birinci Kelam” başlığı altında “Hakaik-i Eşya” kısmındaki ilk cümle şöyledir: “Ben bir kenz-i mahfî idim. Bilinmeyi sevdim di halkı anunçün yarattım” mealindeki hadis-i kudsî sübut-i hakâik-i eşya ile vücud mevcud eşyaya istidlal içün ne güzel bir misaldir. İşte sebep budur ki Hakâik-i eşya bahsi re’si mesâili ilm-i kelâm olmuştur.”

Albayrak, bu temel cümleyi oldukça hassas ve güzel bir Türkçe ile günümüze şöyle aktarmıştır: “Ben bir gizli hazine idim, bilinmeyi sevdim de kâinatı onun için yarattım” mealindeki kudsî hadis, varlığın hakikatlerinin “sabit bulunması-gerçek olması” ile, varlığı yaratanın mevcudiyetine delil için ne güzel bir misaldir. Bu nedenle, Hakâyık-ı Eşya-Varlığın Hakikatleri bahsi, KELÂM İLMİ’nin esas mesâili (baş meselesi) olmuştur.”

İkinci baskının takdiminde “Bu kitabın birinci baskısını seçmeci usulle ve ilk beş fasılla sınırlamış iken, ikinci baskısında tamamını (12 fasıl) eksiksiz sadeleştirdik. Dipnot ve izahatlarla da genişletmeyi hedef aldık. Biraz zaman alıcı olsa da eseri tahric ettik. Kaynak açısından akademik literatüre de uymaya çalıştık. Bu eser vesilesiyle davet ettiği mevzulara da temas ederken, ilm-i kelâmın günümüz meselelerine cevap verir niteliğini her fasıl sonunda işleyerek dinamik planda gösterdik; bunu “Açıklama” başlığı altında yaptık. Giriş bölümünde ise İslâmî ilimlerin usül meseleleri ile felsefe-hikmet-kelâm ilişkilerine temas ederken, hem giriş bölümünde hem ileriki fasıllarda detaylı dipnotlarla da hak ve bâtıl akımlar/mezhepler ve bunların kurucuları hakkında tanıtıcı bilgiler verildi.”  diyerek, günümüz idraki açısından da eserin ne anlam ifade ettiğine ve ihtiyaç olduğuna vurgu yapıyor. 

Açıklamalar ve dipnotlarla bütünlüğünü koruyarak eseri hazırlayan Albayrak, başında Sırrı Paşa’nın Hayatı ve Eserlerine dair kısa bilgilendirmelerde bulunmuş. Albayrak’ın ifadeleriyle: “Bir Osmanlı vali ve veziri olarak işindeki sertliği, tavizsizliği, doğruluğu ve disiplinli oluşu, başta Abdulhamid Han olmak üzere devletçe tutulması ve seçilmesi, yazıya ve ilme karşı hassasiyeti onu mümtaz bir yere taşımıştır.”

1844’te Girit’te doğan ve 51 yaşında (1895) İstanbul’da vefat eden Sırrı Paşa, Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa’nın da dikkatini çekmiş ve onu Abdülhamid Han’la tanıştırmıştır. Vezirlik rütbesine sahip iki kez Trabzon, Kastamonu, Diyarbakır, Adana ve Bağdat Valiliklerinde bulunan Sırrı Paşa, bu idari vazifelerinin yanında ilmî şahsiyetiyle tebarüz ederek önemli eserler kaleme almıştır. Ömer Nasuhi Bilmen, Sırrı Paşa’nın ilmî şahsiyetine dair şunları söylüyor: “Medrese tahsilini ikmal etmiş, âlim, edip, şair bir zattır… Kur’an-ı Mübin’in bazı sûrelerine metîn bir üslup ile Türkçe tefsir yazmıştır”.  Sırrı Paşa’nın şahsiyeti ve ahlâkî tavrına dair de Albayrak, “Sırrı Paşa, ilim ve irfan sahipleriyle görüşüp onlara hürmet eder, kendilerine elinden gelen hizmet ve yardımı yapmaktan zevk alırdı. Diyarbakır’a vali olarak giderken, Kâdiri ve Şâzeli şeyhlerinden Abdülhamid Hamdi Efendi’yi Harput’ta ziyaret etmiş, daha sonra onu Diyarbakır’a davet etmek suretiyle hürmet göstermiştir. Onun Muallim Naci’ye ve Harputlu Hacı Hamdi Efendi’ye el altından yardım yaptığı bilinmektedir. O, yetenekli insanların elinden tutmuştur. Nitekim Süleyman Nazif, babasını kaybedip kimsesiz kaldığı günlerde Diyarbakır Valisi Sırrı Paşa’nın himmetiyle işe başladığını ve kısa sürede sâniye rütbesine yükseldiğini minnetle anmaktadır.” demektedir.

Eserleri ile ilgili olarak da Albayrak özetle şunları söylüyor: “Başta tefsir ve kelâm olmak üzere mantık, dinler ve mezhepler tarihi, dil ve edebiyata dair yirmiye yakın eser kaleme almış bir Osmanlı aydınıdır. Eserlerinin sekizi tefsir, altısı kelâm, mantık, dinler ve mezhepler tarihi, ikisi ise dil ve edebiyatlarına dairdir.”

Sırrı Paşa’nın İslâm Akaidine dair bu eseri, ilmi ve teknik bir eser olmanın ötesinde muhtevasındaki hikmet kıvılcımlarıyla alanında eşsiz bir eserdir. Eserin giriş kısımlarında Kâzım Albayrak’ın “Kelâm, Felsefe ve Hikemiyat Üzerine” başlıklı oldukça kapsamlı ve derinlikli 42 sayfalık ilim, tefekkür ve hikmet bağlamındaki yazısı eserin niçin mühim olduğuna dair önemli bir metin olarak hazırlanmış.

Sırrı Paşa, kadîm felsefenin özellikle varlık ve hakikate dair temel meselelerini derin bir vukufla ele alıyor ve İslâm İtikadına dair temel inanç ve kabulleri efrâdını cami ağyârını mâni bir şekilde ele alıyor. 

Ele aldığı kavram ve meselelerin izahında öyle derinlere iniyor ki, işin mahiyeti ve hakikatini şüpheye yer bırakmadan izah ediyor. Meselâ; “Bilgi” bahsinde İmam-ı Matüridî’nin bilgi tarifinin en güzel tarif olduğuna vurgu yapar ve “Bilgi bir sıfattır ki, dil ya da kalb ile zikredilebilen ve kelimelerle tabir edilebilen şeyler, bu sıfata sahip olan kişiye âyân ve âşikâr olur. O şey, ister insan gibi ‘mevcut’ olsun, isterse anka kuşu gibi ‘yok’ olsun. Bu tarife göre ‘bilgi’, hem hislere, hem tasavvurlara hem de kesin olan ve olmayan tasdiklere taalluk eden aklın idrakine şamil olur.” Sırrı Paşa’nın epistemoloji/bilgi felsefesi’nin temeline dair yani “bilgi”ye dair bu mükemmel ve muazzam tanımı bütün ilimlerin tefekkür boyutu olan “doğru düşünce”yi temellendirmede benzeri olmayan ve daha ilerisine ulaşılması mümkün olmayan bir ekmel tariftir.

Gene “Akıl” bahsinde “Selim his ve doğru haber gibi, akıl da bilginin sebeplerindendir. Aklın pek çok tarifi yapılmışsa da bizce en uygunu şudur: “Akıl, konuşan ve düşünen insanın kendine mahsus bir kuvvetidir ki insan, onunla bilgi edinmeye ve idrake kadir olur.’ Başka bir tarif ise şöyledir: “Akıl, bir cevherdir ki, gaipleri, yani tasavvur ve tasdikteki meçhulleri vasıtalar ile; hasseleri ise müşâhade ile idrak eder. Vasıtalar; tasdikte ‘deliller’, tasavvurda ‘tarif’ demektir. Müşâhade; beş hasse (duyu) demektir…”

Aynı bahisten devam edelim: “Hikmet sahipleri, akıl için dört mertebe öngörmüşlerdir: Birincisi: Çocukların fiil ve idrak bulunmayan kabiliyetlerine, ‘heyulâni akıl-cevher akıl-asıl akıl’ denir. İkincisi: Apaçık bilgiler ile teorik bilgileri kazanmaya dair olan kabiliyetine, ‘meleke akıl (yetenek)’ denir. Üçüncüsü: Bedîhiyâttan, teorik bilgileri kazanmaya dair olan kabiliyetine, ‘fiilî akıl’ denir. Dördüncüsü: İdrak ettiği teorik bilgilerin daima yanında hazır olmasına ‘akl-ı müstefâd’ tabirini kullanmışlardır. Bu makamda akıldan gaye, şer’i mükellefliklere dayanak olan “meleke akıl (yetenek)”dır.”

Sırrı Paşa’nın Akıl’a dair bu temel tanımları da gene batılı epistemoloji/bilgi felsefesi’nin içinden çıkamadığı veyahut kendince çerçevelendirdiği kabuller ile inanış ve dünya görüşünün tezahürü olarak İslâmî epistemolojinin temellendirdiği, yerli yerine koyduğu “akıl” arasındaki farkı, ayrışmayı ortaya koyuyor.

Gene, İslâm tarihi boyunca itikadî mezheplerde büyük sapmalar olmasına, bu mezheplere dönemlerinde gerekli cevaplar delilleriyle verilmesine, bu mezheplerin iddiaları çürütülmesine ve aradan neredeyse 7-8 asır geçmesine rağmen bugününün İlahiyatçılarınca, sanki yeni bir tartışma mevzuu ve alanıymışçasına alâkasız ve seviyesiz bir biçimde uluorta tartışma konusu yapılan itikada dair bazı meseleler bile Sırrı Paşa tarafından geleneksel Ehl-i sünnet itikadı çizgisinde berraklaştırılmıştır. Meselâ şefaat, kabir azabı, ahiretin ahvali vs.

Tanım karşılığı ne kadar açıklansa da gene de kavramın kapsayıcılığı ve derinliğinden kaynaklanan “müphem”liğinin giderilmesi için oldukça geniş ve aydınlatıcı dipnot bilgilerle kitap sarih hale getirilmiş ve zenginleştirilmiş.

Ayrıca, dipnot ve açıklamalarda, kitabın mevzu sınırları içerisinde günümüzün sapkın Selefi, reformist, modernist cereyanlarına da cevaplar veriliyor. İlm-i Kelâm’ın sınırları içerisinde mevzular günümüze taşınarak, bugün kimi sapkın çevrelerce “Kur’an Müslümanlığı” adı altında müraice bir saptırmayla yayılmaya çalışılan itikadî ve amelî sapkınlıkların köksüzlüğü ve tutarsızlıkları hem tarihsel hem de güncel açıklamalarla çürütülüyor.

Gene, her faslın arkasında yapılan geniş muhtevalı açıklamalarla İslâm itikad ve düşüncesinin temellerine de göndermeler yapılıyor, misaller, anekdotlar aktarılıyor ve bugün için önemli olacak bilgiler veriliyor. Bilgi Meselesi faslından bir örnek: “Ümmetin yıldızlarından bir misal olarak aktaralım: “Üstün akıl’ın en üstün sınıfından biri, Ebû Hanîfe Hazretleridir. Büyük âlim Mis’âr, Ebû Hanîfe’nin karşısında diz çökerek, bilmediklerini sorar öğrenirdi. ‘Bir çok âlimden ders aldım, fakat Ebû Hanîfe’yi görmeseydim Yunan felsefesinin bataklığına kayacaktım!’ demiştir. İslâm filozofları denilen Kindî, Fârâbî, İbn-i Sînâ, İbni Rüşd’de ise akla sınırını aşan yetkiler ve tanımlar yüklemek söz konusudur...”

Ehl-i sünnet yolunun ilim ve tasavvufî zirvelerinden de zaman zaman ilgili mevzuları açıklayıcı ve tamamlayıcı aktarmalar da yapılmış eserde. Gene örnek olarak bu bağlamda “bilgi ve mârifet”e dair şunları okuyoruz: “Tasavvuf yoluna göre nefs terbiyesi, samimiyet ve ısrar sonucu (derunî tecrübe) insanın ruhî yönünün güçlenmesiyle keşif denen vasıtasız bilgi ve tanıma meydana gelir. Allah ve şeriat ancak bu yolla bilinir ve tanınır (mârifetullah). İmam Gazâlî’nin akıl yolunu yıllarca denedikten sonra bunu aşarak keşf ve ilham metodunu benimsemesi mâlumdur. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin kendi döneminde aklî ilimlerin zirvesine ulaşmış olan Fahreddin er-Razî’ye yazdığı mektup, keşf metodunun üstünlüklerini etkileyici bir uslüpla ifade eder. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre Allah’ı tanımak başka, Allah’ın varlığını bilmek başkadır. Akıl, Allah’ı ancak var olması bakımından ve selbî sıfatlarıyla (ne olmadığı açısından) bilir. Yani akıl yoluyla Allah’ın ne olduğunu bilemeyiz, ama ne olmadığını biliriz. Halbuki keşf yoluyla Allah müşâhade edilerek tanınır. Bunun adı mârifetullah-Allah’ın bilinmesidir. Akaid açısından esas olan Allah’ın varlığına inanmaktır, ancak inanmak için bilmek–tanımak zorundayız ki, sonra tasdik etmek mevzubahis olsun. Zaten iman, kalbî keşf iledir. Tasavvufa özgü terimler ise mevzuyu açmaya yöneliktir. İman ve kemalâtı ile nefs ve dereceleri, zâhir değil, daha ziyade bâtın ilmi mevzuudur ve amelle desteklenmektedir.”

Sırrı Paşa’nın “Nakdü’l-Kelâm fî Akaidi’l-İslâm” eseri ve bunun gibi temel eserlerin tercümesine cesaret etmek, hele de akaide dair bir eseri Türkçeye kazandırmaya çalışmak için mevzunun kapsama alanındaki mesele, zaman, mekân, şahıs, malzeme, tartışma, vs.ye de vukufiyeti icab ettirir. Bu anlamda, kitabı hazırlayanın, eserin her faslı için oldukça geniş tetebbuat ve taramamalarda bulunduğuna şahit oluyoruz. Yoksa, eserin sadece transkripsiyonu sadece alanında akademik çalışma yapacak dar bir çevrenin ilgisini çekecek ve yeterince istifade edilemeyecekti.

Bu eseri sadeleştirilirken ve açıklamalarıyla notlandırılırken ortaya konulan usulün yeni genç akademisyenlerin dikkatini çekmesini ve onlara yol göstermesini temenni ediyoruz.

12 fasıl halinde hazırlanan Nakdü’l Kelâm fi Akâidi’l-İslam’da Varlık Meselesi, Bilgi Meselesi, Kâinat Meselesi, Vâcibü’l-Vücud, Allah’ın Sıfatları, Rü’yetullah, Kulların Fiilleri, Kadere İman Meseleleri, Âhiret ve İman, Peygamberler, Umumî Hususlar ve Değişik Bahisler; başlıkları altında İslâm itikadı bütüncül bir şekilde çerçevelenmiştir. İtikadî sapkınlığın kol gezdiği günümüzün İlahiyat Fakültelerinde ders kitabı olarak okutulması gereken şaheser niteliğinde bu eserden İlahiyat Fakültelerimizin haberdar olmasını temenni ediyoruz. 

Sırrı Paşa’nın bu eseri gibi diğer eserlerinin de “Sırr”ına vakıf olmak için mutlaka okunması, üzerinde tefekkür edilmesi ve günümüz düşünce dünyasıyla irtibatının kurdurulması lâzım.

Yazımızı bitirirken şöyle bir soru sormak hakkımızın da olması gerektiğini düşünüyoruz: “Bugün niçin İslam Dünyasında Sırrı Paşa çapında mütebahhir ilim, irfan,  fikir, sanat ve İdare adamları yetişmiyor, çıkmıyor?” Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle Sırrı Paşa gibi nadide ilim ve irfan adamlarının yetişeceği “iklim”in hazırlanması, bunun kavgasının verilmesi gerekiyor. Bu konuda maalesef yıkıcı rüzgarların estiği İslam Dünyasında, hâlâ her türlü gücü elinde tutan, emperyalist Batı’nın dikte ettiği meseleleri “kendi meselesi” gibi gören düşüncesiyle ve diliyle oryantalistleşmiş üçüncü sınıf aydınların ortalıkta kol gezdiğini görüyoruz. Temennimiz, böyle puslu havaya bürünen İslâm Dünyası ikliminin bir an önce gerektiği steril şartlara kavuşması ve yeni bir tecdide girişmesidir.

Yazımızı, Sırrı Paşa’nın Trabzon Valisi iken eser sahibi bir zata eserinin ve kaleminin önemine dair yazdığı bir mektuptan iki cümleyi kendisine atfederek bitirelim:

“Kıymet-dâr kaleminizle bugün yalnız Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’ye değil, belki hey’et-i umumi-i İslâmiyye’ye etdiğiniz hizmeti âlemde takdir etmeyen var ise kat’iyyen arz eylerim ki, ya gafil, ya mütegafildir… En mükemmel, en muntazam bir ordu kumandanı dahi bugün belki hizmet-i kalemiyyenize muadil bir zaferi te’min edemez…” Bu takdir cümlelerinin asıl muhatabı olan Sırrı Paşa’yı takdirden öte talim etmenin bir vecibe olduğuna vurgu yapalım.

Eserin müellifi Sırrı Paşa’ya Cenab-ı Hak’tan rahmet, bize bu önemli eseri kazandıran Kâzım Albayrak’ın bu eserin bereketiyle daha nice eserleri keşfedip sadeleştirmesini temenni ediyoruz.

Aylık Baran Dergisi 11. Sayı