Üçüncü dünya savaşından bahsedildiği, her an ülkelerin birbirine girmesinin an meselesi olduğu, her güne ayrı büyük krizlerin çıktığı günümüz dünyası içinde meselelerin halli yolunda, ışık olabilecek bir toplantı yaptırıyor yazarımız.

Giovanni Papini’nin Düşsel Konçerto kitabında yer alan hoş, kısa bir hikâye var.

Papini bu hikâyede çok önemli dörtlü olarak, Montaigne, Shakespeare, Dostoyevski ve Whitman’ı bir araya getiriyor. Mercanlarla kırmızılaşmış ve incilerle parıldayan mağarada buluşan çok önemli dörtlünün, halk onları öldü zannediyor olsa da, bütün şairler -özellikle mısra yazmayanlar- onların yaşayan ölülerden daha canlı olduğunu bilirler, diyerek onların değeri belirtiliyor. Montaigne, fanatizmin tehlikesine dikkat çekerken; Shakespeare ise gerçek şairlerin susmasının ve yok oluşunun, şiirin yazılmamış olmasının toplumu olumsuz etkilediğini belirtiyor. Dostoyevski ise; merhametin, nefs muhasebesinin ve inancın önemine değiniyor. Arkasından Whitman insanın küçük kâinat, kâinatın küçük insan hakikatinden yola çıkarak insanları ilahi neş’e içinde bütünlük olarak değerlendirmenin kötülükleri önleyebileceğini söylüyor. Toplantıya bakalım:

Toplantı da sözü ilk olarak, Montaigne alıyor:

“İnsan doğasının ne kadar değişken karakterli ve dolambaçlı olduğunu ve bunu altın sözcükler ya da demir yasalar kullanarak bile değiştirmek istemenin nasıl umutsuz bir girişim olduğunu biliyorsunuz. İnsanoğlu, bütün tırnaklarını demir parmaklıklarda ve kafasını bütün duvarlara çarpmadığı sürece bilgeliğe inanmayacak tuhaf bir hayvandır. Otuz yıldan bu yana antik katliamın tutkusu uyandı içimde ve böylesine bir çılgınlıktan, bezginliğin, yenilik arzusunun ya da korkunun ağır basacağı gün gelene kadar kurtulmayacak. Bu tip salgınların süresi genelde insan nesliyle aynı olduğu ve Aristoteles’e göre her nesil asrın üçte biri, yani otuz yıl hüküm sürdüğünden doğal iyileşmenin çok yakında gerçekleşeceği varsayılabilir. Bu tip meselelerde az sayıda kimse aklın sunduğu çözümleri ve ülke prenslerinin uyguladığı çıkar yolları beğenir, ateşin yatışmasını ve beyinlerin tecrübe ışığıyla aydınlanmasını beklemek daha iyidir. Elimiz kolumuz bağlı beklemek istemiyorsak illa, fanatizmin zararlarını tedavi etmek denenebilir. İnsan saldırganlığının en kötü kökenlerinden bir tanesi gerçeğin salt tek bir tarafta olduğuna dair genel inançtır. Her insan, her devlet, her köy hakiki mutlak gerçeğin imtiyazına sahip olduğuna safça inanır. Fakat bu mutlak gerçeklik gün yüzüne çıkmış dinin dışında hiçbir yerde bulunmaz. Diğer tüm kamusal ve özel, ahlaki ve siyasi durumlarda gerçeklik, var olduğundaki bu her zaman gerçeğe benzemez, birçok atoma ve parçaya ayrılmıştır ve doktrin bunun birkaç partikülünü ya da parçasını kapsar. Eğer insanlara bu gerçekliği, yani tümüyle tek bir kafada ve tek bir düşüncede toplanmamış ve yoğunlaşmamış gerçekliği keşfetmekte yardım edilseydi, hoşgörüsüzlük epey azalır, şiddet kullanımı yavaş yavaş terk edilirdi. Fakat bu tarz bir iş sadece felsefeciler tarafından denenebilir ve bugün felsefecilerin neredeyse tümü, bildiğiniz üzere, felsefe profesörleri tarafından öldürülmüştür.”

Sıra William Shakespeare’de:

“Son zamanlara ait tarihi, üzüntü verici bir solukla izleyen her soylu ruh, kanlı insan kasırgalarının korkunçluklarının şiirin her çöküşü ve neredeyse ölüşü öncesinde ve takibinde geldiğini fark etmiştir. Sadece yazılmış ya da söylenmiş şiirden değil, ruhları daha uysal, yürekleri daha yumuşak, acıları daha katlanabilir kılan şu sakin derin düşünce yeteneklerinden de bahsediyorum. Şair ruhunun özü, insani olaylara yukarıdan bakmakta, onları bir rüyanın yüksek görüsüne dönüştürmekte, her acının telafisi olan dünyanın o evrensel güzelliğini keşfetmekte, her varlığı acıda ve bağışlayışta ortak kılan o merhamet öğretisinde yatar. Duygusallığın uyandırdığı rahatsızlık, duyguyu da uzaklaştırdı, çıplak gerçekliğe duyulan inanç her türlü ülkü tutkusunu söndürdü, somut ve ölçülebilir zenginlik arayışı, her insana sunulan ve en doğru şekilde paylaştırıldığı için çok daha değerli olan tinsel zenginlikleri unutturdu. Gündelik mutsuzlukları dahi mutluluğa dönüştürmeyi bilen o sevgi dolu ve sıcak şiirin ustaları bile neredeyse hiçbir yerde yok artık. Şairlerin önemli sesleri bu asrın başında ölüm tarafından susturuldu ve bugün uygunsuz biçimde şiir olarak adlandırılan şey, harika fakat soğur bir sözlü simyacılık işi, artık basit ruhların hayati ve coşkulu gıdası olamayacak geçici hislerin, tutarsız anıştırmaların, iddialı laf salatalarının bir karışımından başka bir şey değildir. Modern şiirler artık, aydınlatan ve kendinden geçiren açıklamalı ve etkili şarkılar değil, hayatın anlamını ve duyguların arınışını şiirde arayanları sıkan ve uzaklaştıran muammalı, bencilce oyunlardır. Gerçek şairlerin yok oluşu, beraberinde çaresizlerin ve cinayetlerin yükselişini getirdi. İnsanlar ya şiiri istemeyi ve uygulamayı tekrar başaracaklar ya da mantık ve güç çılgınlığı onları gitgide daha da zavallı ve yalnız kılacak.”

Konuşma sırası Dostoyevski’de:

“Şüphecilik, mantıktan vazgeçmek; şiir, rüyaya firardır. Bunlar yenilgi itiraflarıdır ve yenildiğini açıklayan kimse kurtuluş olamaz. İnsanları iki kez ayıran ve kırıp geçiren çılgınlık tipilerinin tek bir nedeni vardır: İsa’nın sürgünü, İncil’in öz prensiplerinin terk edilişidir. İnsanlar artık kardeşlerinin üzüntüsüne üzülme yetisine sahip değiller, insanlar artık kardeşlerinin hakaretlerinin bağışlamayı bilmiyorlar. Eğer herkesin acısı merhamet uyandırsaydı, eğer herkesin suçu merhameti önerseydi, dünya kurtulmuş olurdu. İnsanoğlu kendi utanç çukurunu kabulleniyor ve başkalarının küçücük bir günahı dahi suçluyor, eğer bu tip bir talihsizlik tersine çevrilse, eğer herkesin kendini yargıçtan önce suçlu ilan etse, her bir nefret tohumu daha filizlenmeden ölürdü. Çok acı çekmiş ve çok acıya katlanmış kişi bilir: hayat mutluluktur. Tanrı mutlu olmanızı ister. İnsanoğlunun mutsuzluğu tam tamına şunda saklıdır: ne kadar mutlu olabileceğini anlamaktaki yeteneksizliği. Bunun farkına vardığında, bütün trajedisi son bulacak. Fakat öncelikle İsa’nın tokatlanmış suratını tanıyıp öpmeli ve her kurbanın önünde yerlere kadar eğilmeli.”

Konuşma sırası Walt Whitman’da:

“Ben de İsa’nın çehresini öpmeye hazırım. Fakat öpücüğüm, şayet onun yanı sıra tüm insanları da, hatta yaratılan her şeyi öpmüyorsam, sadece kendi ruhumun kurtuluşu olacaktır. İnsan kendi ruhundan vazgeçemez fakat kendininkini her şeyle bağdaştırmayı başaramazsa, onu kurtaramayacak. İnsanlar hala evrenselliğin kutsal hissinden yoksun. Her biri bir aileye, bir öğretiye, bir kiliseye, bir halka bağlıdır ve kinler, düşmanlıklar ve kıyımlar bu tarz ayrımlardan doğar. Eğer her biri evreni kendi içinde yoğunlaştırmayı bilseydi, eğer her ego tamamlanmış bir evrene dönüşseydi, eğer he ben tinsel anlamda her sen’e bağlansaydı, eğer insanlık doğaya geri dönse ve Tanrı’yla yeniden uyuşsaydı, her şey farklılığın düzeni, zıtlığın uyumu olurdu. Sadece iki gerçek vardır: benlik ve dünya. Benlik, dünyayı barındıracak kadar genişlediğinde, dünya tüm kutsal zenginlikleriyle birlikte benliğin içine sığdığında, her insanı sorun sonsuz bir coşku şarkısında çözülecek. İnsan, başka bir insanın parçası olmayı öğrendiğinde, her mücadeleyi budalaca bir hareket olarak görecek. Başka bir insanı öldürmenin kendini öldürmek anlamına geldiğini kavrayacak. İnsan, ruhunun neşe dolu cömertliğiyle, kendini yaratılan her şeyin efendisi olarak hissettiğinde, kırılmış bayağı bir parçayı zor kullanarak ele geçirmek aklına gelmeyecek. Evrenselin fethi her fethin, yani savaşın sonu olacak. Bireylerin her şeye duyulan aşktaki mutlak ittifakı bitecek ya da kardeş katili kabilelere ayrılmış insan ırkı yeryüzünden yok olacak.”

Muharrem Aksan