Vakıf, esasen, insanîleşmenin bir gereği olan iyilik yapma gayesinin müessese planında vardığı zirve noktasıdır, diyebiliriz. Bir kişinin kendi malını veya kendisinin olması mümkün bir malı, kendi faydasının hilafına olarak hür iradesiyle ebediyen kendisinin ve zürriyetinden gelenlerin tasarrufu dışına çıkarmasıdır. İbda Hikemiyatı'nın temel düsturlarından olan “hürriyet, hakikate gönüllü esarettir ” peşin hükmü, vakıf benzeri hiçbir dünyevî menfaat ummadan iyilik yapmak gibi hususlarda çok daha bariz bir biçimde açığa çıkmaktadır. İnsan doğru olduğuna inandığı bir hakikati, hiçbir zorlamaya maruz kalmadan ve hatta her türlü sıkıntıya göğüs gererek gerçekleştirmeye çalıştığında, en üstün haliyle ahlâk tezahür eder. Hürriyet ve ahlâkî bir kaide olarak dürüstlük, insanın inandığı bir hakikat uğruna her türlü engeli aşmayı göze almasını gerektirir; kısacası hürriyet, inandığı hakikate insanın tüm haklarını teslim etmesidir. Ahlâk, özde, kişilerin kalben inandıkları ve uymak için hür bir şekilde hürriyetlerinden feragat ettikleri kaidelerdir.

Vakıf kurumu da, diğer her medenî kurum gibi Peygamber menşeilidir ve ilk vakfı kuran da, kim olduğunu bilmesek bile, mutlaka bir peygamberdir. Ama şekli ne olursa olsun, yazımızın başında da ifade ettiğimiz üzere, iyilik yapma gayesinin müessese planında vardığı zirve noktası olarak vakıf ve vakıf benzeri kurumlar, insandaki iyilik yapmak ortak keyfiyeti gereği, tarih boyunca kendilerine uygulama sahası bulmuşlardır. Günümüze kadar ulaşmış tarihî vesikalarda bunların yüzlerce örneğini görebilmekteyiz. Bu kurumun en mükemmel biçimi, diğer her medenî teşekkül gibi, İslâm'da hayat bulmuş olsa da, Doğu'da, Batı'da birçok medeniyette izlerini görebilmekteyiz. Neticede, dediğimiz gibi, insan olma keyfiyetinde müşterekiz.

Makale: Abdullah Kiracı

Makalenin tamamı için TIKLA