Gençliğe yeni medya ve yeni eğitim modeli şart!
Gençliğe yeni medya ve yeni eğitim modeli şart!
İçeriği Görüntüle

Mehmet Tekelioğlu’nun kaleme aldığı bu hatırada, Necip Fazıl Kısakürek’in yalnızca bir mütefekkir ve şair değil; aynı zamanda dava şuuru yüksek, estetik zevki kuvvetli, son derece titiz ve vakur bir şahsiyet olduğu bütün yönleriyle ortaya konuluyor. Gençlik yıllarında başlayan tanışıklık süreci, zamanla Üstad’ın en yakın çalışma arkadaşlarından biri hâline gelmesine vesile olmuş; matbaa işlerinden tashihlere, yayın takibinden özel sohbetlere kadar pek çok sahnede Üstad’ın karakteri, hassasiyetleri ve üslubu içten bir anlatımla yansıtılmış. Gerek eserlerine gösterdiği özen, gerekse şahsî münasebetlerindeki nezaket, bu hatırada bütün canlılığıyla yer buluyor. Aşağıda tamamını sunacağımız metin, Necip Fazıl’ın fikir adamı kimliğinin ötesinde nasıl bir insan olduğuna dair önemli ipuçları veriyor.

Necip Fazıl’ı her cephesiyle anlatmak imkânsızdır. Belki bazı hatıraları zikretmek O’nun değişik cephelerini yansıtmakta faydalı olabilir. Galiba 1965 yılıydı. Kayseri’de bir yakınım bir gün bana Necip Fazıl’ın bir konferans vereceğinden bahsetti. Bu ismi o gün ilk defa yakından duydum. Konferansa, bugün sebebini hatırlamıyorum, ama gitmedim. O gün duymadığım üzüntüyü sonraları çok hissettim. Bu konferansın üstünden çok geçmemişti ki bir arkadaşım beni Kayseri’de Büyük Doğu Fikir Kulübüne götürdü. Orada çay içtik, sohbet ettik, büyükler bize dostça davrandılar. Oradan koltuğumun altında galiba “Büyük Kapı” ile ayrıldım. Artık dedektif romanlarını bırakmış, Üstad’a sarılmıştım. Lisede bir Büyük Doğucular grubu bile oluşturmuştuk. Yine bir konferans vesilesiyle Kayseri’ye gelen Üstad’ı evimizde ağırlamak gibi bir ayrıcalığın da sahibiydim. Sonra üniversite yıllarım geliyor. Ben siyasal bilgilerde okumak istiyordum. Ama İstanbul’da siyasal bilgiler yoktu ve Üstad İstanbul’da yaşıyordu. Galiba biraz bu hislerle tahsilime İstanbul’da devam ettim.

Sık sık ziyaretine gittiğimiz Üstad’la yakın çalışma günlerim şöyle başladı: 1973 yılında, Üstad, Esselam’ı matbaaya vermiş, dizgi işlerini takip ediyordu. Bir gün Millî Türk Talebe Birliği’ne geldi. Hemen etrafını çevirdik. Esselam’dan bahsetti ve “BD Yayınları” için bir idarehaneye ihtiyaç olduğunu söyleyip küçük ilanlara bakmak için bir gazete aldırdı. Sultanahmet’in arkasındaki idarehaneye o gün birlikte gittik ve Üstad müstakil bir idarehaneye sahip oldu. Üstad’a Esselam’ın tashihlerinde yardımcı olabileceğimi söyledim. Benden matbaayı takip etmemi istedi. Çok iyi bir kâğıda basılan Esselam’da hiç baskı hatası yoktu. Yayımcılarla yıllarca süren çekişme bitmiş, Üstad kendi yayınevini galiba kurmuştu. Çevresindeki herkes bunu büyük bir memnuniyetle karşılıyor ve kitapların “BD Yayınları” adıyla çıkmasını arzu ediyordu. Bir grup arkadaşla idarehaneyi süpürüp temizliyor, Üstad’a kahve yapmak için yarışıyorduk. Hazırlanan kitaplarda herhangi bir hata olmaması için var gücümüzle çalışıyorduk.

İşleri zaman zaman evden takip ediyordu. Bunun için benim sık sık eve de gitmem gerekiyordu. Cağaloğlu’ndan Erenköy’e gitmek vakit alıcı ama heyecanlıydı. Yeri gelmişken söylemeliyim, Üstad Erenköy değil “Erenköyü” derdi. Bu arada benim yüzümden korkunç bir tashih hatası ortaya çıktı. “Türkiye’nin Manzarası” basılmış ve içindekiler kısmında “Seks Cinneti”, “Seks Cenneti” olarak çıkmıştı. Metin içerisinde olmasa da böyle bir hata beni o kadar üzdü ki, Üstad sürekli olarak beni teselli etmek zorunda kaldı. Oysa böyle şeylere katiyen dayanamazdı.

Bu sıralar dağıtımcılar Üstad’a musallat oldular. Bunlar “BD Yayınları”ndan çıkan kitapları bedava denecek fiyatlarla fakat toptan peşin ödemelerle kapatmak istiyorlar ve bizim tüm muhalefetimize rağmen başarılı da oluyorlardı. Bir ara bunları uzaklaştırmayı çok düşündük ama Üstad’a rağmen bir şey yapmakta zorlandık. Bu arada çok garip bir vaziyet ortaya çıktı. O güne kadar neredeyse beş kitap çıkmıştı. Bunların her birinin kime, hangi tenzilatla ve ne miktarda verileceğinden haberim olurdu. Son durumdan hoşnut olmadığımızı Üstad biliyor fakat saygımızdan biz bir şey diyemiyorduk. Sonunda ben dayanamadım ve bu dağıtımcılara ver yansım ettim. Kitapların yok pahasına gittiğinden bahisle “Bunlar sizi istismar ediyor, lütfen bu işi başka türlü çözelim; Anadolu’ya dağıtımı kendimiz yapalım, kadroyu biraz daha genişletelim” dedim. Ancak Üstad beni haklı bulmakla beraber yakasını bu adamlardan kurtaramadı ve bir daha tenzilat pazarlıklarında benim bulunmamam için özel bir gayret sarf etti.

Kitapların özellikle kapakları zaman zaman tenkit konusu oluyor fakat kimse bunu Üstad'a söyleyemiyordu. Kayseri’den bir dost, Esselam’ın ne kadar güzel kâğıt ve kapağı olduğundan söz ederek diğer kitapların da aynı kalitede olmasını beklediğini ifade eden bir mektup yazmıştı. Tuhaf­tır, Üstad bu mektuba “Bu adamların dünyadan haberleri yok” diyerek çok kızmıştı.

Çile’nin baskısı benim için çok önemliydi. İddialıydım ve hiçbir baskı hatası olmadan bu kitabı çıkarmam gerekiyordu. Matbaalarda o kadar çok dizgi hatası oluyordu ki en az üç kere prova almak gerekiyordu. Matbaacılar benden bıkmışlardı. Çile’nin bu baskısında “hari düşmesi” şeklindeki iki hataya hâlâ yanarım. Bir de çok sonraları tespit ettiğim bir hata var: “Kafiyeler” başlıklı şiirde “Sanatsız/Papağan, Neden çok. Ve atsız/Kahraman,/Niçin yok?” Ses itibariyle önemi olmasa da “adsız”, “otsuz” olmuştu. Sonraki baskılara baktım, bu hata maalesef devam ediyor.

Sonunda dizgicilere kızıp “dizgici”, mürettiplere kızıp “mürettip” oldum. Fatih Gençlik Matbaası’na Sami Güçlü müdür olmuştu. Bana dizgi makinasının sandalyesini gösterdi bir gün ve “tek çare bu” dedi. Babıali’yi ve Hitabe’yi bu şekilde matbaada kendim dizdim. MTTB Gençlik Bülteni’ni çıkardığım yıllarda mürettibin başında durur, hangi yazıyı nereye ve ne şekilde yerleştireceğini söylerdim, fakat derdimi bir türlü anlatamazdım. Mürettipler kendi anlayışlarına uymayan bir şeyi anlamamakta çok mahirdiler.

Yeni Sanat dergisini çıkarırken bu tertip işlerini bizzat yapmışım. Babıali ve Hitabe’nin dizgisinden sonra tertibini de kendim yaptım. Baskıyı öğrenemedim çünkü kâğıt çok kıymetliydi ve kâğıt zayiatı, kurşun zayiatına benzemiyordu. Hitabe, benim Üstad’ın yanındayken üzerinde çalıştığım son kitap oldu.

Artık üniversiteyi bitirmiştim ve İstanbul’dan ayrılmak zorundaydım. Üstad’a arz ettim. Kızdı. Buna hazırdım. Ne yapacağımı sordu. Bir iş bulmam gerektiğinden söz ettim. “Sonra görüşelim” dedi. Cağaloğlu’na taşınan idarehanenin anahtarlarını teslim etmek için tekrar ziyaret ettiğimde, iş için gerekenin yapılacağını ve gerekli yerlere gerekli emirlerin verileceğini söyledi. Yaz aylarıydı ve bir müddet Kayseri’de kalacağımı belirtince, konferansların teyplerden çözümünü emretti. Severek yapacağımı söyledim ve bunların bir kısmını yapma mutluluğuna erdim.

Üstad’la çalışırken çok ilginç olaylara şahit oldum. Bunlar içinde beni en çok etkileyeni, Sezai Karakoç’la bir konuşması oldu. Cağaloğlu’ndaki idarehanedeydik. “Git, bana Sezai’yi çağır” dedi. Gittim ve Sezai Bey’e Üstad’ın kendisini istediğini söyledim. Bu ani davete bir anlam veremedi gibiydi. “Birazdan geleceğim” dedi. Ben döndüm. Geldiğinde Üstad onu kucakladı. Görüşememekten şikâyetle “Cenazeme mi geleceksin?” diyerek sitem etti. Sezai Bey büyük bir saygıyla Üstad’ı dinledi. Sevdiği insanlarla genellikle Büyük Doğu üzerine konuşurdu. O gün de öyle yaptı. Başka neler konuşuldu, bugün tam hatırlamıyorum; ancak “Cenazeme mi geleceksin?” sözü hâlâ kulaklarımda.

Üstad’ın ne kadar hazırcevap olduğunu ve yeri geldiğinde yaptığı esprileri onu tanıyanlar iyi bilirler. Bir gün İran Konsolosluğu’nun karşısında birisiyle karşılaştık. Tanımadığım bu zat, Üstad’ı müthiş saygılı bir şekilde selamladı. Ayaküstü birkaç kelimeden sonra Üstad bana döndü: “Tanıyor musun?” dedi. “Hayır” dedim. “Nasıl tanımazsın?” dedi Üstad, ümitsizce. “Ümit Yaşar Oğuzcan.” Ümit Yaşar Oğuzcan’dan Üstad, Babıali’de de bahseder ve kendisine söylediği bir sözü nakleder: “Beni siz zehirlediniz!” Üstad’ın cevabı: “Babıali…”

Üstad’ın Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin yakınlarına olan muhabbetini kelimelere dökmek çok zor. Erenköyü’ndeki evde bu güzel insanlardan birçoğuyla karşılaştım. Onların dualarını almış olduğumu zannetmek bile ne kadar güzel. Bu güzel insanlardan biri Muhib Bey’di. Ne kadar nurlu bir çehresi vardı. Muhib Bey sonraları bir konferans vesilesiyle Üstad’la birlikte İzmir’e geldi. Eve davetimi kabul etti. Üstad’ı istirahate terk edip ayrılırken, otelin cam kapısına başını çarpıp gözlüklerini kırdı. Telaş içerisinde koşuşan otel personeli özür dilemekle uğraşırken, Muhib Bey, fevkalade temiz olduğu için cam kapıyı fark edemediğini söyleyerek onları kutladı.

Kitapları yayınlarken kâğıt temini en zor işlerden birisiydi. Beyaz, güzel bir kâğıt bulunamadığı için Çile sarı bir kâğıda basılmıştı ve Üstad’a bir şey söyleyemeyenler bana hücum ediyorlardı. Bir ara kâğıt salonisi o kadar artmıştı ki, kâğıt aldığımız tüccar uyanıklık edip Üstad’a, İzmit SEKA’ya gidip Genel Müdür’le görüşerek kâğıt temin etmeyi teklif etti. Gittik. Üstad, büyüleyici bir üslupla Umum Müdür’e vaziyeti anlattı. Mesele halledilmişti. Bu işe en çok sevinen de bizim “kâğıtçı” idi.

İdarehanedeyken öğle yemeklerini ya yakındaki bir lokantada yerdik, ya da ben bir lokantadan bir şeyler getirirdim. Bir gün Vilayet Lokantası’na gittik. Üstad’ımın şeker hastalığı malum. O gün kendisine lokantada göbeğinden iğne yapışımı hiç unutmam. Bir ara çok hoşuna gitmiş olacak ki sürekli köfte yemeye başladı. Hemen her gün “Köfte al!” diyordu. Sonra bir gün “Yemeğe gidelim” dedi. “Efendim, köfte…” diyecek oldum. “Hayır” dedi ve ekledi: “Senin han köfteci, köfteye ekmek kanıyormuş; şekerim çıkıyor!”

İnsanlar bazı işleri her gün yaparlar. Her gün yaptıkları bu işleri bazen büyük bir zevkle yerine getirirler. Üstad, bir konferans için sabah erken uçağa binmek zorundaydı. Erenköy’den yetişmek zor olduğu için Bakırköy’deki evimizde kalmasını teklif ettik. Kabul etti. İşte evi temizlemek, akşam yemeği için alışveriş yapmak, yemek hazırlamak o gün bize büyük bir zevk vermişti. Çok yakın bir arkadaşım, kardeşim ve ben bir yandan evi temizledik, bir yandan da Rıfat Besceli’nin aldıklarını hazırladık. Rıfat Ağabey’e sorarsanız hayatının en anlamlı alışverişini yapmıştı. Yeşil erikleri Üstad bir taraftan çok beğeniyor, öbür taraftan da şeker korkusuyla yemeye çekinirken Rıfat Ağabey de şaşkın bakıyordu.

Herkes bilir ki Üstad, sahip olduğu her şeyi tüm tarafıyla anlatırdı. “BD Yayınları” olarak çıkan her kitap mükemmeldi. Hangi kâğıda basılmış olursa olsun, her kapak harikaydı. Hele kapakların desenleri... Aklımda kaldığı kadarıyla ilk defa Çile’nin kapağında çıkan o güzel siluet bir taneydi. Torunu için aldığı oyuncak at, Üstad’a göre ne güzeldi ve ona kim bilir neleri hatırlatmıştı. Bana evinde yeni alınan televizyonu gösterdi ve ekledi: “Müthiş makine!”

Bir gün Divanyolu’ndan Ayasofya’ya inen yol üzerindeki küçük mescide namaz kılmak için girdik. Adliyede bir duruşmadan mı çıkmıştık, yoksa Sultanahmet’in arkasındaki idarehaneye mi gidiyorduk, hatırlamıyorum. “Efendim, siz imam olun” dedim. “Hadi bakalım” diyerek kabul etti. Namaza başladık. Birkaç kişi daha imama uydu. Selam verdiğinde arkasında koca bir saf vardı. Böylece Üstad’ın imametinde namaz kılmak da nasip oldu. Erenköyü’ndeki camiye de birkaç kez birlikte gitmiştik. Bir keresinde şöyle dedi: “Bazen bu camiye gelmek gösteriş mi diye aklımdan geçiyor. Ama belli ki bu, şeytanın aldatmacası.”

Üstad, her ne kadar “BD Yayınları”ndan memnun ise de Büyük Doğu’yu dergi olarak çıkarma azmini hiç kaybetmedi. Bir bakıma “BD Yayınları”, derginin hazırlık safhasıydı ve finans için hiç kimseye başvurmak istemiyordu. Bu istek öylesine kuvvetliydi ki, hemen yarın dergi hazırlıklarına başlayacağız zannederdim. Doğrusu, bir zamanlar bir solukta okuduğumuz ve sonraki sayısını hasretle beklediğimiz Büyük Doğu’yu ben de çok istiyordum. O dönemde kısmet olmadı.

Ülkemizde Batı’yı derinliğine kavramış, onu yerli yerine oturtmuş, bizim Batı’ya, Batılının bize bakışını bütün boyutlarıyla ele almış, Batılı karşısında almamız gereken tavrı da detaylarıyla birlikte net bir şekilde ortaya koymuş kaç kişi vardır... Biz “Üstad vardı” diyerek daha kaç kişi olduğunu bir tarafa bırakalım. Peki, Üstad’ı bir Batılıyla konuşurken gören veya bir Batılıya karşı tavrını tespit veya merak eden var mı?

Çok küçük bir olay ama ben buna şahidim. Bir gün havaalanında Üstad’ı yolcu ediyorduk. Beklemek gerekiyordu. Uzunca bekledik. Namaz vakti geçebilirdi. Üstad namaz kılacağını söyledi. Her zamanki gibi bir gazeteden resimsiz bir sayfa bulup yere serdik. Oturduğu koltuktan kalktı ve terminalin ortasında bir sütunu önüne alarak namazını kıldı. Oturduğu koltuğa geri döndüğünde, bir turist tarafından işgal edilmiş olduğunu görüp, adama çok tepeden bakan bir tavırla galiba Fransızca bir şeyler söyledi. Anlamadığını görünce bu sefer İngilizce olarak ve aynen “It’s my place,” yani “orası benim yerim” diye neredeyse bağırdı. Adamın süklüm püküm kalkıp gidişi ve Üstad’ın tescilli yerine oturuşu görülmeye değerdi. Bu küçük olay, o gün bizi, tüm Batılı anlayışları ülkemizden çıkarmışçasına bir atmosfere sokmuştu.

Çile’yi baskıya hazırlıyorduk. Eski baskılarda “Serseri” adlı şiirde “Kendime ben bile lanet ederim” şeklindeki bir mısrayı önce “Kendime ben bile hayret ederim”, sonra da “Halime ben bile lanet ederim” diye düzelttiğini görünce ukalalık edip “Efendim, eski hâli daha güzel değil miydi?” diye sordum. Kızmadı. “Allah sadece şeytana lanet etmiştir. Allah’ın yarattığı bir kula kimsenin lanet hakkı yok; burada bir incelik var” diyerek izah etti.

Rıfat Besceli, Üstad’ın en yakınlarından birisiydi. Biz de kendisine, babacan tavırlarından gelen bir çağrışımla ara sıra “Rıfat Baba” ya da “Şeyh Rıfat” diye takılırdık. Bir akşam Üstad’ı evinde ziyaret etmek üzere anlaşmıştık. Biz bir grup gittik. Rıfat Besceli ayrı gelecekti. Bahçede oturmuş, Üstad’ı dinliyorduk. O sırada konu şeyhlikten açılmıştı ve Üstad sahte şeyhlere alabildiğine kızıyordu. Tam bu esnada uzaktan Rıfat Besceli göründü. Biz, elde olmadan gülmeye başladık. Üstad niçin güldüğümüzü sordu. İçimizden birisi, gülmeye devam ederek “Efendim, Rıfat da bizim şeyhimiz oldu” diyecek oldu da, Üstad parladı: “Rıfat’tan şeyh mi olurmuş be!”

Bugün idarehanede birisine ödeme yapmak icap etmişti. Bozuk para gerekiyordu. Üstad bana parayı verdi ve acele bozdurmamı istedi. Olacak iş değildi ama parayı bozduramıyordum. Çaresiz döndüm ve galiba gereken parayı başka yolla temin ettim. Üstad’a bozduramadığım parayı verince kızdı: “Bir bankaya girip adımı söylesen hemen hallederlerdi” dedi. “Efendim,” dedim, “böyle bir işte isminizi kullanmayı uygun bulmadım.” Bu hoşuna gitti ve artık bir şey söylemedi.

Üstad, bu yandan kitap yayınlarına devam ederken bir yandan da gazetelerde günlük yazılar yazıyor ve çeşitli tefrikalar hazırlıyordu. Babıali bu sıralarda gazetede de yayınlanıyor ve büyük alaka topluyordu. Üstad, Babıali’yi günlük olarak hazırladığı için İstanbul’a çok az iniyor ve benim en az iki günde bir eve gitmem gerekiyordu. Böylece ben Babıali’nin ilk okuyucusu olmak gibi bir ayrıcalığa sahip oluyordum. İşleri de galiba biraz iyi götürüyordum ki Üstad bana iltifat ediyordu: “Edebiyat tarihine geçeceksin!”

Çeşitli vesilelerle Üstad bana bazı mektuplar da yazdı. Çıkan her kitabını imzalamak lütfunda bulundu. Bunları özenle saklıyorum. Burada ne kadar güzel tebrikler yazdığını ve bu işte bile muhataplarını nasıl uyardığını göstermek için bir küçük örnek vermek istiyorum. Bir tebrikten: “Gerçek bayramlar arefesinde olmak duasıyla…”

1975’te İstanbul’dan ayrıldıktan sonra İzmir’e yerleşmem icap etti. Üstad birkaç kez İzmir’e geldi ve orada elini öpmek tekrar nasip oldu. Herkes bilir, Üstad kimseye elini öptürmezdi. Kendisini çok seven bir arkadaşım zorla elini öpmek isteyince “Güreşe mi geldin?” diyerek söylenmişti.

1983 yılının Mayıs ayında Eskişehir’de askerlik yapıyordum. Bir Cuma günü Adapazarı’na geçtim. Trende giderken Hıdırellez’i kutlayan kalabalık, bu günlerin Üstad’ın vefatından onbeş gün kadar önceye tesadüf ettiğini gösteriyordu. Telefon ettim, Pazar günü beklediğini söyledi. Abdullah Gül, Mete Doğruer ve ben birlikte gittik. Bizi üst kattaki kendi odasına aldı. Yorgun bir hâli vardı. Gözleri galiba artık çok iyi göremiyordu. Sakalı ne kadar da çok yakışmıştı. Günlük hadiselerden bahsetti. Muhakemesinde en ufak bir zaaf eseri yoktu. Biraz endişeyle bir fotoğraf çektirmek istediğimi söyledim. Lütfen kabul etti. Sakallı hâliyle yanında çekilmiş bir fotoğrafım yoktu. Galiba ikişerli durarak birkaç poz fotoğraf çektirdik.

Sonra Eskişehir’de radyodan vefat haberini aldım. Cenazesine katılamadım. Ancak bu üzüntüyü hâlâ hissederim. Allah rahmet eylesin.

Mehmet Tekelioğlu, Doğumunun 100. Yılında Necip Fazıl, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 2004 s. 338-342