Milletler ve medeniyetler arası boğuşmalarda, üstün gelen taraf, yenik düşen tarafa, kendi gücünü, çeşitli yönlerden kabul ettirir. Yani, yenilgi, sadece, askerî ve siyasî çerçeve içinde kalmaz, cemiyetlerin yapısına göre, çeşitli sahalara sirayet eder. Hele cemiyet, "topyekün savaşa" hazır değilse; barış zamanlarında kendini, bütün sınıf ve tabakaları ile güçlü ve millî bir eğitimle takviye edememişse; kendi kültür ve medeniyetinin değerleri ile donatılmamışsa, yenilgi, hızla bir "kültür emperyalizmine" de dönüşür. Bir milletin "emperyalizmin oyununa" gelip gelmediğinin en açık belirtisi, kendini en çok güzel san'atlar sahasında hissettirir. Çünkü emperyalizm, bir ülkeyi ele geçirmeden önce, orada yaşayan insanların ve kitlelerin kafalarını ve gönüllerini kazanmak ister. Güçlü ve sinsi bir propaganda ile o ülkenin sinemalarına, ekranlarına, plâkalarına, kitapçı vitrinlerine sızar, milletin "millî ve mukaddes zevklerini" çökerterek kendisi gibi duymaya ve düşünmeye zorlar. Bu, o kadar ısrarla tekrarlanır ki, yavaş yavaş kitleler arasında "yabancılaşma belirtileri" ortaya çıkmaya başlar; önce "tavırlarda" parçalanma başlar, sonra farklı "cepheler" teşekkül eder.

Bazı sosyologlar, bir milletin güçlenmesinde "ortak millî zevklerin" öneminden söz etmişlerdir. Gerçekten de bütün sınıf ve tabakaları ile, bütün nesil birimleri ile "ortak estetik değerlere" sahip olan bir milletin veya cemiyetin, emperyalizm karşısında üstün bir dayanıklılığı vardır.

Tarih, istilâcı barbar kavimlerin, üstün bir kültür ve medeniyet kurmuş ve büyük estetik değerlere ulaşmış milletler üzerinde uzun bir hâkimiyet kuramadıklarını, aksine, böyle yaptıkları takdirde kendilerinin zaman içinde eriyip gittiklerini göstermektedir.

Öte yandan, yine tarihten öğreniyoruz ki, kendi kültür ve medeniyetine sahip çıkan, kendi millî zevkini korumasını bilen bir kavim, vatanını ve devletini uzun müddet kaybetse bile er geç yeniden silkinip ayağa kalkabilmektedir. Fakat tarih, kendi kültür ve medeniyet değerlerini kaybetmiş, kendi millî zevk ve estetiğine yabancı düşmüş bir milletin yeniden dirildiğinden söz etmemektedir. Bir milletin inançları, dili, estetiği ve millî zevkleri, âdeta, onun ruhu gibidir. Yaşamak isteyen bir millet, bu değerlerini, mutlaka, ama mutlaka "gözü gibi" korumasını bilmelidir.

Güçlü bir "klâsik" ve "yetişkinler" eğitimi ile milletinin kendi kültür ve medeniyetine, kendi estetik değerlerine "yabancılaşmasını" önlemelidir. Bu değerlerini, millî ve muasır ihtiyaçlara göre işleyerek geliştirmeli ve fakat asla tahrip ve tahrif edilmelerine fırsat vermemelidir. Günümüzde, çeşitli sebeplerle cemiyetler, hızla yapı değiştirmektedir. Hızlı sanayileşme, şehirlerin büyümesi, köy boşalması, sosyal hareketliliğin artması, milletler ve medeniyetler arası temasların yepyeni boyutlara ulaşması, nesiller ve sınıflar arası çatışmaların şiddetlenmesi, bu sosyal değişmelere paralel olarak "yeni kültür meseleleri" de getirmiş bulunmaktadır. Bu, yeni bir "kültür politikası" ve bu gelişmelere uygun bir "kültür plânlaması" ihtiyacını da birlikte getiren bir durumdur.

Öyle anlaşılıyor ki, yaşamak isteyen her millet, kendi millî kültür temellerini kaybetmeden, millî ülkü ve hedeflerine yabancılaşmadan yepyeni bir "rönesansa" muhtaçtır. Bu, kendi özüne dönerek ve fakat "yeni insanın" ihtiyaçlarına cevap vererek "gelişme yolunu" bulmak ve açmak demektir. Bunu, "topyekûn bir savaş" şuuru içinde başaramayan milletlere, hiç kimse acımayacaktır.

Ahmet Arvasi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz