İnsan, herşeyin kendisi için kurulduğu bir dünyada yaşıyor. Acaba kendisi ile yaşadığı dünya arasındaki bağlantıyı ve ilişkiyi sağlıklı bir şekilde kurabiliyor; kendi özel mevkiinin farkında olabiliyor mu? Bugünkü toplumların yaşıyışına baktığımızda, insanın kendini tanıyarak bir hayat yaşadığını söylemek çok zor.
İnsanın varlık arayışı
İnsanın, önce kendini tanıması gerekiyor ki, çevresini gereği gibi tanıyabilsin. Çünkü, kendinin anlam ve görevini bilmeyen kimse, başkalarıyla hangi şekilde ve ne amaçla ilişki kuracağını bilmez.
İnsan, sahip olduğu akıl ile kendisine en uygun hedef ve ortamları bilme imkanına sahip olabilmektedir. Fakat, imkanların uygunluğu o şeyin iyi olduğunu göstermez. Bundan dolayı insanın, bir “değer ölçüsü” ne ihtiyacı var. Bu değer ölçüsü olmadan, neyin niçin yapıldığı belli olmayacak ve yaşayışta bir düzen sağlanamayacaktır.
Bazıları değer ölçüsünün sınırı içine girmeyi istemiyor. Bu kişiler, kendi tavır ve tutumlarına bir sınır getirilmesini istemiyorlar. Ama böyle bir tutumu , herkes istediğinde ortaya nasıl bir tablo çıkacaktır? Bu durum tam bir kargaşa meydan a getirecek ve insanlar yeniden bir kurallar sistemi arayacaklardır. Dolayısıyla, kurallar sistemine ihtiyacımız olduğunu, hayatın düzeni ve bizim de anlamlı bir hayat yaşama isteğimizin sonucu olarak bilmek durumundayız.
Ölçü ve kuralların olmadığı bir dünya, haksızlıkların, düzensizliklerin ve belirsizliklerin var olduğu bir dünya olacak ve biz, bu dünyada sersemce hareket etmekten ve kaygılar içinde yaşamaktan başka bir çare bulamayacağız.
Felsefe, varlık problemi üzerinde dururken, sadece akıl ile varlığının niteliğini anlamaya çalışmış ve bir sürü çıkmaz yollar üzerinde çaba sarfetmiştir. Felsefenin arayışı önemli iken, tek başına, kendisine bir rehber bulmadan bilinmezleri anlamaya ve çözmeye çalışması yanlış bir tutum olmuştur. Çünkü, ilahi bilgi, insanın mahiyetini açıklamakta ve felsefeye ışık tutan bir bilgiyi vermektedir.
Modern medeniyetin insan anlayışı
Batı’da ortaya çıkan modernizm, insanı; kendi özelliğinin dışında başka nesnelerle açıklamaya çalışmış ve onun mahiyetini ilahi bilgilerin dışında kurmaya çaba göstermiştir. Bunu yaparken, kilise gibi kötü örnekten hareket ederek, tüm inanç ve ahlak sistemlerinin, samimiyetsiz ve çıkarcı olduğunu düşünmüştür. Bu durum, batı’da ortaya çıkan bir gerçeği göstermekteyse de, aslında, insanın Aydınlanma ile kendini herşeyin ölçüsü ve karar vericisi haline getirmesi, onun nefsine hoş gelmiş ve kendini tanrı haline getirecek birçok felsefi ve ideolojik görüş ve teoriye sımsıkı bağlanmıştır.
Ama, insanın sadece kendi aklıyla kendine bir dünya oluşturmaya çalışması, nefsiyle ve egosuyla mümkün olamamış ve adaletsizlik, ölçüsüzlük ve bencillik ile gerçekleşen bir bilgi ve dünya sisteminin meydana gelmesine yol açmıştır.
Herhangi bir ilim adamı veya araştırmacının görüşü, bir fikir ve metodun benimsenmesi için yeterli olurken, İlahi kitapların bilgi ve kurallarının bilimsel kabul edilmemesi, aslında onun değersiz ve tutarsızlığından değil, insanın “kendinden kaynaklanmayan” bir bilgi ve kaynağa itibar etmemesi sebebiyledir.
Özellikle, birçok ilmi teorinin topluma uygulanmadan kabul edildiği bir ortamda, ilahi hükümlerin toplumdaki olumlu çözümler üretmesine rağmen, ilmi çalışmalarda kullandırılmama çabası, ilmi bir metot olarak kabul edilemez.
İnsanın kendini tanıması, onun asıl bağlanması gereken varlık ile olan irtibatını ve kendi güç ve imkanlarının özelliğini bilmesine imkan verecek ve bu durum da, hayatın yeniden gerçek düzenine kavuşmasını sağlayacaktır.
Prof. Dr. Sami Şener, Mirat Haber





