Levha: 10 Aralık 2003… Haydarpaşa HASTAHÂNESİ’nin oraya benziyor. Beni İDAM’a götürüyorlar. Yürürken, beni müthiş bir yücelik duygusu basıyor. Vakit GECE. Karşı taraftan tek sıra hâlinde idama götürülenler ve muhafızlar geliyor; yanımdan geçerlerken, o gençlere tebessüm ve heyecanla “dik durun, dik!” diyorum. Yolda aklıma FİRAR etmek geliyor. Ama nasıl? O sıkıntı içinde iken, durduğumuz yerde bir ânlık boşluktan faydalanarak orada bulunanların arasına karışıp kaçıyorum. Birkaç yüz metre ileride, bina olmayan yol kenarı küçük bir tepeciğin kenarındayım; yanımda, bana yardım için Faik ve Neclâ. Ama ne yapacağımızı bilemiyoruz. Para da yok. O sırada yanımıza Selim Gürselgil geliyor ve mont giydiriyor. Sonra, bilmem ne kadar ettiğini söyleyerek, küçük bir GÜMÜŞ YÜZÜK veriyor. O işlemeli yüzüğün parmağıma olmayacağını söyleyerek geri vermek istiyorum; o, “bozdurursun bu kıymetli bir yüzük!” diyor. Durumu izâh ederken, yüzük, kaşlı bir ALTUN YÜZÜK oluyor. (Altun imiş!) Rengi de esmere çalıyor. Üzerinde 15 gibi bir rakam okuduğum mührü andıran yüzüğü alıyorum.

*

İ’dam: Öldürmek. Vücudu ortadan kaldırmak. (İdame: Devam ettirmek. Bâki kılmak.): 116.
MUSA: Bir lâkabı da Kelîmullah, Allah’ın kendisine hitab ettiği, Allah’ın konuşmasına muhatab olan, O’nunla konuşan mânâsında olan, Peygamber’in ismi: 116.
Mübdî: Benzersiz icâd edici, yeni bir şey bulmuş olan. Allah’ın 99 güzel isminden biri: 116.
Küsul: Sükûna erme. Tembel. Küst-sahil: 116.
Avn-i Şeriat: Şeriate hizmet eden: 116.
Ma’bed: İbadet edilen yer. (İnsanın vücudu. Heykel.): 116.
Kuva: Güç, kuvvet, takat. Şeriat’ın birer hükmü. Hasse: 116.

*

LEYL: Gece. (Gece, karanlıkta, bütün herşey görünmez bir perde altında olarak sırdır. Mesafe hükmü kalkmıştır.): 70.
B.D - İBDA: 1069= 70.

*

Firar: Kaçmak. Kaçış: 481= 1480.
Mermer: (Abdülhakîm Koltuğu’nu hatırlayınız… Mer, Fransızca “deniz” demek. Mer-mer: İki deniz… Üstadım’ın bildiği yabancı dil, Fransızca’dır.): 480.
Mehdî Necib Fazıl Kısakürek: 1479= 480.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2480.

*

Selim Gürselgil: 501.
Karar: Değişmez hâle gelmek. Sabit ve sakin olmak: 501.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1500= 501.

*

HATEM-İ SİM: Gümüş yüzük. Mühür. Üzerinde yazı olan ve mühür yerine de kullanılan gümüş yüzük. Son. En son: 1041+110= 1151.
MEHDÎ MUHAMMED: 151.
Osmanlı Devleti: (Osmanlı: 701= 1700: Tefekkür.): 1151.
Muamma: Anlaşılmaz iş. Karışık dava. Bilinmeyen hâl. (Kadim: Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet: 154: Mehdî Muhammed.): 151.
Nakb: Delmek. Delik açmak. (Abdülhakîm Koltuğu’nu hatırlayınız… Farz: Delik açmak. Nüfuz etmek. Tecrid.): 152= 1151.
Akis: Akseden. (Yokluktan varlığa çıkan herşey, tecelli edenin aksidir. Bâtın yolunda feyz alma da akis yoluyladır.): 151.

*

Hatem-i Zer: 1248.
Muhakkak(a): Hakikati belli olmuş. Tahkik edilmiş. Doğru: 248.
Muhakkik: Hakikati araştırıp bulan. Hakikat âlimi: 248.
Cemre: Şiddetli karanlık. Kor, ateş-sırr. İlkbahar’da suya, yere, havaya düştüğü söylenen sıcaklık. Hacıların Mina Vadisi’nde şeytan taşlamaları: 248.
Evamir: Emirler, emredilenler: 248.
Azerm: Şefkat, merhamet. Haşmet, azamet. Haya, utanma: 248.
Rahîm: Rahmet edici, merhamet eden. (Varlığı içyüzden koruyan - Allah): 248.
Bermah: Burgu, matkab. Delici âlet: 248.
Bihram: Savm, oruç. (Oruç: 216: Bedrî): 248.
Ruhum: Esirgemek, korumak, rahmet: 248.
Mezar: Kabir. Ziyaret yeri. (Kabir: 302: Mirzabeyoğlu.): 248.

*

Hatem-i Zer: 1248= 249.
Ruhama: Rahim olanlar. (Ruhamî: Mermerden yapılmış: 851: Kazzan-Pire): 250= 1249.
Herime: Dişi aslan. (İlim): 249.
Muhrib: Harb gemisi. (Kalb hakikatinin ruh ve nefs kutbu. Kalb, bir et parçası, kalb hakikatı, ruh ve nefsin hangisinin ona hakim olacağının birlik nefsi.): 250= 1249.
MİR: Amir. Bey. Baş. Kumandan. Vâli. (Ruh): 250= 1249.
Sanduk: Sandık. TABUT: 250= 1249.
Mucer: Kiraya verilmiş olan şey: 249.
Mucir: Kiraya veren. (İkra: Okumak… İkra: Kiraya vermek.): 249.
Himar: Merkeb. Eşek. (Ahkab: Yabanî eşek… Ahkab: Uzun zamanlar… Mishel: Yabanî eşek. Dil.): 249.

*

Hatem-i Sabirî: Altun yüzük. Sabirî-Altun ismi: 293: Sabir-Tahammül eden, tahammüllü: Cirman-Vücut: Bergaman-Büyük yılan.): 1334.
Recefan: Şiddetle sarsılma, sallanma. Şiddetle gürüldeme. Şiddetli ıztırab, büyük acı: 334.
Eşbal: Arslan yavruları: 334.
Mutarhef: Tam güzellik: 334.
Musaddar: Çıkmış, sudur etmiş: 334.

*

Hatem-i Sabirî: 1334= 335.
İskender: Zülkarneyn - İki boynuzlu mânâsında, Kur’ân’da ismi geçen ve “İskender-i Kebir” diye anılan, Yemen hükümdarlarındandır. Doğu ve Batı’nın hâkimi olduğu için “Zulkarneyn” dendiği de söylenmiştir. Tedaî: İki suretli, zâhir ve bâtın ehli, iki sure. Hızır Aleyhisselâm’dan ders aldığı rivayet edilir. Diğer İskender-i Kebir, meşhur Yunan Filozofu Aristo’dan ders alan-talebesi, Milâd’tan 300 sene önce yaşamış olan Yunan İmparatoru’dur: 335.
Musavvir: Şekil ve suret veren. Tasvir eden. Allah’ın 99 güzel isminden biri: 336= 1335.
İnfirad: Tek başına kalma. Yalnızlık hâli: 336= 1335.

*

Büyük Doğu - İBDA: (Hadîs: Ümmetimin ömrü 15 asrı pek geçmez!): 15.
HUD: (Hud Aleyhisselâm’da tecelli eden hikmet, EHADÎ - Nazar ettiği herşeyde, Allah’ın BİRLİK tecellisini görmek.): 15.
DAVUD: (Davud Aleyhisselâm’da tecelli eden hikmet, VÜCUD kemâliyle KÂMİL HİLÂFET.): 15.

*

Büyük Doğu - İBDA: 15= 1014.
Vech: Suret. TARİH. Her şeyin karşısına gelen ve karşısında olan. Tarz, üslûb. Bir şeyin zâtı ve nefsi. (Bâstan-TARİH: 514= 1513: Mehdî Salih Mirzabeyoğlu.): 14.
Ahâd: BİR’den DOKUZ’a kadar olan sayılar: 14.
 

TAŞ TABUT - TAŞ BEŞİK

 
Levha: 8 Kasım 1989… Göz göz yuvalara sokulmuş gibi TABUTLAR… Biri taştan… TAŞ tabut!.. Ve üzerinde küçük tabut resimleri ve kabartmaları var… Arkeolojik araştırmaya mevzuu.. Onunla ilgilenen biri, “ama HAKÎM bilinmeden önce o resimler çok değildi!” diye, o resimlerin sonradan arttığını söylüyor… Galiba Kürtler, kendilerine itibar olsun diye, tabut üzerindeki resimleri fazlalaştırmışlar!

*

TAŞ TABUT: (Ruham-MERMER: 840: SELÇUKLU Devleti-OSMANLI Devleti.): 1118.
ARVASÎ BERZAH: 1118.
NATES: Üstad, âlim: 119= 1118.
Tıfl: Küçük çocuk. Batmaya yakın güneş. Kıvılcım: 119= 1118.
Aceme: Çekirdek. Sert ve sağlam taş: 118.
Mülazım: Bir kimseye bağlı olan. Eskiden yedek subay. İcazet alan. Stajyer. Kurs gören: 118.
Mesih: Bir şey üzerinde el yürütmek. İsâ Aleyhisselâm’ın bir ismi: 118.

*

TAŞ TABUT: 1118= 119.
Rakde. (Uyku) - Berzah: (Menam: Uyku. Rüyâ… Sükûn. Tembel. Hareketsiz. Küst.): 1118= 119.
Harık - Berzah: (Harık: Yakan. Yakıcı. Yanan.): 1118= 119.
Nesr - Berzah: (Nesr: Kartal. Yazı.): 1119.

*

Rüceme: Büyük taş. Kaya. (Kaya: 112: Hadis-i Şerif: Hilâfet: Salih İzzet Erdiş.): 248.
Cümre: Süvarî alayı, bin atlı cemaat: 248.
Darbam: Sütun. Direk. Kiriş. (Darbum: Eskişehir’in Bizanslılar dönemindeki adı.): 248.
Ervam: Rumlar. Bizanslılar: 248.
Cemre: Şiddetli karanlık: 248.
Bermah: Burgu, delen âlet: 248.
Magavir: Harbeden: 1247= 248.
Rahil: Göç. Hicret eden: 248.
Rahîm: Esirgeyen. Yakınlık, akrabalık: 248.

*

TABUT: Sandık. Ölü nakline mahsus sandık. Su kovası. (Yevmiye: “ŞARLO… Nasreddin Hoca’nın hemen arkasından gelir… Milli kahraman dediniz mi, işte onlar… Büyük insandı… Düşünün siz LENİN’in içindeki ukdeyi, başucu eseri olarak bir Alman Generali’nin eseriyle, ŞARLO’yu alıyor. (…) N’oldu, onun cenazesini çaldılardı?”… ŞARLO-Komedyen. AKTÖR: 536: Heftan-KAFTAN: Afinite: AŞK-I Kimyevi, KİMYA’yı Saadet: Seyyid Abdülhakîm Arvasî.): 809.
Müsteşhed: Şâhid olarak gösterilen: 809.
Müsteşhid: Şâhid gösteren. (Şahide: Kadın şâhid. Mezar taşı.): 809.
Davc: İki şeyin birbirine eğilip ulaşması: 809.
Huzzak: İşinin ehli olanlar. Mütehassıslar: 809.
BERZAH: Emr Âlemi: 809.
Mutasarrıf: Tasarruf hakkı olan. Tasarruf eden: 810= 1809.

*

Müsennem: Kabartma. Kabartmalı olarak hakkedilen. Rölyef: 190.
Mukîm: Bir memlekette devamlı olarak oturan. Bir yerde ikamet eden. Ayakta duran. OKUYAN: 190.
Nefs: GÖZ. Ruh. Can. Öz varlık. Maya. Hamiyet: 190.
Itfak: Maksadına eriştirme, gayesine vardırma: 191= 1190.

*

Atikıyyat: Arkeoloji: 971.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1970= 971.
Mütekatil: Karşılıklı olarak birbirini öldüren: 971.
Temasül: Benzeyiş. Benzeşme. Hasta sıhhate yaklaşma. Kesirsiz taksim kabul etme. (FİKİR KAHRAMANI: 707: Aktör… Levha: 4 Haziran 1986… Üstadım’ın tabutunu çalmışım… Bir odada sandalyeler üstüne koyuyorum… Üstadım, içinde oturur vaziyet alıyor ve hayatta… Tekrar yatıyor, kapak örtülüyor. (…) Benim arabayla tabutu oradan kaçırmayı düşünüyorum!): 971.
Ezra’: Sözü düzgün ve çok fasih olan kimse: 971.

*

Atikıyyat: 971= 1970.
Zalil: Gölgeli: 970.
Özür: Af ve rahmet için gösterilen sebeb. Bahane. Mani, engel. Kusur. NEFS için bakîlik, var kalmak. Fevz. Zafer: 970.
Zera’: SIĞIR BUZAĞISI: 970.
Zaim: KAR: 970.
Teşerru’: Şeriate uygun davranma: 970.

*

KÜRT: 620.
Kur’ân-ı Kerim: 621= 1620.

*

Kürd: 224.
İlm-i Ledün: 224.
 

KÜLÂHTA…

 
Levha: 3 Ağustos 1993… Gazeteden kestiğim bir MAKALE’nin ilk paragrafını sesli okurken, ateşli bir şekilde tenkidini yapıyorum… İkinci paragrafa geçerken, Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini, elindeki bir gazete parçasını –ki külâha benziyordu– parmaklarıyla karıştırır gibi görüyorum… Külâhta ve parmaklarının arasında, ÇİÇEK TOHUMU gibi KUST OTU var!..

*

MAKALE: Söylenen söz. Bir bahsin kaleme alınışı: 176.
Eflatun: Sokrat’ın talebesi, eski YUNAN filozofu: 176.
Mikvel: Lisân, dil. (Logos: Dil, lisân. Kâinat muhasebesi.): 176.
Vasıf: Sıfat: 176.
Asfad: El ve ayaklara takılan bilezik, kelebçe: 176.
Mülamese: Karşılıklı birbirine kefil olmak: 176.
Dak’a: Toprak. Hak: 176.
İndisas: Toprağın altına gömme: 176.

*

MAKALE: 176= 1175.
KUSTO: 175.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1174= 175.

*

KÜLAH: Takke. Kalpak. Başörtüsü: 56.
Mübdi’: Gizli sırları açıklayan. Herşeyi hiçten halkeden. Başlayan. Allah’ın 99 güzel isminden biri: 56.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 2055= 1056.
Müjde: 56.
Mücevvez: Caiz görülüp izin verilmiş: 56.
Nedb: Dua: 56.
YEVM: Gün. Sene. Asır. Devir. Devre: 56.
Etum: Su kaplumbağası. (Dahr: Erkek kaplumbağa): 56.
Damga: Mühür. (Necb): 1055= 56.
İdam: Islah etmek. Muvafık kılmak, uygun yapmak: 56.
Mahî: Balık: 56.
Mizâh: 56.

*

Esabî: Parmaklar. (El): 164.
Rahman Sûresi 19-20. âyetler: 3164.
NOKTA: İki çizginin kesişmesinden meydana gelen suret: 164.
Akıncı: 164.
Sada’: Kasd ve teveccüh eyleme. Bir şeyi aşikâre söylemek. Mevkiine tevcih ve isabet. Yarık, çatlak. Bir şeyi ikiye bölmek: 164.

*

TAL’: Tomurcuk. Miktar. Bitkilerin üremelerine sebeb tohumları: 109.
Zevata: İki zât. İki sahib: 1108= 109.
Hak: Orta. Merkez: 109.
Ehakk: En hakiki: 109.
Kifah: Din için muharebe: 109.
Messah: Arazi ölçen. Mühendis. Mesheden: 109.
Müsabega: Tamamlamak, yerli yerince etmek. (HAKÎM): 1108= 109.

*

Tal’a: Görmek. Yüz, çehre. Görüşmek. Güzellik. Bir şeye çok rağbet etmek…
Tala’: Geyik buzağısı. Şahıs…
Tale: “Uzun olsun” mânâsındadır…
Tali: Doğan. Kısmet, kader, baht. Yeni hilâl…
Tali: Tilâvet eden. OKUYAN. Sonradan gelen. İkinci derecede…
Talia: Casus. Nişâncı. Keşif taburu, öncü. Rehber, kılavuz…
Tall: Çiğ, kırağı. Şebnem. İnce yağan yağmur, çisinti. Güzel, lâtif şey. Şiddet. (Üstadım’dan bir beyit: Şebnem gibi doğ ve öl — Yıldızlı bir gecede.)…
 

FELATAT

 
KAFA Kağıdı’nın Sonu: Beylerbeyi… Toprağına küskün ve büyük şehir lüpçülüklerine düşkün “Çarıklı erkânıharb”lerin gecekondu çadırlarıyla kuşattığı İstanbul….. aynı MOĞOL istil… giriftar asil bir köşe…

*

YENİ-ÇERİ. (Öncü, baş.): (ÜSTADIM’ın YENİÇERİ isimli eseri, YENİ-ÇERİ’nin nasıl olması gerektiğini de gösterir.): 284.
BEYLERBEYİ: 284.
Ferd: Tek, bir, yekta. Eşi benzeri olmayan: 284.
Ceffar: Cifir yapan kimse: 284.

*

İSTANBUL: 550.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1549= 550.
Mütesemmî: Bir isimle isimlenen: 550.
Casum: Korkulu rüyâ, kabus. (Yevmiye: Korkulu rüyâ görmek lâzım!): 550.
Müstevliye: İstilâ eden. Zapteden. Her yere yayılan: 551= 1550.
Semud: Salih Peygamber’in kavmi: 550.

*

MOĞOL: (Moğollar’ın ansızın ortaya çıkıp kasırga gibi esmeleri, tarihin en çarpıcı misâllerinden biridir. (…) Sayısız maddi zafer getiren askerî üstünlük, Moğollar’ın medeniyetsiz olmaları bakımından sakattı. Cengiz Han’ın dünyaya hâkim olma ideali her ne kadar büyük bir iddia olsa da bunu ne adına yapacağı belli olmadığından sadece lâftan ibaret kaldı. Bu açıdan Hunlar’dan bir gömlek üstün olsalar da icraatlarıyla aynı seviyeyi işgal eden Moğollar, Hunlar’la aynı akıbeti paylaştı. Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci’den olma torunu Berke Han, Müslüman oldu. Kardeşi Batu Han’ın ölümünden sonra TAHTI zorla ele geçiren BERKE HAN, amcaoğlu HÜLAGU’ya düşman hâle geldi ve MEMLUK Sultanı Baybars’la müttefik oldu. Onun zamanında ALTUNORDU ülkesinde yaşayan KIPÇAKLAR ve MOĞOLLAR, tamamıyla Müslümanlaştı ve sayıca az Moğollar, Kıpçaklar içinde eriyip ciddi nisbette TÜRKLEŞTİ. Kendisi Nasturî Hıristiyan olan HÜLAGU’nun ölümünden sonra İran’da hâkim olan Moğollar da Müslümanlaştı. Daha doğuda yaşayanlar ise, Türklerle karışarak Türkçe konuşmaya başladı ve Müslüman oldu. KUBİLAY HAN zamanında ÇİN, imparatorluğun merkezi olmuştu. Orada kalanlar da kısa zamanda Çinlileşti. Moğollar’dan çok küçük bir nüfus, şimdiki MOĞOLİSTAN’da kaldı ve MOĞOL olarak yaşadı. Netice olarak tıpkı ROMA’yı yıkan GERMENLER gibi, yıktıkları medeniyete ram olan Moğollar, sahib oldukları muazzam güce rağmen fikirsiz kaba kuvvetin medeniyet mefhumu karşısında ne kadar aciz olduğunu isbat eder. MEMLUKLER’in Moğollara karşı gösterdiği direniş, ayrıca zikredilmeli. Memluk Sultanı SEYFEDDİN Kutuz’un Moğol elçilerini öldürerek meydan okuması, Suriye’ye kadar gelmiş müthiş MOĞOL korkusuna da meydan okumak demekti. Her ân Harameyni de yağmalayıp Müslümanları kahretmek üzere olan Moğollara karşı her şeyi göze alarak savaşmak, Moğollar’ın şuursuz gözükaralığına mukabil, asil bir cesareti temsil eder. Elbette bu cesaret, ancak ruhî bir amilin eseridir. — İBRAHİM Tatlı. FURKAN Dergisi, sayı 40.): 1076= 77.
HAKÎM: Hikmetle muttasıf ve mevcudatın hakikatine vakıf olan. Hekim: 78= 1077.
İBDA’: Allah, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı. Misli gelmemiş ESER ortaya koymak. Geçmişte benzeri olmayan şiiri söylemek, fikri şiir idakına hitab eder olmak: 78= 1077.
İLHAM: Allah tarafından kalbe gelen mânâ: 77.
ZEKEN: Feraset, fikir: 77.
MEHDÎ Salih Mirzabeyoğlu: 1076= 77.

*

FELATAT: Lisânın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime. ANSIZLIK. Her ayın son geceleri: 911.
FAZIL: Fazilet sahibi. Üstün kimse: 911.
Horasan: İran’ın doğusunda bir memleket: 912= 1911.
Eşyah: Şeyhler: 912= 1911.
Mübzi’: Kârı ve kazancı kendisine kalmak üzere birine sermaye vermek: 912= 1911.
Teseyyüb: Kadın dul kalma. (Ahil: Kocası olmayan kadın. Fevkinde kimse olmayan yüksek padişah… Ahilla: Sadık dostlar.): 912= 1911.
Sabit: Aklın sabit olması, aklın durması. (Hayret): 912= 1911.
Zirve: Bir şeyin, hususen dağın en yüksek yeri: 911.

*

FELATAT: (Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin Çelebi Hüsameddin’e ithaf ettiği MESNEVİ’nin son cildinin sonu, bir vecd ânı, KAFA KÂĞIDI’nın sonu gibi lisânın döküntüleri ile biter.): 1910.
LA HAVLE (…) ALİYYİL AZİM: (Yevmiye: Şah-ı Nakşibend Hazretleri’nin hep devam ettiği ölçü, “Allah’tan başka davranış, kuvvet sahibi yoktur!”… NAKŞÎLİK, bütün ruh inceliklerini toplayan yol…): 910.
İhtişar: Büyük kafalı olma. Toplanma, cem olma: 910.
Müteaşşık: Aşık olan, çok seven: 910.

*

Lâ Havle (…): 910= 1909.
REŞAHAT: Sızıntılar, serpintiler. (Mevlâna Safiyüddin Hazretleri’nin, veli menkıbelerini anlatan ünlü eseri REŞAHAT hakkında, Üstadım’ın “okuyanların bildiği” ve herhâlde “beni de hatırladığı”, NİSBET hususunda bize uyar yorumu: REŞAHAT isimli eserini, hemen hemen o büyükler büyüğü Hace Ubeydullah Ahrar Hazretleri için kaleme almış olan muazzam bağlılık örneği… Gerçekten REŞAHAT’te öbür nakiller, YÜZÜĞÜN ANA TAŞI mevkiindeki pırlanta etrafında dizili elmaslardan ibarettir ve sahabetine erdiği Ubeydullah Taşkendî Hazretlerini HER MESELENİN KİLİT NOKTASI’na almakta Şeyh Safiyüddin Hazretleri haklıdır. Hayatı ve fikirleri de, Şeyhi’nin ve tanıdığı aralarında en büyüklerin de bulunduğu öbür velilerin hayatları içinde kaynamış vaziyette… HACEGÂN yoluna bağlı kahramanlar bahsinde umumiyetle TEFSİRCİ odur ve derecesini belirtmeye sadece şu iki mısraı yeterlidir: “Bîçare Sofî, sen ki, bir ayağı yanmış bir köpeksin; — O şân kafilesinin ardında üç ayakla koşmaktasın!”… Onlar için bu sözü söyleyebilen onlara denktir… BİR NOT: “Tabiat ANA” diyoruz, “TOPRAK Ana”… İNSAN olarak, DİŞİ nefsimiz, ruhun ÖZÜRÜ’dür; aslı bizde, bu yüzden felsefede bile “dünya bir HATA’dır!” yollu sözler söylenmiştir. HAYAT ARAZLARDAN YÜRÜR - eğer böyle olmasaydı, değiştikçe değişmek, geliştikçe gelişmek, bu çerçevede tekâmül veya inkıraz-çökme olmazdı. Bize rüyâda gelen bir mânâ olarak, “12 Ayet’ten birinin MUCİZE beyanı olması” ve bunun TALÂK Sûresi’ne tevafuku, Allah’ın RAHMETİ’nin her “var” gibi ÖZRÜ de kapsaması, ÖZRÜN “mazeret” biçimindeki hikmetinin KADIN’da tecelli etmesi, bunun da İNSAN’a ebediyen VAR OLMA senedi yerine geçişini, 234. sayıda anlattık. REŞAHAT’in sahibi Şeyh Safiyüddin Hazretleri’nin kendisini ŞANLI KAFİLE ardından TOPAL KÖPEK’e benzetmesindeki mânâ, GUST ve BASAR mânâsını doğrudan ifâde bakımından, bize bunları hatırlattı. KUST-GUST, bahsi geçen âyetle, bu hus[us]taki Hadîs’in birebir ilgisini gösterir… GUST: 100: LENG-Topal… Meselâ, Allah Resûlü ile Allah, mecazî olarak AY ve GÜNEŞ’e benzetilmiştir. AY, Hilâl hâlinden Dolunay’a, nuru artar, eksilir; bu mânâda, sakat, topal… NEFSİMİZ, Allah’a Resûlü’nün gösterdiği yoldan KULLUK ettikçe, DİŞİ RUH adını alır; emir ve teklifleri kabul eden, bunun için AKSİYON ifâde eden bütün faaliyetlerimiz, bu mânâda… Nefsimizin-benliğimizin ulvîliğe ve süfliliğe meyli ve kabulü istidadı, makbüllüğü nisbette DİŞİ RUH’tur… BASİR-Basiret sahibi ve anlayışlı olan. Hakikatleri anlayan. Kalb gözü ile gören. Sezgisi itibariyle maruf olan KÖPEK, insanda bir sembol: 302: MİRZABEYOĞLU: Gusto-İMÂN.): 909.
CÜZUR: Kökler. (Alt başlığı Üstadım’ın ağzından niyetine, ondan Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ne ithaf edilen “Necib Fazıl’dan Abdülhakîm Arvâsî’ye” olan KÖKLER isimli eserim hatırlanmalı.): 909.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1908= 909.
 

LEYLE-İ KADR - SELÇUKLULAR

 
Levha: 2 Temmuz 1984… Sırtüstü yatıyorum… Gökyüzü ve yıldızlar… Uyanıkmışım… Acaba örtü benzeri bir şeyden dolayı mı gökyüzünü böyle görüyorum; yâni gece olmadığı hâlde… Aslında gece mi, yoksa gündüz mü, kestiremiyorum… Işıklı lâmbalarla çizilmiş, iki şerefeli minare… “Gece gökyüzünü seyrediniz ki, nadir şeyler göresiniz!” diyen bir veliyi hatırlıyorum… “Acaba gördüğüm gerçek mi, yoksa hayâl mi?” diye düşünüyorum… Gerçek… İşte gözümle görüyorum… Sanki minare kayboldu… Ben toprak bir yolda yürüyorum… Önümde küçük dere gibi duran bir su birikintisi… Karşımda, eski tarihî bir câmi… Mimarisi SELÇUKLU… Yanında da bir MÜZE… Yerde, hindiden daha büyük bir siyah kuş… Sanki ayakları sakat… Debelendikten sonra kanatlanıyor… Bodler’in ALBATROS isimli şiirini hatırlıyorum!

*

Silka: Arkası üstü yatmak: 192.
Menkab: Dağ arasında olan yol. Güzel hareket ve fiil. Delik açılacak yer: 192.
Menakıb: Menkıbeler. Hayat hikâyeleri. Veli hikmetlerini veren hayat hikâyeleri: 193= 1192.
Minzar: Ayna. Gözlük: 1191= 192.
Vukuf: Bir şeyi bilme. Bir hâlde kalma. Durma, duruş: 192.
Enfas: Nefesler. Ruhlar. Canlar. Bir şeyin aslı cevherler. Dualar: 192.

*

LEYLE-İ KADR: Kadir gecesi. Kur’ân’ın ilk âyetinin indiği ve Ramazan’da bin aydan daha hayırlı olduğu âyetle bildirilen gece. Kadir Sûresi de, Kur’ân’ın ilk âyeti’nin indiği gece hakkında nazil olan. İlk âyet, ALAK Sûresi’nde “Rabbinin izniyle oku” diye başlayan. Sonra malûm: SURE olarak ilk nazil olan da FATİHA… Bizim asıl niyetimiz, LEYL-GECE’nin, ibadet ve bâtın ehli için kıymetini işaretlemekti; ilk VAHY’in de HİRA Dağı’ndaki mağarada GECE gelmesi, Ramazan Ayı’nın “son günlerinden biri” diye Ramazan’da anılan gece. O geceye dair de, belirttik, KADİR Sûresi… İster istemez, GECE Sırrı ile VAHY arasında bir alâka… Kadir Sûresi’nden 1-2 âyet meâlleri: “Şübhe yok ki biz indirdik onu Kadir Gecesi — Ne bildirdi ki sana, “nedir Kadir Gecesi?”… VAHY gece gelir diye birşey yok; burada önemli olan, ilk VAHY’in gece gelmiş olması… VAHY: Allah’ın emirlerini Peygamberlere bildiren büyük melekin ismi, Ruh-ül Emin (Ruh-ül Kudüs), VAYH’in ne olduğunu anlamamıza da yardımcı bir mânâda… Allah’ın güzel isimlerinden biri de MÜ’MİN: Kulunu emin kılıcı… MESELE: VAHY, “bildirmek” denilen şey, VARLIK mıdır, yoksa BİLGİ midir? Varlık olmadan, verici ve alıcı yönünden, bilgiden de bahsedilemez. Bunun yanında, VARLIK olmadan, ona dair BİLGİ de olmaz. Genel mânâda, Hasse-beş duyudan gelsin, isterse duyu dışı olarak ZİHİN ürünü olsun, BİLGİ de kendi suretinde bir varlıktır. VARLIK, RUH olarak alındığında, hem VARLIK, hem de anlatma ve anlamanın - anlatılan şeyin kendisiyle mümkün olması bakımından, TOPYEKÜN VARLIK’ta asıl o, KELİME diye ifâdeye kadar indirilir. Nitekim, “Herşeyden önce kelâm vardı!”: ALLAH OL der ve o şey de OLUR… Bu âyette, OL emri ile OLAN herşeyin, netice olarak Allah’ın âyetleri olduğu mânâsı çıkar ki, VARLIK bütün nevileriyle Allah’ın birer âyetidir, eseridir… KUR’ÂN’ın, ALLAH SEVGİLİSİ’nin NEFSİ diye tefsiri, VARLIK ve BİLGİ’nin aynı-BİR olduğunu anlamamıza yeter. Buna mukabil, verilenle alınan-alınamayan arasındaki fark, BİLGİ’nin varlıktan ayrı tarafını göstermeye yeter. VARLIK ve BİLGİ’nin aynı olması, ayrı olması, hem VARLIK ve hem de BİLGİ’nin, ayrı varlık olmaları ile alâkalı olduğu kadar, işin içine mahiyet ve derece farklarına kadar BİLGİ ve VARLIK karşılaştırılması meselesi de girer. “Allah ruhu, dilediğinden kullara ilka eder”; bu âyette, ruh, hem varlık hem de söz niteliğini kasteder mânâları açıyor… Malûm, BERZAH, HAK ile HAKK ifâde eder, KARIŞIK dava… Varlığı varoluşan tarzda bilmek, başkalarının hürriyetleri ile yakınlık kurmakla olur: Böyle bir varlığın varlıkla bilinmesi, hakikatin hakikati olarak, RUHÇULUK hakikatindedir… Eğer, Allah ile kul arasında böyle bir bağ, “O değil O’ndan” mânâsıyla kurulursa, Peygamber katında bu, O’nun kulu istilâsı, tasarrufu kudretidir. İnsandaki istigrak hâli, –kendinden geçme–, misâl olmaz ama ne çare, hani birden etkilendiğimiz bir şeyden İLHÂM doğması, bunun söz ve iş hâli şekillerinde ifâdeye gelmesi gibi, Peygamber veya VELİ, o bilgiyi Allah’tan VARLIK olarak almış, ifâdeye ise kendisi geçmiştir; yâni sözlü bir alış yok… Bu türlü VAHY, sadece Peygamberlere mahsus ve pay hâlinde ise Sahabe ve velilere âit, İLHÂM tâbiri içindedir. Kudsî Hadîs ve Hadîs, sonra sahabe ve veli kelâmı, varlığın varlıkla idrakı olarak böyle… Bu türlü VAHY ve İLHÂM eserleri, ruhun çeşitli kılıklarda görünebilmesi ve zaten bizim onu eserlerinden tanıyabilmemiz cümlesinden olarak, SÖZ ile de vuku bulur. Doğrudan Allah’ın Kitabı ifâde eder yerde, Hem VARLIK hem de BİLDİRİLEN, aynı ândadır. VAHY getiren MELEK’e inânma, başka türlü olamazdı. O’na inanmayı veren Allah’tır… İMÂN da, hem tebliğ, hem varlık bilgisi hâlindedir. Eğer tebliğ kâfi olsaydı, herkes Müslüman olurdu. Allah Resûlü’nün risaletine inanmak da Allah’ın kuluna doğrudan verdiği bir mevhibe, ihsan… Cebrail Aleyhisselâm’ın Allah Sevgilisi’ne doğrudan bildiğimiz kanlı-canlı insan suretinde geldiğini, çevresindekilerin de bunu gördüğünü biliyoruz… Onun, RUH olması, ilkadan söze, nasıl bildirdiklerini kapsar… Bir bakıma O da, Herşeyden önce var olan MUHAMMEDÎ NUR’dan yaratılmış olmakla, Allah Resûlü’nün nefsini O’na bildiricidir; çünkü O’nun nefsi, Allah’ın bütün tecellilerine ayna ve kullukta EZELL ile EBEDİ birleştirici HAYAT. İnsan O’nun sonsuzluk mânâsından payla sonsuz yaşayacak… RUH bahsinde söylediklerimiz, bâtın yolu kahramanlarına kaim mânâyı ve MÜRİD-ŞEYH ve Allah ilgilerini de kapsar… Demek ki topyekün varlık, insan faaliyetlerinde görüneni de… Bir eksiği tamamlayayım: İlm-el yakîn, ayn-el yakîn, Hakk-el yakîn.): 380.
Kari’: Kâmil kişi. (Kari’-Okuyan. Abid ve zâhid olan: 311: ALBATR-Yumuşak ve beyaz bir çeşit mermer… Karia: Allah Sevgilisi’nin düşman üzerine yolladığı asker topluluğu.): 380.
Ayş: Yaşama. Hayat: 380.
Ferak: KORKU. Büyük ölçü. (Allah Resûlü’ne “en fakih kimdir?” diye sorulunca, “Allah’tan en çok korkandır!” demiştir.): 380.
Arik: Asıl, hesab ve neseb ehli kimse: 380.
Müfesser: Tefsir edilmiş, açıklanmış: 380.
Feşş: SÜT sağmak: 380.
Für’al: Sırtlan eniği. Kuvvetli adam. (Rahman Suresi 19-20. âyetler: 3166= 169: Kasah-Sırtlan. Çok doğuran-eser veren.): 380.
Kair: Çok derin. Daha derin. (Kulkul-Hızlı giden at. Büyük, derin deniz: 260: Muanık-Birbirinin boynuna sarılan. Kucaklaşan… İnak: Birbirinin boynuna sarılan, kucaklaşan: 221: MÜSLÜMAN.): 380.
Derun: İç. Kalb: 380.
Sırr: Gizli hakikat. Allah’ın hikmeti. Allah’ın kalb’te nazar ettiği FUAD makamı: 380.

*

KADİR GECESİ: 412.
Yar-ı Gar: Allah Resûlü ile Hazret-i Ebubekir’in Hicret’te Mekke’den Medine’ye giderken saklandıkları mağara: O mağarada Hazret-i Ebubekir’e gizli zikir tâlim ettirildi ve BÂTIN Yolu açıldı: 412.
Âyat: Âyetler. Deliller. Mekânlar. Menziller: 412.
Bedahat: Delil ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde aşikâr şeyler: 413= 1412.
İcazet: İzin. Müsaade. Reva görmek: 412.

*

Kadir Gecesi: 412= 1411.
Nişân. (Kürtçe): Yüzdeki benek, ben: 411.

*

SELACİKA: Selçuklular. (Oğuzlar’ın KINIK boyuna mensub Selçuklu Ailesi, milâdî 10. yüzyıl ortalarına doğru bağlı oldukları Oğuz Konfederasyonu’ndan koparak Horasan’a inmiş ve burada Müslüman olmuşlardı. O dönemde yeni doğmuş güçlü Gazne ve Karahanlı devletleri tarafından tehlikeli görülerek dışlandılar. Eski yurtlarına dönmeleri de mümkün değildi. Bu yüzden bir ânda düşman denizinde küçük bir adacığa dönüştüler. 80 yıl boyunca Horasan çöllerinde mahkûm hayatı süren Selçuklular’ın macerası, her ân yok olmayla burun buruna oldukları ölüm kalım savaşıdır. Liderlerinin Gaznelilerce esir edilmesi ve KIPÇAKLAR’ın baskınıyla binlerce kayıp vermelerine rağmen ayakta kalan SELÇUKLULAR’ın Gazne üzerine yürümesi, örnek aldıkları Müslüman komutanların aksiyonunu hatırlatır. Kendilerinden sayıca çok üstün olan Gazne ordusunu DANDANAKAN’da yenmeyi başaran SELÇUKLULAR, aksiyonlarını büyüterek hem GAZNE ülkelerini alır, hem İRAN’a yürür. Bununla da yetinmeyerek adım adım Azerbaycan ve KAFKASYA’ya girerler. Orada da durmayan SELÇUKLULAR, sayıca çok üstün BİZANS ordusunu MALAZGİRT’te (1071) yok ettiler ve 10 yıl gibi kısa sürede Anadolu’yu baştanbaşa istila ettiler. (Bu Ramazan, MALAZGİRT Zaferi’nin yıl dönümü, KADİR GECESİ ile aynı güne geliyor.) SELÇUK BEY’in yanında bir alay mevcudunu ancak bulan askeriyle kurduğu küçücük devlet bir asır içinde muazzam bir imparatorluk hâline gelmiştir. Bizanslılar’ın Anadolu ve Azerbaycan’da fethedilmiş toprakların tamamını geri alarak Suriye ve Irak’a doğru yayılmaya başladığı demlerde SELÇUKLULAR’ın çıkıp gelmeleri, BİZANS’ın tamamen geri çekilişini ve İSLÂM fetihlerinin tekrar başlamasını sağlar. Aynı zamanda İslâm dünyasının yaşadığı büyük fikrî kargaşaya da son veren SELÇUKLULAR, İmâm Gazalî’nin İHYA hareketini medreseler kurarak desteklediler ve ŞİÎ FATIMÎLER’i Asya kıtasından sürdüler. (…) İlk Selçuklu Sultanı TUĞRUL BEY’in “cihad ve gaza yolunda çalışmak” diye özetlediği ideal, kendilerinin olduğu kadar halefleri OSMANLILAR’ın da düsturu olarak miras kalmış ve Türkler’in İslâm’la beraber yeni hüviyetini billurlaştırmıştır… İbrahim Tatlı — FURKAN Dergisi, Sayı 40.): 199.
AYASOFYA: “Ayasofya’nın dualarla açılacağı… TEA-Dua: 480: SALİH İzzet Mirzabeyoğlu: Mermer… Ayasofya, mânâ olarak BERZAH MAKAMI’ndan alâmet bir câmidir.): 199.
Nesif: İki kişi arasındaki sır. (Selçuklu Devleti - Osmanlı Devleti: 1839= 840: RUHAM-MER MER.): 200= 1199.
Münakkat: Noktalı, noktalanmış. NOKTA koymuş: 199.
Münekki: Temizleyici. (KASSAR): 200= 1199.
ALAK: Kan. Hayvan-at. Aşk ve muhabbet eylemek. Bir şeye ilişip tutulmak. Bir işe başlayıp o işe devamlı olmak. (Alak Sûresi’nin ilk âyeti, aynı zamanda VAHY’in başlangıcı oluyor: İKRA-Oku!): 200= 1199.
Fasl: İki şey arasındaki ek yeri. Çocuğu memeden kesme: 200= 1199.
SELEF: Buğz etmek. Zevci indinde zevcenin kadri olmamak. (Ruha nisbetle nefsin durumu.): 200= 1199.

*

SELÇUKLU CAMİÎ: 236+114= 350.
KUR’ÂN: (Nakşî Sırrıdır KAVGAM: 1621: Kur’ân-ı Kerim.): 351= 1350.
Şe’n: İş, yeni olan hâl. Tavır. Hâdise. Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezahürü ve eseri: 351= 1350.
Kıran: Yakınlık, mukarenet. Ayrı iki şeyin birleşmesi. İki gezegenin bir burçta olması: 351= 1350.

*

2 ŞEREFELİ MİNARE: 923.
NAKŞÎ Necib Fazıl Kısakürek: 1923.
“Salih Mirzabeyoğlu Hükümdar’dır.” (1 eksilt): 924= 1923.

*

SELÇUKLU DEVLETİ: (Seyyid Mahmud Hayranî: 451: Lahutî-SIR Âlemi. Gayb Âlemi’ne âit. Ruhanî âlemle alâkalı: Mita’-Bir yerin son bulduğu yerin sonu. Yolların bitiştiği yer: Eytam-YETİMLER: Şerif Muammer Erdiş: Salih Mirzabeyoğlu… Selçuklu Devleti’nin merkezi ve KONYA’dan daha eski olan AKŞEHİR’de medfun Seyyid Mahmud Hayranî Hazretleri, Mevlâna Celâleddin-i RUMÎ Hazretleri’nin çağdaşı ve onunla görüşmüştür. NAKŞÎ olduğu söyleniyor… Nesil mânâsı dışında YETİMLİK, BERZAH Âlemi’ne geçen mânâsındadır da. Başta, YARADAN’a BABA denilememesine nazaran, ALLAH SEVGİLİSİ’nin durumu. Bâtın yolunda BABA izafetinin, MÜESSİR kasdı ile olduğu anlaşılıyor. Kul, kul olmak bakımından yetimdir.): 236+451= 687.
Müluhiya: EBEGÜMECİ çiçeği. (Levha: 25 Haziran 1985… SAPANCA Gölü. (…) Ve yan tarafına uzanmış, büyük bir tepe cüssesindeki MERYEM Ana HEYKELİ… Komiser Enrayt, EBEGÜMECİ dediği MARUL benzeri bir çiçeği koparıyor ve “Bunu Büyükannem çok sever, iyi bakar!” diyor… Büyükannesi, HANİFE ERDİŞ, yâni Babaannem imiş… SAPANCA: Birbirinin boynuna sarılmak… NECİB: 65: NİHY-GÖL: HİNDU-Nehir insanları. Yüzdeki ben, nokta. MERKEZ… Hanife Erdiş: 659: Duhne-TOHUM tanesi: Tatrim-Tamamlamak. Ata talim ettirmek… Hanife “Sübhandağı”: 1289= 290: MERYEM: Mahmud Ustaosmanoğlu: KÜRSÎ-Taht. Koltuk. Başşehir… Baim: HEYKEL: Hind-Çin… HEYKEL: 65: NECİB… Hübbazi-EBEGÜMECİ: 620: Türk… Abdülhamîd Han Hazretleri’nin HAMİDİYE Alayları Paşalarından “Kör” lâkablı, HAYDARAN Aşireti Reisi HÜSEYİN Paşa’nın kızı, sütanne ve analık yolundan Abdülhakîm Arvasî Hazretleri dayısı olan, MUSA Bey’in gelini ve İZZET Bey’in Hanımı, Hanife Erdiş… Baba tarafı Sübhandağı soyadını kullanır… İki yetimle, KONYA’da mecburi ikamet… Mesele: Tâbir faslında, rüyâda görülen suretlerin hangi mânâya delalet ettiği meselesi malûm. Suret olmadan mânâlar tecelliye gelmez. Surette tecelli eden mânâların, “sözün hâl ve makama uygun olması şart” delilleri yerinde, ele alınan meseleye nisbetle ortaya çıkışı da bir bedahet. Uydurma “dır, tır”lardan kaçınma esasıyla bunu binlerce kere gösterdik. Şuna dikkat: “Şeyh yönünden ayrılık, hakikat değil, mürid yönündendir; ŞEYH birdir. Allah Sevgilisi’nden başlayan, tabiî O’nun için ALLAH, bu BİRLİK’in ŞEYHLER’de nasib görünüşüdür. Demek ki, ŞEYHLER birdir ama, MÜRİD için kendi şeyhi esastır; ki, nereden ne gelirse, onun üzerinden bir lütuf olarak gelir… Yevmiye: SENİ BEN YETİŞTİRECEĞİM… Ben, onun TEK, bâtın isbatıyım… Yevmiye: Dünya bir FİKİR KAHRAMANI bekliyor!): 687.
Tefezzür: KAFTAN giymek. (Levha: Mayıs 2006… Birinin önünde MÜNŞEAT… Salih Mirzabeyoğluna BOLU DAĞI KAFTANI giydirildi” diyor… Bolu Dağı: 1059: Mehdi.): 687.
TA’ZİR: Siyaset. Tehdit etmek. Tazim. Temizlemek ve hürmet etmek. Hakkında muayyeb bir şer’i hüküm olmayan hususlarda Ululemr veya Vekili tarafından tatbik edilen hususlar hakkında kullanılır bir ıstılahtır. (ŞERİAT, “Kur’ân, Hadîs, İcma-ı Ümmet, Kıyas” silsilesinin hey’eti mecmuasıdır; ŞERİAT deyince kasıd bu… Bu dereceler, Kur’ân’dan başlayarak, “gerektiği yerde gerekeni yapma” şeklinde, onun TATBİKİ’ni ifâde eder… TA’ZİR, tatbike dair mânâsıyla, HADÎS ve SÜNNETİ de ifâde eder: Allah Sevgilisi, KUR’AN’ın birinci muhatabı ve tatbikçisi… Ta’zir’in bu geniş mânâsına nisbetle, “hakkında Şer’i hüküm olmayan meseleler kaydında”, bizzat FARZ ve HADÎSLER’in, “yapılması iyi, yapılmaması iyi, yapılıp yapılmaması takdire kalmış” işlere dair beyanlar, nitekim içtihad ve silsilenin toplamı KIYAS, onun bunlara nisbet şartı bakımından bir KEYFİLİK işi olmadığını gösterir… “İslâm’a muhatab anlayış olarak bir dünya görüşünü sistem çapında gösterme İHTİYACI”; Ta’zir mefhumu ile alâkalı oluşu belli. Bunun ismi, tek örnek olarak: Büyük Doğu-İBDA.): 687.
 

KIRGIZLAR

 
Kırgızlar: (Kırgızlar, bugünkü vatanlarını Allah’ın kendilerine verdiği bir hediye olarak görürler ve ALTIN BEŞİK tâbir ederler. 2000 yıl boyunca, dağ yamaçlarındaki otlaklardan aşağılara bakan çobanlar, “Dünya’nın kanatları” adını verdikleri karlı dağların ortasında bu muazzam beşik görüntüsünü seyretmişlerdir. Günümüzde de her KIRGIZ çocuğu beşikte büyür; beşiğe atfettikleri değer ve temizlik, bana İlâh anlamına eskiden de kullandıkları KUDAY kelimesini hatırlatıyor. Çok hoş: Küçük kadeh mânâsına gelen bu kelime, yaratıcıyı kalbin kendi mânâsına gelebilecek olan VİCDAN ile ilgili işlerde anıyor… “Senin vicdanın yok mu?” der gibi, “senin Allah korkun yok mu?” dercesine, vicdan ve Allah kelimeleri yerine KUDAY… Beşiğe İslâm olmadıkları devirden önce de verdikleri kudsiyet, insanoğlunun dünyaya niçin geldiğini idrak bakımından bir bedahet ifâdesidir. Bildiğimiz beşik, bir sembol… Ebcedi 49 olan kelimeleri yazarak, Beşiğin bana ilhâm ettiklerini işaret edeyim… MEHD: Beşik. Yeryüzü. Beslenip büyüyecek yerimiz. Yayıp döşemek, iç âlem düzeni peşinde imar etmek ve tasarrufta bulunma mekânımız. Maddî ve mânevî kâr kazanma mekânımız. Ölüme hazırlanmamız, tedarikimiz… EL-HAYY: Diri ve devamlı hayat sahibi. Allah’ın 99 güzel isminden biridir… EMGAZ: Kırmızı, kızıl nesne. Feraset, idrak. Aşkar at. Eşkar kelimesi, “sarışın mavi gözlü kimse” ve “yele ve kuyruğu kırmızı sarı at” mânâsına gelir ki, KIRGIZLAR’ın çok eski ataları “Usunlar”ın, sarışın ve mavi gözlü oldukları… TIM: Deniz. Çok mal… HACİM: Saldıran. Hücum eden. Halk âlemi’nde, bizzat kendinden başlayarak bütün varlıkları kendi maddesiyle görünür kıldığı onun kapladığı mekân mânâsına hacim ile “saldıran, hücum” eden mânâsına gelen hacim, DENİZ’in ilim ve MAL’ın hem kemmiyet hem keyfiyete yönelik MEYL’in müşahhaslaşmış neticesi olması bakımından, dünyanın saldırısı ve hücumu ve bunu kabul eden NEFSİMİZ mevzu içinde düşünülürse, onun MÜESSİR anlamı ortaya çıkar… HALÎ: Hâle mensub. Tavra âit. ŞİMDİKİ… ÇAME: Şiir… “Şiir idrakine” hitab eder şekilde hâlihazırımızı besleyici olarak işaret ettiğim bu mânâlardan sonra, yine aynı ebcedde, ama Nefî’ye âit bir beyti hatırlayamadığım için YEVMİYE olarak şimdiye kadar yazamadığım bir kelime, ÇAKACAK: Silahlı çatışmadan çıkan ses… Üstadım’ın, Nefî’nin tumturaklı üslûbuyla bir harb sahnesinin bütün gürültüsünü nasıl kelimelerle duyurduğuna, duyurabileceğine dair, DİL ile ilgili bir misâli idi… Çak-çakacakların, aruz vezni ahengindeki harb musikisi hâlinde görünüşü… Söz şiirden açılmışken, KIRGIZLAR arasındaki ismi SOFÎ ALDAYAR olan İslâm’ın orada yayılmasından dolayı çok sevilen Ahmed Yesevî Hazretleri’nin, KIRGIZLAR arasındaki isminin, “Eş’ar-En iyi şair” kelimesi ile aynı (571) ebcedde olması… “Divan-ı Hikmet” isimli, onun şiirlerinin toplandığı bir eser var… BİR NOT: KIRGIZ, “kahraman halk”, “savaşçı halk” ve “bundan dolayı bu halkı kırıp tüketemezsin” anlamına gelen “KIR GIS kelimesinden gelmekte olduğu ve “kıramazsın” mânâsını taşıdığı… Şimdilik KIRGIZ tarih ve kültürünü kendimizi zenginleştirmek üzere geniş olarak ele almadığım için, KIRGIZ kelimesinin sadece bu mânâsını işaretledim. 1991’de bağımsızlıklarını kazanmaları ve bugünkü TAZA DİN hareketinin güdücülerinden edindiğim intiba, “doğruluğu zayıf” denilen KIR GIS izahının, benim için tam da isabet olduğunu gösteriyor.): 558.
Müanese(t): Karşılıklı ünsiyet etmek: 558.
Tenazuk: Birbirine öğretmek: 558.
Tahsin: Kale gibi sağlamlaştırma. Muhafaza altına alma: 558.
Tenakkut: Benek benek olmak. Nokta nokta olmak: 558.
KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN: 559= 1558.
SIBGATULLAH: Allah’ın, dilediği tarz, mânevî renk, biçim ve şekilde yaratması. Allah’ın dini. İslâmî ahlâk ve karakteri halketmesi. Allah’ın boyası ile boyanmış. (Allah indinde din, İSLÂM’dır… İstesen de istemesen de teslimsin. HÜR irâdenle mesulsün. Menfilikler, iradenin aslında ve özünde değil, sırasında irâdeyi bile izâh ederken düşülen yanlışlıktadır. Bu mânâ, son tecritte herşey, MUTLAK İYİ - DOĞRU ve GÜZEL’e tahvil olur… SIBGA: Din. Boya… Herşey kendi nasibince Allah’ın boyasını taşır… Bu izâhı kâfir HÜR İRADE ile kabul ediyor mu? Hayır. Etse Müslüman olur. O zaman da, “Allah’ın boyası ile boyanma” tâbiri, Allah’ın rızası doğrultusunda olmaya İMÂN etmişler içindir. İş, ıstılah mânâsıyla haslara, “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmışlara” mahsusa varır… “Allah’ın, birbirlerini tanısınlar diye, ayrı tarz, renk, biçim ve şekilde yarattıklarının”, ÜMMET birliği içinde görünüşü: SIBGATULLAH… Bu mânânın dünya görüşü, Büyük Doğu-İBDA’dır… Bahis edilmeleri yönünden hem kemmiyet ve hem de keyfiyet yönünden öksüz KIRGIZLAR, Türkistanlılar, Moğollar, Özbekler ve benzer toplulukları da, bu gözle verimlendirmek gerektiğine inanıyoruz. Önce ALLAH’IN BOYASI’nı kabul et de, sonra neysen eyvallah. “Aralarındaki çekişmeler?”… O boyanın, insan ve toplum meselelerinin halline dair dünya görüşü etrafındaki BİRLİK. Fikir yerine GAZOZ teklif edenlerin anlamadıkları dil de bu.): 1558.

*

KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN: 559.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: (SELÇUKLU Devleti - OSMANLI Devleti: 1839= 840: RUHAM-Mermer: İslâm Fikir Kahramanı.): 1559.


Baran Dergisi 238. Sayı