LEVHA: 6 Kasım 1987... Neslihan Kısakürek Hanım’ı ziyarete gidiyoruz... Yanımda annem de var... (...) ... Neslihan Hanım hem beni anlıyor ve hak veriyor, hem de girizgâhsız, “hiç merak etme, banyoda asılı büyük zarfta; bütün hüviyetinle görüneceksin, onu sana vereceğim!” diyor... Üstadım’ın beni takdim yazısını verecek... (...) ... Neslihan Hanım’dan müsaade isteyerek, takdim yazımı almak üzere, salon büyüklüğündeki banyoya geçiyorum... Duvardaki cam mahfazalı pano üzerinde asılı büyük bir ZARF... Zarfın üzerinde kocaman harflerle slogan gibi yazılmış bir söz... Aklımda HATAY diye bir kelime kaldı... Üstadım’ın el yazısıyla birkaç cümle... Zarfın içinde de, Üstadım’ın beni metheden bir yazısı var; ve birine bunun benim söylediklerim ve hâdiselerle ne kadar benzediğini anlatıyorum... Neslihan Hanım’ı ziyaret ettiğim yer çok geniş bir mekândı ve oradan banyoya geçmiştim... Ben zarfı elime alınca, Neslihan Hanım’ların bulunduğu yerden bir-iki tabut çıkıyor... Onların yanına dönerken, elinde SECCADE ile Üstadım'ın torunu EMRAH’ı görüyorum!
*
ZARF: Kab. Kılıf. Mahfaza. İçine mektub ve emsâli konulan kağıttan kılıf. Dikkat: Bir fiilin veya bir sıfatın mânâsına, kemmiyet ve keyfiyet gibi cihetlerden başkalık katan vasıflarını belirten kelime. Meselâ, “burada, şurada, içerde” gibi mekân gösteren kelimeler, mekânda bir şeyi belirtiyor olma bakımından mekân zarfıdır. “Er, geç” gibi kelimeler de zamanı gösteren, zaman zarfıdırlar. (Zarf, tek, tür ve Küll olarak varlıkta, cildimizin hem hava tabakasını karşılayan, hem de gövdemizin dış yüzünü çevreleyen, diğer taraftan havanın temas itibariyle cildi sarıcı mahiyeti ve gerisi bakımından, “yok, berzah, varlık” arasında - berzah gibi bir mânâ ifâde eden ŞEKİL, bu çerçevede bir yönü yokluğa, bir yönü varlığa bakandır... Üstadım’dan: “Hayat bir zar içinde, hayatı saran bir zar, — Bana da hayat yeri, BAĞLUM köyünde mezar!”... BAĞLUM-Bağlık, bahçelik: 1079: MİLT-Nesebi bilinmeyen. Sahil. Dimağa erişen, delen düşünce. EZEL ve EBED... VECA’-Acı. Mürre. “Âlem’de insanın, ulvî veya süflî gayede çektiği varoluş sıkıntısı”: 79: DÜKNE-Siyaha benzer bir renk... CU’-Açlık: 79: VAHDANÎ-Allah’ın birliği ile alâkalı... AZEB-Mücerred: 79: HEYLELE-“Lâ ilâhe illallah” demek.): 1180.
KUSTO: 181= 1180.
SANEM: Heykel. Çok güzel olan. Bediî: 180.
MÜLAKÎ: Buluşan. Yüzyüze gelen. Kavuşan: 181= 1180.
KAF: Ufuk. Bir harfin adı. Bir dağ ismi: 181= 1180.
Zafer: Muvaffak olma: 181= 1180.
Vesika: Delil: 181= 1180.
Avhak: Kara karga. Küllî cisim. Büyük kara deve. “Nefs. Ebedd”. Uzun nesne: 181= 1180.
MEDFUN: Defnedilmiş, gömülmüş. (KABR-Mezar: 302: MİRZABEYOĞLU... KABRİSTAN: 814: HUDRÎ-Kara eşek.): 180.
MÜSAADE: İzin verme. Elverişli bulunma: 180.
MEHDÎ Salih İzzet Erdiş: 1180.
*
HATAY: Dışımızdaki nesnelerin bizde uyandırdığı intibaın neticesi teşekkül eden suretin resmedilmesi. Tezhib sanatında, tabiattaki çiçeğe benzemeyen çiçek ve ağaçların, çiçek ve ağaç resmi olarak, tanınması gibi. Burada şekil-form, sanatçı tarafından yorumla bulunmuştur. (Berzah Âlemi’ne âit her şeyin, Kâinat’ta-Dünya’da, misâl olarak bir benzeri vardır ve onlarla anlatılır olur. “Denizde deniz içi hayatı kurcalayan Kaptan Kusto’nun ilmî tecessüsünün”, iki denizi birbirinden ayıran su perdeleri ve bunların RAHMAN Sûresi 19. ve 20. âyetlerle ilgisinin onun dikkatine gelmiş olması, bizim bâtın kimliğimizi arayıcı fikir mesaimizde onu misâl kılıcı ve ŞEKİL-Fikir bu, suret doğmuştur... HATAÎ-Hatay. Türkistan ve Anadolu'da birer ŞEHİR ismi. Bir kâğıt çeşidi. Tezhib sanatında formlar-şekiller: 417: NECİB FAZIL KISAKÜREK: MUSA Mirzabeyoğlu: 1428: SALİH Mirzabeyoğlu.): 621.
KURAN-I KERİM: (Harflerin herbiri kendi nefsleri olan mânâlara işaret oluşlarından başka, kelime terkibini meydana getiren harf kümeleri, harflerin toplamından fazla bir şeydir; o kümeyi resim kılan bir mânâ-varlık. Kelimelerden teşekkül eden cümlelerde de, kelime kümelerinden fazla bir şey mevcut;  o kümeyi resim kılan bir mânâ-varlık. Kelim kelimesinin, aynı zamanda “yaralı kimse” anlamı, kelimenin ses ve yazılı ifâdesi-yâni suretinin, mânâ suretinin kafada teşekkülüyle tamamlandığını gösterir; yâni biz, ses ve yazıyı, bizdeki o suret vasıtasıyla anlıyor oluyoruz. Kezâ, kelimelerden müteşekkil cümlede de, kelimeleri birbirine bağlayan anlayıştır. Bir velinin, “bir şeyin sureti kafanda teşekkül etmedikçe onu idrak edemezsin!” buyurduğu hikmet. Genel olarak, varlık ifâdesine giren maddî ve mânevî herşey, kendini başkasından ayırıcı olduğu ânda, bir suret belirtir; yâni suret, bildiğimiz tabiat ve nesnelerin mânâlar dünyasına âit mecaz ve remzler şeklinde zannedilmesi gibi, bunlara tahsis olunmuş bir hakikat değildir. Müşterek kelâm klişelerinde, her birimizin tahassüsü ayrı bir hayat yaşadığımızın farkındayız; şu yazı bile, herkeste ayrı bir mânâ ifâde ediyor - anlayışlar ve anlamayışlar bile bir değil... Kelime, cümle, makale, ilâh; neticede, bilinen örtülünün bizde açığa çıkmasıdır. Tek tek her biri bir suret ifâde eden insan vücuduna âit kelimeleri ele alalım: Vücut, kafa, göz, kulak, burun, boyun, gövde, kollar, bacaklar, ayaklar, parmaklar, tırnaklar, iç organlar, hücreler, vesaire... Atomaltı parçacıklar dünyasında elden kayasıya mücerretleşen madde ve insanın ruh dünyasına âit idraklar boyu dış dünyada mevcut olmayan suret-nesne-nesneleştirme-objeler... Süje ve obje: Düşünen ve düşünülen... Düşünmenin doğrudan, düşünene ve düşüncenin ne olduğuna çevrilmesi-kendi varlığına... Düşünen ve düşünülen aynı?! Birini bilinen farzedip diğerine, sonra onu bilinen farzedip buna-kesintisiz bir süreçte bir tuhaflıkım ben! Nefsin lâtifleştikte elden kayışı-idrak edilir olmaktan kaçışı, kelimelerin yığılmasıyla kavramların oluşması gibi mânâlar toplandıkça kuşatan olmak, yâni varlıkını idrak, yâni idrakın aczini idrak ile idrakın hakikatinin görünüşü, bu çelişki? Varlığın bütünlüğü, VAHDET-İ VÜCUD hâlinde bir bedahat; eğrisi ve doğrusuyla bir sürü Hak ve bâtıl anlayışıyla... Her ân bu bütünlüğü bir bilinmezden gören VAHDET-İ ŞÜHUD; bu da Hak ve bâtılı ile, varlığa şahidlik, keşif ve icâd... Birinin içinde diğeri, onun içinde bu, böyle bir kutublaşma... Her ikisi de İslâm’da ve Allah Sevgilisi’nin VAHÎD oluşunda tek bir hakikattir; bunun hakikati ise, Allah’ın VAHÎD oluşuna nisbetle, ebediyen bilinemeyecek olan: EZEL ve EBED boyu arasında, her ikisini nefsinde birleştiren İNSANÎ HAKİKAT... KURAN-I KERİM, Berzah Âlemi’ne âit mânâların misâl-mecaz olarak sergilendiği şu görünen dünyamızda “eşyanın hakikatine erildikten sonra” onu BERZAH’tan gören ve BERZAH âlemine âit tecellilerin sonsuzca süreceğine inanan için, Allah’ın zâtıyla kaim ezelî ve ebedî kelâmı olarak, bu mânâda Allah Sevgilisi’nin nefsidir. O, bizim kul olarak hep bâki kalacağımızın da teminatı. O’nda, “zat sırrı neyse o” varız. Yaşamak hep yeni olmak demekse, hep yenilik ebedî sırrını istidadımızın tükenmez yumağından çözülürcesine yaşayacağız. “Ben kimim, saki olan kimdir, mey-i sahpa nedir?”... Topyekün varlık, KÜLL ve varlık dereceleri, bilinir ve bilinmez cüzleri, bilene var, bilmeyene yok mahiyetleri ile, Allah’ın büyüsü-efsunu olarak görünüyor; bütün suret ve suret nitelemeleriyle... İNSAN, ezel kadar sonsuzdan ebediyen var olacak olan olarak, Allah karşısında bir ARIZÎ MUTLAK gibi bir hüviyet belirtiyor - bu bir tezat; hem arızî, –Allah’ın varlığıyla var olabilen–, hem de O’nun müjdesi ile ebediyen var olacak - bu bakımdan mutlak; Allah’ın, “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” ölçüsünce, her ân yeni idraki bir hayat istidadıdır sözkonusu olan... Kul kelâmında tecelli eden Allahça’nın – KUR’ÂN’ın da hem zâhir-lâfız, hem de bâtın olarak MUTLAK oluşunu da izâh etmiş oldu... O, VAHİD’in VAHÎD’e nisbetince, “Kelâm ve mânâ toplayıcılığı” vasfını haiz Allah Sevgilisi’nin, hem varlık, hem bilgi birliğini göstericidir... KUL kelâmında, klişe olarak bir mânâya resim olan kelime-lâfız, değişik lisânlarda aynı mânânın değişik klişelerde görünmesi şeklinde olabiliyor. Bunun yanında, her lisânda klişede özdeşleşmiş ve başka lisânda bulunmayan mânâ ve nüansları. Lisânların eşya ve hâdiselerin yeniliği içinde nesiller boyu gelişmesi, pörsümesi, değişmesi, yâni günlük hayat gibi canlı oluşundan bahsedebiliriz; her lisânın kendine mahsus bir hafızası oluşundan ve istidadından da... Bu meselelerin giriftliğine kapılarak “mümkün ve geçici olan”la, mümkün ve geçicide tecelli eden MUTLAK mucizesini birbirine karıştırmayalım. KUR’ÂN, Allah Sevgilisi’nin en büyük mucizesidir; O, nefsi mucize olandır da... Bu mucize karşısında, sadece HAYRET): 620.
HAK: Toprak. Türab. Örtü. Madde. İnsan bedeninin unsurlarından meydana getirildiği-nefsin beden ciheti: 620.
HÜBBAZÎ: Ebegümeci dedikleri çiçek-nebat: 620.
KUREYŞÎ: 620.
TÜRK: 620.
KÜRT: 620.
MÜSTE’SİL: Kökünden koparan, ele geçiren. (Yevmiye: Elime bir genç geçti, PÎR geçti!): 621=1620.
MUKATTAAT: Kur’ân’ın bazı surelerinin başında, ilk muhatab Allah Sevgilisi olmak üzere, “Sevenle sevilen arasındaki şifreler”; Allah ile sevenler arasında: 620.
HAYYAT: Terzi. Ayıran ve bitiştiren. “Elbiseci-sıfat biçen”: 620.
TABUT: İçine ölü konulan sandık. Su kovası. “Koltuk. Doldurulabilir boşluk”: 809.
Tetevvüç: Taç giyme. (Allah Sevgilisi’nin isimlerinden biri, SAHİB-ÜL TAÇ’tır: Sarık saran): 809.
Huzzak: İşinin ehli olanlar: 809.
Müsteşhed: Şahid olarak gösterilen: 809.
Müsteşhid: Şahid gösteren: 809.
BERZAH: İki âlemin arası. Kabir. İki yer arasındaki geçit. Perde. Mani’a: 809.
            *
CÜDA’: Ölüm. Mevt: 78.
Levh-i Mahfuz: “Kur’ân”: 1078.
 
 
BAŞ ŞEHİR
 


TAHTGÂH: Baş şehir. (ŞEHR-ŞEHİR: Bir şeyi izhar etmek. Teşhir etmek. Meşhur. Şan ve şeref sahibi. Alemlerce meşhur –meşhude– Allah Sevgilisi’nin bir ismi... Şehir, her şeyde zâhir olanın, bâtın kuvvesidir; zâhirle görünen ve bilinir olan... Başşehir, mecazen KALB mânâsına da gelir.): 427.


REHAKÂR: Kurtarıcı: 427.
*
PİŞHAYME: Padişah veya vezirlerin çadırı. (Hükümdar; “Yaratıcı, Küllî Ruh, Azam Ruh, Arş, Âdem-İnsan, Kâmil İnsan, Kutub, Halife, Seyyid-Peygamber varisi, ileri gelen, Cüz’i Ruh, Zâhir ve bâtın mânâlarıyla Güneş” ve “hüküm sahibi, hükmü geçen” olarak, kullanıldığı yere göre bir ifâde belirtir.): 966.
ABDÜLHAKÎM TAHTI. (Koltuğu): 966.
YESRİB-DARBUM: (YESRİB-Medine’nin eski ismi: 712: BURSA... AHLAF-Halefler: 712: TEBRİK... Levha: 7 Kasım 1990... Üstadım bizim eve gelmiş. Üzerinde takım elbise var ve traş olmuş; sakalsız. Beni yanaklarımdan öpüp tebrik ediyor. Giderken, tekrar yanaklarımdan öpüyor ve siyah pabuçlarının arkasına basarak giyiyor. Ben de takım elbise giymişim ve Üstadım'la beraber çıkarken, pabuçlarımı giyiyorum... DARBUM-Eskişehir’in Bizanslılar zamanındaki ismi: 254: MÜRİD... MİHVER-Merkez: 254: MİHRACE-Hindu Kral... ABDÜLHAKÎM Koltuğu’nun yan mermerlerinde, ESKİŞEHİR ve BURSA yazdığı hatırlanmalı.): 966.
ÜSTADIM’ın “Yolumuz-Hâlimiz-Çaremiz” Konferansını Eskişehir’de dinlediğim sene: (Ahmed-i Farukî. “İmam-ı Rabbanî”: 1440: “Ya ileri ya geri, takrib ederim üç otuza” — Topal Şükrü Efendi'nin kasidesinden bir mısraIdır... ÜÇ OTUZ: 3 Lâm, Üçışık. “90, Sad harfi, Allah’ın El-Mümit ismi, mertebesi toprak”.  90=9. “İBDA: 9”...): 1966.
“SEYYİD Abdülhakîm Arvasî-Necib Fazıl Kısakürek”-İzzet Mirzabeyoğlu: 2966.
 
 
GÜMÜŞ SUYU


Önsöz-Takdim: 129: Salih-Halis... Takdim-Sunmak: 554=1553: Mevlâna Celâleddin-i Rumî, “Aşk tabında”... Takdim: 554: Nüşre-Sihir, efsun... Ümmet: 554: Zihin kontrolu... Takd(î)m: 544: Hükmetmek. Hâkim olmak... Merec-el bahreyn. (Rahman Sûresi, 19. âyet): 544: Tekaddüm-Birine gelmesi muhtemel bir zarar için ikazda bulunmak... Rahmet, her varlığın var olmasını sağlayan sebeb; Kur’ân’da “sefillerin en sefili” diye nitelenen ve bir insanın TAKVA sahibi olması şartlarında iyi ve kötünün onun hür iradesiyle seçileceği bir âlem-DÜNYA ve Kâinat... Allah’ın rahmeti, onun ihatasıyla tamamlanıyor-var olma hikmeti bu... Allah, İNSAN’ı kendi marifetine ulaşması ve ahlâkî ölçüleriyle ahlâklansın diye yarattı: İBADET bu-arınmak... RUHULLAH isimli Hazret-i İSÂ, Allah’ın kullarını affetmesi için, O’na HAKÎM ismiyle dua ederdi. Her şeyi yerli yerince eden Allah. Rahmetinden kötüye de varlık veren Allah’ın, bu bakımdan “yoldan çıkmışların yola girmesi, günahkâr olanları da affetmesi” için... Âyet meâli: “Biz O’nu yüce mekâna yükselttik”. Hazret-i İsâ, nüzul edeceği zamana kadar, halihazırda sağ. Gelecek ve MUHAMMEDÎ HAKİKAT’in, Kur’ân ve Hadîsler dışında hiçbir ölçüye tâbi olmaksızın, tâbî hakikatini tamamlayacak. MEHDÎ “RESÛL” O. O’nda tecelli eden hikmet, NEBEVÎ. “Ümmetimin âlimleri Benî İsrail Peygamberleri gibidir!” hadîsi çerçevesinde TAKLİD-Asla uyan mânâsındaki velâyet tamamlığı –ki İmâm-ı Rabbanî MEKTUBATI ile en başta–, buna dair İCRA, bu MEHDÎ, Hazret-i İsâ’dan önce. Akıllar başa: Her Peygamberde, her Peygamberde bulunan vasıf mevcut olarak, bu vasıflardan biri tecelli etmiştir ve bütün kemâllerin merkezinde de Allah Sevgilisi... O, Allah’ın Dostu sıfatlı İBRAHİM Aleyhisselâm, sonra Allah’la Konuşan MUSA Aleyhisselâm ve “RUHULLAH sıfatlı İSÂ Aleyhisselâm”... BERZAH Âlemi’nin zıddı olan HALK Âlemi’nin, tesbih taneleri mevkiindeki varlıklarının dizildiği iplik, ahlâkî ölçülerden başka dünya işleri ile ilgili hiçbir şey getirmemiş olması bakımından umumiyetle yanlış zanla O’na hamledilmeyen HALK Âlemi, varlık bakımından aslında O’nunla tamam oluyor. Derecesi dördüncü olan Peygamber; malûm, 4, varlık sayısıdır. MUHAMMEDÎ NUR, Nokta-i Vahdet, Kelme-i Ehem, Küllî Ruh, Küllî akıl (...) gibi isimler alan topyekûn varlığa varlık verici RUH’un “İstivagâhı" - tecelli ettiği yer, yâni NASUT sırrı, RUHULLAH lâkabıyla O’nda. ARŞ tabakasının “Allah’ın istivagâhı” oluşunu dikkate alırsanız, tasavvufun O’ndan başladığını zannedebilirsiniz. Önce şuna dikkat: Her birinde herbirinin vasıfları mevcut bütün Peygamberler’in yolları, Allah Sevgilisi’nde toplu hakikatleriyle VELÎ tabakaları olarak BÂTIN mevzuudur. Ve, Allah Resûlü’nün BÂTIN’ı ve O’na tâbi olanlar, O ve O’nun ÜMMETİ olarak, hiçbir Peygamber ve ümmeti keyfiyetinde değildirler. Bu bakımdan, Allah Resûlü’nün devrindeki Veliler, izleri üzerinde bulundukları Peygamberler devrindeki müminlerden, bambaşkadırlar: Hani, Allah Sevgilisi, herbirinde herbirine mahsus vasıf bulunan Peygamberler’in merkezindeki asıl ya... Velâyetin aslı da Muhammedî ümmette. Bunun zirve şahsiyetini, söyledik. Şân böyle gerektiriyor: Hazret-i İsâ Efendimiz, O’nun velâyette de baş ve son olduğunu Nübüvvet şerefiyle tescil için, O’na tâbi, bu cihetten göstermek üzere son olarak gelecektir. O’nun şeriatiyle hükmedecek... MUHAMMEDÎ Velâyette tesbihin son tanesi –bu tâbir başka veli yok demek değildir!–, ESSEYYİD Abdülhakîm Arvasî Hazretleri: Büyük İrşad Kutbu...Ehl-i Beyt’in, hem nesil, hem bâtın mânâsını haiz ve Hazret-i Ebubekir’den başlayan büyük tâbiliğin, içinde bulunduğumuz zaman dilimini de kuşatıcı başa bitişik son tanesi: Allah Resûlü’ne… ABDÜLHAKÎM Koltuğu davasını hatırlayınız: Allah’ın, altı Halk âlemi’ne, üstü bâtın âlemine yol verici İstivagâhı ARŞ’ın hemen altında ve onla bir de sayılabilen KÜRSÎ-Taht. (Koltuk) makamının zamanımızdaki KUTBU: Zâhir ve bâtın işleri, dünya işleri ve bâtın yolu bir arada, tamı tamına Şeriat… O’nun en yakını, bir YEVMİYE mevzuu olarak “Onu görseydin daha iyi olurdu, ama bir şey farketmez; seni ben yetiştireceğim!” diyen ÜSTADIM; verdiğimiz ölçüler içinde, NEBÎ ehlinin en yakınının en yakını… O’nun en yakını da ben… Bir not: Babasız HAKK Peygamber İSÂ Aleyhisselâm’ın, HALK edilişindeki hususiyet hatırlanmalı - O, Hazret-i Meryem yönünden su, baba yerine de Hazret-i Cebrail’in O’na ilka ettiği Allah’ın kelimesi (mevhum su, mücerret, hayâli su) ile yaratıldı. Allah’ın istivagâh sırrının O’nda tecellisi hâlinde: Bu yüzden O’na RUHULLAH dendi. NASUT, ruhun tecelli ettiği yer ve ruh neyle ilgilenirse onu canlı kılar. Böylece, O’nun Meryem’deki baba yönünün mevhum olması, ruhun zuhrunun şiddetinden gaib olarak maddedeki kudret ve azametini göstericidir. Allah’ın 99 güzel isminden birisi BÂTIN ve mânâsı “zuhrunun şiddetinden gaib”tir.
 
*
SAVLEC-Misk. Gümüş: 129: LÂTİF… SAVLECAN-Cirit sopası. “Asâ, benzer, ağaç, iktidar. Beden. Güzel söz, rekâketsiz ifâde. Büyü.”: 1180: ZARF… KUTA’-Rüyâ tâbir etmek: 180: MEMSUD-Vücudu kuvvetli ve sağlam yapıda olan… Aynı ebcedle, NESİS: Aşırı derecede açlık. İnsanın son takati. (Üstadım’ın bana ithaf edilen RAMAZAN şiirlerinden: Soframıza açlığı besleyenler buyursun!)… MESİHA: Gümüş. Meshetmek. Hazret-i İSÂ’nın bir lâkabı. Bir şey üzerinde el yürütmek… MESH. (İngilizce): Ağ ile tutmak, avlamak, seyyad… SALİHA: İyi gümüş. Salih kadın. “Salih nefs”: 143: LAHİKA-Ek. İlâve… Üstadım’ın benim İSTİKBÂL İSLÂMINDIR isimli eserimi gazetede kendi hazırlayacağı RAMAZAN ilâvesinde yayınlatmak için koyduğu zarfın üzerine kendi el yazısıyla RAMAZAN İLÂVESİ yazmasını ve bunun benim kimliğimi arayışımdaki işaret taşlarından biri oluşunu söylemeden edemezdim… MEN ENE? - Ben kimim?: 142: İSA’-Zenginleştirme ve zenginleştirilme. Genişletme… KABLÎ-İlke ve önceliğe ait. Hiçbir tecrübeye dayanmadan: 142: MEHDÎ. (Büyük ebcedle)… Şimdi gelelim, dikkatli takibiyle, benim bu seride daha önce MUHYİDDİN’i Arabî Hazretleri’nden işaretlemiş olduğum İSÂ’ Aleyhisselâm hakkında bir keşifte irad etmiş olduğu nutukta “en saf GÜMÜŞ’e bakınız!” sözünü hatırlayarak bana yolladığı FİZİK ilminden birkaç notun sahibi BURAK Çileli’nin, GÜMÜŞ SUYU mevzuunu ele almama vesile oluşunu belirtmeye. Belirttim… Bir not: İSÂ Aleyhisselâm, malûm olduğu gibi, Allah Sevgilisi’nden önce gelen ve KİTAB sahibi (İncil) Peygamberdir. Gelecek ve hem Kur’ân, hem Hadîslere tâbi olacak, hem de bütün Semavî kitabların asıl ve muradıyla Kur’ân’da ve tatbikinin Allah Sevgilisi’nde olduğunu isbatlayacaktır. Ümmetin velâyeti, bir sahabînin sahabîliğinin velâyetinden üstün olması bakımından derecesi, sahabîden  sonra. Sahabînin en büyüğü de, Allah Sevgilisi’nin kendisine tercih olunduğu, SIDDIKİYET makamı ki, SAHABİ ile Allah Sevgilisi arasında bir BERZAH olan Hazret-i Ebubekir Efendimiz - tek. Bir Peygamberin Peygamberliğinin velâyetinden büyük olması, ümmet bakımından velâyeti İmam-ı Rabbanî’de mühürlerken (Beni İsrail Peygamberleri GİBİ), İSÂ’ Aleyhisselâm’ın Allah Resûlü’nün getirdiklerine tâbi olarak icrası, Muhammedî Velâyetin de NEBİ mertebesinde ve O’nun tarafından tamamlanacağını gösterir. Bir Peygamberin Peygamberliği-makamı, velâyetinden üstündür. Demek ki bütün Peygamberler’in bâtını Allah Sevgilisi’nde; ve İSÂ Aleyhisselâm’da tecelli eden mânâ, 4 büyük Peygamber’den bahiste onların büyüklük sıralamasını bozmuyor.
 
            GÜMÜŞ HAKKINDA.
 
GÜMÜŞ: 372= 1371: ASFER-Bomboş şey. “Yevmiye: Bomboş bir devirdeyiz!”… SABİT-Duran, yerinde durup hareket etmeyen. “Doğruluğu isbat edilmemiş olan”: 903: CAZZ-İri gövdeli adam… TEBAŞÜR-Müjdelemek. Bir işe girişmek: 903: İZRA’-Korkutma. Çok fazla methetmek. ALTUN arama… YETEM-Yetim. “Allah Sevgilisi ve babasız hak Peygamber Hazret-i İSÂ hatırlanmalı” + AHMED-İ FARUKİ. “İmâm-ı Rabbânî”: 902: DEVLET-İ EBED MÜDDET. “Ebedî saadet”… ABDÜLHAKÎM. “Büyük ebcedle” + MİTA’-Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. Yolların birleştiği yer: 902: MÜRTEZA-Beğenilmiş, seçilmiş. “Hazret-i Ali’nin bir vasfı” + SALİH MİRZABEYOĞLU… ENBUZEN-Asıl, esas madde: 809: KIRRÎS-Sazan balığı. “İnsan cesedi”… Bu son iki kelimeyi, aynı ebcedte olan BERZAH ile birlikte düşündüğümüzde, GÜMÜŞ’ün aşağıda göreceğimiz madde dünyasına âit sabitliği ile, ruhun cesedte tecellisi bakımından yine BERZAH anlamında nefsin cesede bakan yönü ve ruha bakan yönüyle ona âit oluşu, neticede NEFSİN bir yönüyle mahluk, diğer yönüyle HAK, bir sabit-asıl belirtmesidir.
*
George Gamow: “Biz, içindeki her cismin sanki nükleer bir bomba sayılabileceği bir dünyada yaşıyoruz, çünkü bütün maddelerin ATOM çekirdekleri ya parçalanıp dağılabilir, yahut birbiriyle birleşip kaynaşabilir - her iki hâlde de korkunç miktarda enerji bir ânda serbest kalır… GÜMÜŞ müstesna; ne parçalanabilir, ne birleşirler, İNATLA gümüş kalırlar!”… İnsan bedeninin Âlemin unsurlarından müteşekkil olması, maddenin Allah’la şuur-nefs arasında perde olması mânâsına gelir ki, tıpkı beden gibi hakikati BERZAH Âleminde olan bir BERZAH mahiyetindedir. HAKİKATİ, kalbin mertebeleri içinde… RUH ve MADDE; Vahdeti, kendimi bildiğim kadarıyla bende!.. Bir not: GÜMÜŞ’ün asla değişemez olmaması, Allah’la kaim insan nefsinin arızî mahiyetini hatırlatıyor - bu onun için ezelî ve ebedî bir tabiîlik, ama VACİB-ÜL VÜCUD (Varlığı zorunlu) Mutlak Varlıkla. İNAT onun varlıkta daim olması, istikrar mânâsındadır; Allah’ın iradesinin karşı olsaydı da onun var kalması mânâsında değil.
*
Ebced değeri 900 olan 21 Harfi –Allah’ın “EL-AZİZ” ismine işaret eder– Mertebesi Madenler… Da’va Cetveli’nde, 21 harfi, Allah’ın EZ-ZAHİR ismine tevafuk eder… Allah’ın her isminde her ismi bulunmak üzere, varlık tabakalarında, “Zahirin zahiri - Zahirin bâtını - Batının Zâhiri - Batının bâtını” olarak görünen mânâsındaki ismi: EZ-ZÂHİR… EL-Aziz ismi de: Her şeye galip.
 
 
ZÜBEYR BİN AVVA-M
 


Nesebi beşinci babada Allah Sevgilisi ile birleşiyor; yâni MÜRRE BİN KA’B Hazretlerinde. Bilindiği üzere, HALİD bin Velid Hazretleri de bu atada birleşiyor. Üstadım’ın, şâirin hakikati ve hakiki şairin aslı niyetine, bu isimde bir şâiri “beklenen şair kumaşı” olarak, ki YEVMİYEM, “Peygamber şâirlerinden” diye işaretleyişi malûm. Benim, yeri geldikçe tekrar tekrar, Üstadım’ın bana rüyâda “Zübeyr” diye haykırarak bir isim söylediğini yazdığım da… Bu eserde vakti saati gelmiş, “Zübeyr Bin Avvam” Hazretleri… Habeş Necaşî (Melik) Ebrehe’nin, Allah Sevgilisi’nin doğumundan 55 gün önce KÂBE’yi yıkmak için gelişinin - FİL Vakası’nın üzerinden 25 yıl geçtikten sonra doğdu: Takriben Milâdî 596’da, Hicret’in 36. yılında, 64 yılında İbn-i Cermus isimli biri tarafından öldürüldü: Cemaziyelevvel, PERŞEMBE günü… ZÜBEYR BİN AVVAM: 319: DİROK. (Kürtçe)-Tarih… Cemaziyelevvel, Arabî ayların beşincisi; İNSANÎ Hakikat’in perdelerinde, PERŞEMBE günü, SİYAH renk ve İSÂ Aleyhisselâm’la alâkalı… Hazret’in HALASI, müminlerin annesi Hazreti Hatice; annesi de Allah Sevgilisi’nin halaları, ABDÜLMUTTALİB’in kızı Hazret-i Safiye.
 
*
Onbeş yaşında Hazret-i Ebubekir vasıtasıyla Müslüman olan Zübeyr bin Avvam Hazretleri, ilklerden; hem Habeş, hem Medine muhacirlerinden, Cennet’le müjdelenen 10 büyüklerden, Hazret-i Ömer tarafından Halife seçimine mahsus olarak kurulan Şura üyelerinden.
*
Bir gün MEKKE’de Allah Sevgilisi’nin esir edildiği şayiası çıkınca, sorup anlamadan öfkeyle kılıcını çekiyor ve tek başına kâfirlere hücum etmek üzere yola düşüyor. Yolda kendisini gören Allah Sevgilisi, durumu öğrenince tebessüm ediyor ve ona dua… O her gazada Allah Sevgilisi ile beraber ve canı O’na siper.
*
Hazret-i Ali’ye BİAT ettikten sonra, Hazret-i Osman’ın katillerine ceza verilmesin istedi; ve bu iş ertelenince derin bir üzüntüye düştü. CEMEL Vakası’nda da, Hazret-i Ayşe’nin tarafında… Aynen Hazret-i Talha’ya olduğu gibi Hazret-i Ali tarafından aradaki yakınlık ihtar edilince, cenkten vazgeçti ve VADİ-ÜS Siba dedikleri yerde namaz kılarken, İbn-i Cermuz’un kılıcıyla başı uçuruldu. Katil, ödül alma sevdasıyla başını Hazret-i Ali’ye getirince, VELİLER Sultanı şu cevabı verdi: “SAFİYYE’nin oğlunu öldürene Cehennem’i müjdelerim!”
*
Hadîs: Her nebînin bir veziri, yardımcısı, dostu vardır. Benimki de Zübeyr’dir.
Hadîs: Zübeyr, benim amcamın oğludur, ümmetimdendir ve yardımcımdır.
Hadîs: Talha ile Zübeyr, Cennet’te benim komşumdur.
Hadîs: Safiyye’nin oğlunu öldürene, Cehennemi müjdele.
*
Son derece zengin ve cömert… Bin kölesinden aldığı harçları, evine sokmayıp sadaka ederdi… Allah Sevgilisi’nin ve Hazret-i Ali’nin, kendisinden SAFİYYE OĞLU diye bahsi, annesine nisbet edilmesi, bizde, onda MERHAMET hissinin baskın olduğu hakikatini de hatırlatıyor.
*
ZÜBEYR: Yazılı küçük şey: 219.
HERCAÎ: Her yerde bulunur, kendine mahsus mekânı olmayan. Kararsız, sükûnda olmayan, hareketli: 220= 1219.
FİLOZOF: Felyesof: 219.
HAYIR: Hayrette kalan. Toplanmış su: 219.
ZÜHUR: Parlaklık. Parıldama. Çiçekler. Ezhar. (Ezher: Pek beyaz ve parlak. Ay. Cuma günü. Vahşî sığır.): 219.
*
ZÜBEYR Bin Avva: (HAKÎM-Hikmetle muttasıf ve Kâinat’ın hakikatine vakıf olan. Hikmet ehli. Tabib. “Gölge. Arş”: 78: AVVA-Yıldız kümesi. “Seçkinler”… İBDA’: 78: HİKEMÎ-Hikmet ve düşünceye âit.): 279= 1278.
ARVASÎ: 278.
Arub: Erkeğini seven kadın. (Arube: Cuma günü): 278.
Erbaa: Dört: 278.
Rahman Sûresi 20. âyet. (Noktasız): 278.
*
ZÜBEYR Bin Avvam: 319.
Haduş: Pire. Sıçrayan. “Delen. Farz-Gedik açmak, delik açmak.”: 319.
Beyhuşt: Kökünden koparılan: 1318= 319.
Pişva: Öncü. Kumandan: 319.
Hükümran: Hüküm süren: 319.
Mahrusa: Büyük şehir: 319.
 
 
ZÜBEYR’İN ŞEHRİ
(DUAYM-I ZÜBEYR)
 


MİM-ŞIN imzasıyla TARAF dergisinde 1990’lı yıllarda tanıdığımız KONYALI zâtın, o dergide mi, yoksa 1950’li yıllarda Büyük Doğu Mecmuası’nda mı yayınlattığı bir yazı, benim TİLKİ Günlüğü’nün 6. cildinde yerini aldı. AK-KUL Oğlu Zübeyr tamam, ama aklımda “bir roman kahramanı gibi hayat” takdimi, yazılı mı, yoksa şifahî bir not muydu? Ayrıca bir de hayıflanma; “böyle bir kahramanın romanı yazılmaz mı?”… Sanıyorum o yaşlı ve ateşli emekli subay zât, 1970’li yıllarda MSP milletvekili olmuş yine pörsümemiş heyecanıyla gençlere katılan VAHDETTİN [Karaçorlu] Bey’le, aynı topluluktandı. İkisine de rahmet diliyorum. VAHDETTİN Bey 2008 yılında vefat etmişti. Ondan daha yaşlı MİM-ŞIN ise, bilgim dışında.
 
*
1830 yılında Mısır’da AK-KUL Oğulları’ndan ZÜBEYR diye biri yaşardı. Bu adam, NİL vadisinin aşağısına “Takap”a kadar gider, fildişi getirirdi; bu ticaretten zenginleşiyor… KONGO ve BREZABİL gibi bölgelerde fildişi kervanları işletti. Bu kervanlar belli bir güzergâhı tâkib eder. ZÜBEYR, geçtiği yerleri zabtu rabt altına almak ve kervanların emniyetini sağlamak için her 50 kilometrede bir ribat kurdu. Zenciler, Sudanlılar ve yamyamlar yoksulluktan küçük çocuklarını buna teslim ederdi. O, bu çocukları yetiştirir ve hâliyle gönüllü askerleri olurlardı. ZÜBEYR, 20 bin RİBAT (yerleşim) kurdu ve AFRİKA’yı ele geçirdi. CELÎ kabilesinden, Kabile Reisi’nin kızı ile evlendi. Dünya güzeli bir zenci. Ondan bir oğlu oldu ve adını SÜLEYMAN koydu. ZÜBEYR’in gücü arttı, tebâ 150 bine ulaştı. Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar, AFRİKA’ya keşifler maskesi altında saldırmaya başladılar. ZÜBEYR, Devlet-i Aliyye-i Osmanî’den yardım istedi. Ve top ve tüfekleri AFRİKA içlerine götürerek, Alman, İtalyan, Fransız ve İngilizleri AFRİKA’ya sokmadı. Onlarla harbetti. Orta Afrika’da DUAYM-I ZÜBEYR ismiyle bir şehir kurdu. KONGO lisânında DUAYM, “şehir”           demek. Kurduğu şehir devletini, OSMANLI’ya hediye etti; aynı KAPTAN-I Derya Hayreddin Paşa’nın da yaptığı gibi. Bugün DOĞU Türkistan’da Kaşgar, Kotan, Karaçar, Turfan gibi vilâyetlerde, DAVUD Bey’in mahalli iktidarı-devletinin kurduğudur, o da OSMANLI’ya hediye etti. MANÇURYA’da bir devlet kuruldu ve o da OSMANLI’ya hediye edildi. Ama ZÜBEYR’in kurduğu Devlet enteresan. 1876 tarihinde Yahudi tıynetli MİDHAT Paşa TUNA’yı açık bıraktı, hücum ettiler. ZÜBEYR, askerlerini toplayarak, “beni seven peşimden gelsin!” dedi ve iki gemi dolusu fedaî ile İSTANBUL’a geldi. Ruslar’la harbetti. Şehid olan şehid oldu ve Padişah 2. Mahmud’un müsaadesiyle yaralıları alarak bir gemi ile AFRİKA’ya döndü. 1870’lerde İskenderiye’de İngilizler gemiyi ele geçirdiler ve ZÜBEYR’i yanındakilerle beraber esir ettiler, TUNCA’ya hapsettiler. TUNCA, CEBEL-İ Tarık Boğazı’nda. DUAYM-I ZÜBEYR’deki askerler, ZÜBEYR’in oğlu SÜLEYMAN’ı kendilerine EMİR seçtiler. İngilizler ve Fransızlar o bölgede KIP KIP Katliamı ismiyle bir katliam gerçekleştirdiler ve Ahbes gibi ne kadar din âlimi varsa getirip getirip astılar. SÜLEYMAN da bu uğurda ŞEHİD oldu. Süleyman’ın oğlu FADLULLAH isimli bir gençti, askerler bu sefer onu EMİR seçtiler. ZÜBEYR, 80-90 yaşlarında TANCA’dan kaçtı. Arnavutlar’ın soyu bozuk Hidivi tarafından yakalanıp kurşuna dizildi. O, büyük İSLÂM kahramanı ve ŞEHİD.
*
DUAYM-I ZÜBEYR: Zübeyr’in şehri: 125.
ADAN: Deniz kenarı: 125.
MU’CİZE: 125.
MÜSKE: Her şeyin artığı. AKIL, kâmil zihin. Müracaat olunacak hayır ve fayda. (KÜLLÎ RUH-RUH-U MUHAMMEDÎ… Ne yer, ne gök, ne cennet, ne cehennem, ne melek, ne insan vesaire, hiçbir şey yokken, Allah’ın bir aşk ânında vücut verdiği; sonra KALEM-İ ÂLÂ ve LEVH-İ MAHFUZ’dan başlayarak, bâtın ve zâhir ne kadar âlem varsa, ondan yaratılan… Böyle olunca, O, işaret edilemezliği bakımndan bir harfle değil, “sıyırtma” tâbir edilen bir mübhemlikle, HEMZE işareti ile, KÜLLÎ AKIL mertebesi ve Allah’ın EL-BEDİ’ ismi alâkalı gösteriliyor. KÜLLÎ RUH’un Küllî Akıl ile gösterilmesi bir zaruret; burada AKIL da “ruh” mânâsında, ama ALLAH’a Ezelî ve Ebedî gayb menzilleri bakımından, hani hakikatine eriş muhal olmak bakımından, KÜLLÎ Ruh’un zaruri ifâdesi. Nihayetinde “Gaybu-l Gayb; Gayb’ın da Gaybı” ifâdesinin geçtiği her yerde, mesafe KÜLLÎ RUH’tur. Küllî ruh, kuşatıcı umumî bir tavsif olarak, isimleri şu veya bu, her mertebe ve her şeyde… HEMZE: Elif veya elif yerine kullanılan işaret… Bizim Allah ve Allah Sevgilisi hakkında VAHİD ve VAHÎD sırrı diye yeri geldiğince kullandığımız ELİF mânâsı, daha özel bir ele alışta, ELİF Allah’ı gösteriyor ve mertebesi “Mutlak Meçhul” olmak bakımından, HEMZE’ye tercüme ettiriliyor… BEDİ’: Eşi benzeri olmayan. HAYRET verici güzellikte olan. Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Yaratıcı ve icâd edici olan. Yeni bulunmuş ve görülmedik tarzda olan. Edebiyatta, sözün garib ve güzel olması… BEDİ’ ile aynı mânâda İBDA ve bunun SÜRYANİCE’de CELCELUTİYE demek olması; Hazret-i Ali’nin, “Cennet’ten gelme” diye vasfedilen ve istikbâlden haber çıkarılan meşhur kasidesinin ismi de bu-CELCELUTİYE… Hakim: 78: İBDA… Seyyid Fehim Arvasi - “Üstadım’ın, Van ziyareti dönüşünde uçakta hatırlayarak dönüşünde yazdığı DERVİŞ Muhammed’in mezarı ile ilgili rüyâyı, o zaman Seyyid Fehim diye tâbiri hatırlanmalı”: 487: Mehdî Salih Mirzabeyoğlu… Celcelutiye: 487: Ta’biye-Askerlerin muharebede yerleştirilme düzeni.” Düşman: Şeytan. Nefsin kötü telkini. Vâhim kuvve”…): 125.
MA’BUDE: Kadın heykeli. İlâhe: 125.
 
“DİŞİ ASLAN-BİLGELİĞİM”
 
Geçen sayıda TİLKİ GÜNLÜĞÜ ile ilgili olarak Nietzsche’den (Niçe) ve onun baş eseri “Zerdüşt Böyle Diyordu”yu sözkonusu etmiştim. Onun, bütün felsefe tarihini tedaî eden ve içine çekmiş olarak kendi tezini verici bir muhasebeye tâbi kılışını. Başlığımız da, onun “Zerdüşt Böyle Diyordu” eserinden. Biz, NEFS’in dişi karakterinden meselenin aslını astarını gösterici şekilde bildiğiniz üzere çok durduk. Bütün dünya irfan yemişlerine el atmak üzere açılmış bir ağ hüviyetindeki BD-İBDA anlayış ve sisteminin gereği… Bu cümleden olarak, İLHAN Doğan’ın “Ortaçağ Felsefesi” isimli ders kitabından dikkatini çekerek yolladığı parçayı, ben yukarıdaki başlık altında verirken, muradını da içine almış oluyorum: BOETHIUS’un “Varlık ve Bilgi Felsefesi” isimli eseri, Consolatio Philosophize’dir. (Teselli Felsefesi veya Felsefe’nin Tesellisi diye tercüme edilebilir sanıyorum.) Boethius, bu eserinde, bütün bir felsefe tarihi ve filozoflar için çok meşhur olan bir felsefe giriftine yer vermektedir. Eser, edebî değeri yüksek bir çalışmadır: Başına gelenlerden dolayı hapsedilmiştir ve çaresizlik içinde kıvranmaktadır. Sokrat’ın idamını beklerkenki durumunun aksine, büyük bir keder içindeyken, birden çevresini şiir musaları sarar. (Muse, “şaire ilham verici güç, ilham, esinti” mânâlarına gelir ve mitolojideki 9 MÜZ’den birisidir. TELEGRAM, “Esatir ve Mitoloji” ve bu eserde, MÜZ bahsi epey geçti, bilen biliyor. Aynı yazış ve telaffuzla Muse-MÜZ: Derin düşünce, derin düşünceye dalmak. RİT, bunun ahenk formu ve NYMPHALAR  dişi-şarkıcı periler. Peri ve cinler, canlı veya suret ifâde eder bir mânâda hayâlî olarak mitolojik bir anlatımda çeşitli topluluklar veya bu topluluklardaki farkedilmiş fertleri olarak yerlerini alırken, MOİSELER cinsiyet sıfatı ifâde etmezler. MUSE’nin Türkçe telaffuzla MUSA olarak söylenmesi, bir hoşluk, hâliyle Hazret-i Musa’nın “Kelimullah-Allah’la konuşan” ünvanını hatırlatıyor; ve ilhâmın bir ruh güzelliği olması bakımından, “doğru” ölçüsüne vurulması gereği bâki, Allah’tan vergi oluşunu. Benim BOLU Telegramcıları’na NYMPHA ismini vermem, bir isim; “cin, peri” vesairenin, “gizli, görünmeyen” mânâsına gelmesinden dolayı. Ayrıca NYMPHALAR’ın sürekli kavga ve maraza çıkaran şirret varlıklar olmasından ötürü-kasvet ve keder veren. Cümbüş içinde bu. Ruh ve düşünce bozucu-aykırıcı. Giderek tâbî aykırıcı hâllerinin yorumunu, şimdiye kadar anlattıklarım çerçevesinde size bırakıyorum- hâlen devam eden TELEGRAM maceram.) Boethius, kendisine gelen bu ilhâm perilerinin yardımıyla eserini yazmaya başlar. Bu arada gözlerinin önünde bir hayâl belirir: Felsefe, zarif bir soylu kadın kılığında karşısındadır. Lâtince’de Philosophia, dişi bir kelime. Boethius, bu hayâlî tecessümü teferruatıyla satırlara aktarırken, aslında felsefenin özelliklerini ve tasnif edilişlerini anlatmaktadır. Felsefe, her şeyden önce mükemmeldir ve her yönüyle önemlidir, teferruatı haslaştırandır. Saygıdeğer bir çehresi, bir yüz ifâdesi bulunmaktadır; bu Boethius’un üzerinde üstün bir tesirdir ve anlar ki, felsefe insan tabiatını aşan bir tab’-bir karakter belirtmektedir. Capcanlıdır; ve bir o kadar da olgun. Ayrıca onun yaşıyla kıyaslanabilir değildir, çünkü zamandışıdır. Felsefenin zamandışı bir faaliyet ve hep devam etmekte olan bir davranış ve tavır biçimi olduğu bir bedahettir. Boyu bir taraftan doğrulanmayı bekleyen teori niteliğiyle gökleri delip geçmekte, öbür taraftan da insanlık seviyesinde görünmektedir. Elbiseleri (Etof-Kumaş. Düşünce kumaşı) son derece parlak ve canlı renklerden oluşmuştur ve en önemlisi bunun bizzat felsefenin (hatunun) kendisi tarafından dokunmuş olmasıdır. Canlılık ve parlaklık, felsefenin bozulmaya uygun olmayan bir yapıda, elbisenin dokunmuş olması ise bağımsız hareket ettiğini göstermektedir. Bu elbisenin üst kısmında bulunan Grekçe “Theta” harfi “teorik felsefeyi”, alt kısımdaki Pİ harfi ise pratik felsefeyi göstermektedir; ikisi arasındaki merdiven gibi çizgiler de, teorik ve pratik felsefe arasında bir geliş gidiş olduğunu.    
           
           

Baran Dergisi 262. Sayı