Levha: 28 Eylül 1987... Amcaoğlu Remzi Yalçın bize gelmiş... Dışarı çıktığımda ona para vermek gerektiği aklıma geliyor... Pantolonumun cebinden para çıkarıyorum ama, hep küçük paralar... Bunun üzerine MARK demetinden bir 100 Mark çekiyorum... Ben bununla uğraşırken, Nalân Said içeri giriyor ve Üstadım’ı çekiştiriyor: Üstadım, ben yokken eve gelmiş ve Remzi Yalçın yemek yerken, onun ağzını şapırdatmasından memnuniyetsiz kalmış... Ablam da, Üstadım’ın Remzi Yalçın için, “bunlar yaşasa ne olur? Halbuki ben?” deyişini TENKİD ediyor... Ben, Üstadım eve geldiğinde evde bulunmamış olmaktan perişanım... Sonra, Üstadım’ın gelişini haber veriyorlar; Şerif Muammer ile hemen karşılamaya davranıyoruz... Ayakkabıların üzerine basarak fırlıyorum ve sokakta onu karşılayıp elini öpüyorum, boynuna sarılıyorum, koluna giriyorum; beraber yürüyoruz... TEKEL’e işe girmemden dolayı kendisini ziyaret edemediğimi söylüyorum... O da, evdekilerin kendisine kötü muamele edişlerinden ve “daha ölemedin!” diye çıkışmalarından bahsediyor... Bu yüzden ADALAR’a gidip geliyormuş ve bu arada bize de gelmiş... Adalarda onun bir PİYES’i oynuyor... Gazetede bir büyük resmi çıkmış; ve TORUNU’nun, hiç kimsenin muvaffak olamadığı “biyoloji-NEBATAT” ilminde en yüksek notu alması ve birinciliği sözkonusu ediliyor... Müjde... Sonra da Üstadım’ın torun, lisan ve müjde sevgisine tatbik edilmiş bir mısraı... MİSK kelimesi dikkatimi çekiyor... Sonra, Üstadım’la aynı yatakta yatarken; bana “Salihim!” diye İLTİFAT ediyor... Sevinçten ağlıyorum... Ve bir levha üzerindeki şekilden, kendi ruhî hâlini izâh ediyor... Şekil önce karışıkken, sonra nizâm belirtici bir hâle giriyor, ortaya şema çıkıyor... Bir yerde, “VAV DÜNYASI İCABI, AĞUSTOS’TA...” diye, o zaman gelen sıkıntılarını söylüyor... Ben de cüret edip, Ağustos’tan biraz önce başlayıp, Ağustos’ta kalbime çöken ağırlıktan bahsediyorum... Ağustos sonu, Eylül başı diyeceğim ama, ona uygun olsun diye öyle diyorum!

*

Par: Para. Geçen yıl. (Mazi): 203.
Tehabbür: Esasını bilme, iyice bilme: 1202= 203.

*

Nakd: Para. Bir şeye hırsızlamasına bakmak. Seçmek. Saymak: 154. Mehdî Muhammed: 154.
Kadim: Başlangıcı olmayan. Evveli bilinmeyen hâl: 154.
Ül’üban: Oyuncu, aktör: 154.

*

Kaime: Kâğıt para. Uzun bir kâğıda yazılan ferman. Kitab yaprağı: 147. Velsan: Birbirinin boynuna sarılma: 147.
Kamu: Hep, bütün, tamamen: 147.
Ca’ca’: Zindan. Taşsız yer: 147.

*

Meny: Takdir etmek. Okumak. Hükmetmek: 100.

*

Mark: Alman parası. Eskiden bir gümüş veya altun tartısı: 341.
Mark: İşaretlemek. Ortaya çıkarmak. Damga vurmak. Göstermek. Çizmek. Yazmak. Hatırda
Menî: Benlik. Benlik iddiası. Hodbinlik: 100. Semm: Delik: 100.
Gusto: 1100.
Nilî: Mavi, çivit renginde: 100.
tutmak: 341.
Erkam: Alaca yılan: 341.
Yüz Mark: 100+341= 441. Kısakürek: 441.
Salih Mirzabeyoğlu: 1441. Miat: Yüz sayıları. Yüzler: 441. Mate: Öldü: 441.

*

Keraker: Kuzgun. Karga: 441.
Kammaş: Külhancı. (Üstadım’dan: Yaklaştım hamamda külhan yerine; — Yaklaştıkça daha sıcak bölmeler... — Saplandı mı akıl bir kez derine, — Her ân dirilmeler, her ân ölmeler...): 441.

*

Abdülhakîm: Allah’ın hakîm kulu demek. Hakîm’in, “hikmetle muttasıf, mevcudatın hakikatine vakıf olan” mânâsına gelmesi, ABDÜLHAKÎM’in, en başta Allah Sevgilisi’nin vasfı olduğunu gösterişidir. KÜLLÎ CİSİM ve ARŞ bahsi ile ilgisini göreceğiniz ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU Levha’sını, aşağıda anlatacağımız KARGA remzi ile birlikte düşününüz.

*

FÂTIR veya MELÂİKE isimli sûrede, “öldükten sonra dirlişi” inkâr eden kâfirlere karşı, Halkedici Allah’ın, harika üstün sanatıyla benzersiz yaratıcılığı anlatılır.
Gurab, “karga” demektir; böyle isimlendirilmesinin sebebi, SİYAH olmasındandır. Fâtır Sûresi’nin 27. âyetinde geçen “garabib-i sûd: kuzgunî siyahlar” ifâdesi buradan gelir. Karga, KÜLLÎ CİSM’in remzidir. Bu mertebe, GAYN harfi ve Allah’ın ZÂHİR ismi ile alâkalıdır.
Muhyiddin-i Arabî Hazreleri konuşturuyor... Karga (gurab) ayağa kalkmış ve şöyle demiş: Ben, nurların heykeli, kemmiyet ve keyfiyetlerin mahalliyim. Ben başkan ve tâbi olunanım; his ve hissedilen bana âittir. Suretler benimle zuhur etmiş, cisimler âlemi benimle var olmuştur. Ben şekillerin şekliyim, benim suretlerimin mertebeleriyle misâller verilir. Ben Felek’in sureti, MELİK’in (Hükümdar’ın) mahalliyim. İSTİVA (döşeme, istikrar) benim üzerimde gerçekleşir. İstivagâh, benim işaretimdir. Ben, ardı olmayan arka, önünde kimsenin bulunmadığı öncüyüm. Nitekim Kartal da, öncüsü olmayan öncüdür. O İLK, ben SON’um. Bâtın ona, zâhir bana âittir. Varlığı benim ile, onun arasında taksim etmiştir. Ben onun izzetini ortaya çıkarttım.

*

ARŞ, Kâinat’ı kaplar, Allah’ın kudret ve ilmi de herşeyi kaplar. Allah’ın kudret ve irâdesinin tecelli yeridir. Arş, Allah’ın, “Zâhir, Bâtın, Evvel, Ahir” isimlerinin halitası ve karışımıdır. İsm-i Zâhir itibariyle, Arş Mülk’tür; İsm-i Bâtın itibariyle Melekut’tur... Melekut: Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye mahsus ruhu, canı, hakikati. Hükümdarlık, saltanat. Ruhlar âlemi. KÜRSÎ: Taht. Koltuk. Mânevî makam. Arş’ın altında bir sema tabakası.

*

Tenkid: Bir kimse veya şeyin, iyi ve kötü taraflarını meydana koymak: 564. İ’tisab: Sinirlenme, asabileşme. Kanaat etme: 564.

*

Tekel, (tek-el): 450.
Salih Mirzabeyoğlu: 451= 1450.
Tahtim: Mühürleme. Mühür basma. Tamamlama: 1450.

*

Necib Fazıl Kısakürek: 1417.
Bidayet: Başlangıç. Evvel ve ibtida. İlk olarak: 417.
Necib Fazıl Kısakürek: 1417= 418. Edebiyat: 418.
Ciddiyat: Hakiki sözler. Ciddiyetler: 418. Tevahhud: Vahid, tek olmak: 418. Hayat: 419= 1418.
Hayyat: Yılanlar: 419= 1418. Tedehhî: Dâhileşme: 419= 1418. Te’vib: Tesbih etmek: 419= 1418.
Cezire: Ada. (Bile: Ada. Yanak. Yan. Kayık küreği.) Cilvaz: Reis. Kumandan: 47.
Cümd: Yüce, sağlam mekân: 47.
Vali: Malik. Mülk sahibi. Mülkü idare eden: 47. Behm: Çok siyah olan şey: 47.
Dama: Deniz, bahr. (Derya: Deniz... Dery: Bilmek. İlim.): 47. Agma: Yıldız. Yıldız akması. Kayan yıldız: 47.

*

Ül’ube: Piyes. (Ül’üban: Oyuncu, aktör): 114.
Candane: Beyin: 114.
Adem: Yokluk. (Ayna): 114.
Hetella’: Uzun ve iri vücudlu erkek: 114.
Nasic: Dokuyan, nesceden. Düzenleyen, tertib eden, sıralayan: 114. Ahdak: Gözbebekleri: 114.
Adil: Eş, denk, akran: 114.
Cinas: Benzeyiş, münasebet. Bir çok mânâya gelebilen söz, imâlı, telmihli söz, telaffuzu bir ve mânâsı ayrı olan kelimelerin bir cümlede bulunması: 114.
Mahkûm: 114.
Seccan: Gardiyan. Hapishâne memuru: 114.
Muhakeme: Düşünmek. Zihinde inceleme yapmak: 114.
Dem’: Gözyaşı: 114.
Epsan: Bileği taşı. (Üstadım’dan bir mısra: Bıçaklarım su oldu boyuna bilenmekten): 114.

*

Nevade: Torun. (Nevad: DİL. LİSAN. Mahzen. Zarar, ziyan. Şâir Nefî’nin, bu mânâya gelen, sonradan değiştirdiği lâkabı): 66.
İnziva: Bir tarafa çekilmek, yalnız kalmak: 66.
İpnoz: Hipnoz. Uyutma: 66.
Nevî: Yenilik: 66.
Hilâl: Yeni ay: 66.
Seda’: Bezin hatası: 66.
Seha: Büyük cüsseli: 66.
Vîn: Siyah üzüm. Boya, renk: 66. Vîn. (Kürtçe): İrade: 66. Ugniyye: Ahenk. Ritm: 66.

*

Misk: Bir cins güzel koku. (Savlec: Gümüş. Misk.): 120.
Nesy: Unutma, nisyan. Unutulmuş. (İNSAN, nisyan’dan gelir.): 120.

*

Fely: Bit toplamak. Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. Kesmek. Kılıç ile vurmak: 120.
Avacim: Dişler: 120.

*

İltifat: Teveccüh etmek. Lütfetmek. Dikkat, itina: 912. Eşyah: Şeyhler. Pir-i fâniler: 912.
Tebşir: Müjdelemek. Müjdelenmek: 912.
Horasan: İran’ın doğusunda bir memleket ismi: 912. Kazib: Ağaç dalı: 912.
Mübzi’-mübdi’: Kârı ve kazancı tamamen kendine kalmak üzere birine sermaye veren: 912. Tahaddüs: Yok iken peyda olan. Ortaya çıkmak. Meydana gelmek. Haber vermek. Sezgi: 912.

*

Vav Dünyası İcabı: (Tilki Günlüğü’nün 28 Eylül tarihli başlığı): 168. Rahman Sûresi, 19-20. âyet: 3166= 1168.
Maslub: Asılarak idam olunmuş. (Salb: Asmak... Sa’leb: Tilki.): 168. Muhassal: Netice. Husule gelen. Sözün kısası: 168.
Müfhim: Delil ile susturan: 168.
Fedfed: Yüksek mekân. Sığır yavrusu: 168.
Vav Dünyası İcabı: 175.
Mehdî Salih İzzet Erdiş: 1174= 175. Kusto: 175.
Kaid: Oturan, oturucu, oturulmuş: 175.

*

Ağustos: Sekizinci ay: 1532.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2532.
Esleb: Vücutta veya yüzde olan ben: 533= 1532.

*

Vav Dünyası İcabı Ağustos: 1707= 2706.
Son Devrin Din Mazlumları: (Üstadım’ın bir eseri.): 1706. Fikir Kahramanı: 706.

DİL - AYNA

Eski semavî din kitablarında geçtiği söylenen ve bâtın kahramanlarının doğruladığı bir söz vardır: “Her şeyden önce kelâm vardı!”... Üstadım: Kâinat lisânla çerçevelendi ve İNSAN lisanla mühürlendi... Kökler’den: Dil, gönlün aynasıdır. Gönül ruhun aynasıdır. Ruh ise, İNSANÎ HAKİKAT’in aynasıdır. Gaibin hakikatleri, bu kadar basamak aşarak dile gelir ve istidatlıların kulağına erişir... Dilden başlayan ve dile dönen varlık ve varoluş maceramız.

*

Vav Dünyası İcabı Ağustos: 168+1532= 1700. Tefekkür: 700.
Fikret: Düşünme, teemmül, düşünülen şey: 700.
Vav Dünyası İcabı Ağustos: 175+1532= 1707. Aktör: 707.
Hâl-i Siyah: Siyah ben: 707.
Kalb: Gönül: 132.
İslâm: 132.
A’yan: Gözler. (İnsan, Allah katında bakan bir gözbebeği gibidir. Bu yüzden ona İNSAN ve HALİFE dendi. Bu yüzden, cismi insan olan herkes, halife değildir.): 132.
Eflâk: Felekler, gökler. Dünyalar, âlemler: 132.
Neib: KARGA sesi. Ağaçtan yemiş indirmek. Süt sağmak. (Süt, ilim suretidir.): 132.

*

Ayna: Gözü güzel ve iri olan. (Ayn: Göz. Zât. Kavmin şereflisi): 131.
Ayna: (Üstadım’ın bir mısraı: Aynalar, söyleyin bana ben kimim?): 131.
Elleys: Mutlak hiçlik. Adem-i sırf. (Allah’ın, gölgesi Zât’ında olan Vücud sıfatının görünüşünde, Vücud’un zıddını kabul Vahdet’e aykırı olacağından mümkün olmasa da, Allah’tan gayrı varlığın zıdlar içinde tecellisine nazaran, O’nun vücuduna mahsus elzem bir mefhum olarak, İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin, Mektubat’ında geçer.): 131.
Kal-kaal: Söz. (Hâl ile kaal terkibi, Kürtçe bir kelime Khâl.): 131.
Kesan: İnsanlar. (Kökler’den: Sen, anılması güzel olan bir söz ol): 131.
Hilkat: Doğuştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış: 131.
Nasik: Allah yolunda ibadet eden: 131.
Kale: Dedi. Dedi ki. O söyledi.

*

Mishel: Dil, lisân. Eğe, törpü. Ziynet verecek nesne. Yabanî eşek. (Hammar: Eşekçi... Hamr: Şarab. Mecazî olarak kullanımı ruh... Hammar: Meyhaneci. Mürşid, şeyh.): 138.
Sembol: Bir mânâ, kavram veya varlığı ifâde eden remiz, rumuz. Alâmet, işaret, nişan: 138. Hılk: Hükümdar mührü: 138.

*

Kayan Yıldız Sırrı: Şiir kitabımın ismi. (Kur’ân’da, Allah Sevgili için mecazî olarak geçer.)... Onun takdiminde şöyle bir cümle: Şiirin özünü, dilin özünden anlamalı, dilin özünü ruhun özünden... SIR isimli, 1982 tarihli şiirimden:
— “Buldum buldum sırrını — Ruhumda söz sırrını — Sırrı düşer içinden — Kime desem sırrımı!”

MASAL

Masal: Aslı küçük çocuklar için, mümkün olmazı yok bir hayâl genişliği içinde, ibret verici hikâye. Gerçekliğe nisbeti palavra olsa da, çocuk saffetine hitab eden RİTLER’i ile, akıl tahdidini aşmış, bir bakıma “gerçek” denilenin aslının ne olduğunu sezdiren edebî bir tür; bu mânâsıyla onu, yetişkinlere mahsus hikâye, roman, tiyatro ve film türlerine sızmış ve mitoloji kılığında da görüyoruz... Masal kelimesinin bu kıssa ve mesel mânâsından başka, yazılışı yine “masal” olan bir kelime, bize, “kendisinden çok az şey bildirilen ruh” hikmetini hatırlatıyor: Az miktar olan şey... Masale: Sızıntı.

*

Benim hafızamı turşu etmek üzere, sesi “Aktör” dediğim kimliğe tebdil olmuş Duran, oynayan Kenan niyetine, bazı geceler sabahlara kadar, görüntülü, masalvarî kurgular hünerini sergiliyor. Duran, derken Kenan, derken Aktör, derken Mehmed, kim kimdir karışırken, oyunda geçen gerçek kişiler de, kendi sesleri ve görüntüleriyle, “sunulan” sahne ve dekor içinde. “Ben Yahya, ben Filistinli Yahya...” diye başlayan, Peygamber’den Şeyh’e, efsane kahramanına, masal kişiye kadar renkten renge giren bir kurguda, –oynayan Kenan–, nihayet bitim. Duran, hakkımdaki, o kelime olarak söylemediyse de, niyeti “salaklığım”, hükmünü bildiriyor: “Bu, masal gibi şeylerin
daha çok tesirine giriyor!”... Bir adamın silâhından korkarsın, o, bu üstünlüğü zekâ teshiri sanır ya; bunun gibi, cihaz başında ve onun elektriği ile iş gören adam, kendini gittikçe akıllı ve zeki, beni de başkasına göstermek istediği gibi “meczub” ve salak saymaya başlıyor. Hem de, aslında beni methettiğini anlamadan... Dünya’yı bir trajedi olarak gören Shakespeare’in, bir oyununda kahramanına söylettiği söz: “Bu dünya, baştanbaşa bir aptalın anlattığı masaldan ibaret!”; doğrusu, dünyayı masal gören abdallardır. Dünyayı masal görme hakkındaki niteleme farkı... Hakkımdaki hükme gelince: Beni öyle gören ve göstermek isteyenin salaklığını anlamak için, İBDA külliyatına şöyle bir bakıvermek yeter. Mevzu dilime girip, bilgisayar marifetiyle bağıntılar kurarak beni doğru ve yanlışlarıyla şaşırtmaya çalışan NYMPHALAR, bendeki TELEGRAM gayelerinin ahmaklığı bir yana, zekâ olarak KARTAL avanesiyle kıyas bile olmazlar. Pislikleri ve benden aldıkları karşılıklar bir yana, bazen espri kılıklı, “benim hakkımda brifingi siz verin!” diyorum. Şu satırları yazarken ucuz bir adilik yapıyorlar: Sanki onları pohpohluyormuşum gibi. Oysa ben, kendimi methediyorum: “Beni tanıdıkça, boşluğunuzu anlar ve yerinizi kaybedersiniz!”... Bu sözü onlara, beni içyüzümle tanıma gayelerini söyledikleri zaman söylemiştim. 2005 mi, 2006 yılında mı idi?

*


“EVRENİN DİLİ KENAN’IM BEN!”

— Ben Kenan, trikotakim benim, bir tanem! Ya, ya, Kenan, geçmişini (...) senin, doğru dur, doğru! Ben konuşurken ayağa kalkacaksın itoğlu it! Kalkacaksın, kalkacaksın, “ehemi mini mini, bişi mi didiniz, başka emriniz efem!”; bunlar da olacak bunlar da! O baban olacak adam, bilir beni de, bilmez de, bilir de bilmez; Bilgeşenim ben, Bilgeş-enim! Salak anlamadı; Bilge şen değil, Bilgeş-enim! Aptal bu aptal! Ulan, en-boy değil, birleşik, bireşim ulan, bireşimsel; Bilgeşenim ben! En ne demek? En, en, evren; öküz, (...), anladın mı hayvan! Ziyaret yerinde şikâyet ediyor, hava da atıyor! Hava, hava, havalizasyonal! Salak, nasyonal anlıyor; nasyonal değil, evrensiyonal! Si, si, (...) seni! Yaa, ben Kenan’ım; şerefli ordunun en şerefli subayı, Kenan’ım Kenan! Ben Evren’in diliyim be; Evren’in dili benim! Ben, Mustafa Kemâl’in oğluyum, oğluyum, oğluyum! Evren o, evrenin dili o; bütün evren bir dil, o da onun dili, anladın mı tatlım! Anlayacaksın, anlayacaksın, daha neler anlayacaksın! Evren bir kozmos; geçmişten geleceğe bir milenyum, milenyumerger! Merger, merger, berger değil; adam olsaydın, berger sen olacaktın, akılsız! Bir spetikalia, bir merşen, bir mergen, bir bireşim! İnsan da bir bireşim! Bireşim o! Evren okyanusunda imperetikalim ben, imperetikal dilim! Dilim ben, ben Mustafa Kemâlim! Herşey bir dil, herşey, herşey! Alçak, alçaksın sen; senin bu milenyumda yerin yok! Var, olabilir, anla; anla da ol, ol da anla! Herkes evrenin dilinin bir parçası, sonsuz milenyumun bir parçası! Yıldızlar, gezegenler, ofomenyüsler, bir dil, bir dilin noktaları! Bireşimler, bireşe bireşe sonsuza kıvrılır! Bireşimler bir dil! Bütün diller bir dil, bütün diller bir dildir; dil güneştir, güneş dilidir! Bütün ışıklar ondan alır ışığını; bütün diller, Mustafa Kemâl’den türemiştir! Ben Kenan, ben Kenan, ben onun en sadık bir neferi! Ne neferi ulan, ben Binbaşıyım! Baktım mı, yakarım, sıçarım adamın canına! Tasarruf diyorsun ya, de, de! 12 Eylül paşaları bile, sıçarlardı beni görünce; bana bulaşmazlar, bilirler, baktım mı yakarım adamı! Yaa, hepsinin ödü kopar
Mesel: Masal: 131.
Kal - (Kaal okunur): Söz: 131. Menam: Uyku. Rüyâ. Düş. Hayâl: 131.
Rüya: 217= 1216.
Beyder: Doğru lûgat. (Doğru lisan-dil): 216.
benden! Burası Cezaevi değil mi tatlım! Değil! Burası hastahâne, tamam mı tatlım, hepinizin canına sıçacağız! Biz Albaylar cuntasıyız, Türkiye’yi idare eden Albaylar cuntası! Ulan bütün çeteler bize bağlı, biz ne dersek o olur, tamam mı? Cuntayız, cunta, sunta değil; ...tirme suntanı, cunta cunta! Yakında bütün Türkiye, bütün dünya buradan yönetilecek; bütün milenyumal koloniler bizim, bizim olacak! Olacak ulan, olacak; evren biziz, bizim dilimizdir evren! Biz kurtlarız; kurtlar, evrenselingin kurtları! Ya milenyumun çöplüğüne gideceksin, ya importınt tingir giremle uzayın uzamında tilligleşeceksin! Tîn, tîn! “Cin, cin” diyordun ya; tîn, tîn... Cin de tîn; bir müz o, bir müzal! Muz değil, müz! Formasyonazi müz; spesial alektet! Anlıyorsun değil mi? Spesial alektet! Uuuu; kurtlar! Kurtlar bir müz; müzler! Milenyumun müzleri! Alegoriksel taraklar!
— Havasını verebildiğimi sandığım, bu tirbuşonlu konuşmayla karışık konuşma, belki 4-5 saat sürdü ve ben kendimde(n) geçmiş bir kamaşmadan ayıktım. Malûm, mikroelektrikî dalga, kirilliyim, belki majik güç, “evrenin dili” filân derken işin uydurukluğunu farketmemi önleyen bir ruh hâli ve bilmem niye hayâl hânem içinde müthiş bir etki yaptı bende; etkideki “malûm” tesirler bir yana, onların etkisi de olsa, Kenan’ın, inişli çıkışlı teatral konuşması ve diksiyonu, beni onun hakkında “olağanüstü” hükmüne vardırdı. Bayıldım. Şubeci Mehmet, “nasıl?” diye soruyor; “müthiş!” dedim. Hayâlimde 65-70 yaşlarında, zayıf ve hep nedense paltolu olan Kenan’ın, görüntüsü ve sesi geldi: “Ne yapıyorsunuz?”... Mehmet: “Senin için, müthiş diyor!”... Yahu kaç tane Kenan var? Kenan, öfkeyle bana seslendi: “Yağcı! Sığışma, sığışma! Methedilmekten hoşlanmam!”... “Ben de zaten tam olarak sen misin değil misin, bilmeden söyledim!”... Mehmet: “Aktörün sizi seslendirdiğini söylemiştik de!”... Yâni 35-40 yaşlarındaki Kenan, Aktör imiş; daha doğrusu Kenan diye bana kendini yutturan Aktör varmış!

İBDA DİLİ - SİYASET

Siyaset: Poltika. Diplomasi. At yetiştirme sanatı. (Hayyal: At terbiyecisi, at yetiştiren... Hayyale: Fikir sahipleri.): 531.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2529= 531.

*

FURKAN dergisinden, Sinamî Orhan’ın yazısından bir bölümü aynen iktibas ediyorum ve “Başyücelik Devleti”ne “Başkanlık palavrası!” diye alay etmeye yeltenen Kenan’a ithaf ediyorum:
Elimizde bir “reçete”, yâni bir “dünya görüşü” ve “tarih muhasebesi” var, “rotamız”ı, önümüze çıkan bütün fırtınalara rağmen bunlarla belirleyince, deniz ne kadar dalgalı, azgın olursa olsun, gemimizi devirmeden, alabora etmeden yol almamızı sağlıyor.
BAŞYÜCELİK DEVLET SİSTEMİ’ne “totaliter bir anlayış” diyerek karşı çıkanlar bugün ABD’nin “Başkanlık sistemi”ni kopya etmeyi plânlıyorlar. “Büyük Ortadoğu Projesi”nin, “Üstad’ın Büyük Doğu fikrine çok benzediği”nden bahsediyorlar!!! “Misak-ı Milli” diye güzellemeler yapanlar, “Lozan bir prangadır” dediğimizde karşı çıkıyorlardı, şimdi onlar da, “sınırların genişlemesinden, nüfuzun artmasından” bahsediyorlar, “Lozan” arada durdukça bunun imkânsız olduğunu bilmeden hem de! “Kürt meselesi” için “KÜRT MESELESİ” dediğimizde “terör sorunu”, “bölücüler” diyerek lâfa başlayanlar, bugün “açılım rüzgârları” içine girip, önce Öcalan’ı, “Bodrum’a tatile gönderilecek bir Paşa” hâline sokuyorlar, ardından rüzgâr yön değiştirdiğinde de “Öcalan enterne edilmelidir!” diye apaçık bir cinayet isteğini dillendirebiliyorlar! (Ve savcılar oturuyorlar!) “Federasyon” dediğimizde “misak-ı milli”den bahsedenler şimdi federasyon’dan bahsediyorlar, bunun bir “dünya görüşü”, belli bir “idarî yapılanma” içinde olabileceğini ve öncelikle “Lozan”la işe başlanması gerektiğini düşünmeden!
İBDA, BİR TURNUSOL KÂĞIDI, HEM SÖYLEDİKLERİ, HEM DE KENDİSİNE YAPILANLAR İTİBARİYLE; BUGÜN “DEMOKRATLAR, LİBERALLER” DENİLENLER İÇİN DE, “AKP’YE, CEMAAT’E VE ABD’YE KARŞI OLDUĞUMUZDAN SİLİVRİLER’E TIKILARAK SUSTURULMAYA ÇALIŞILIYORUZ!” DİYENLER İÇİN DE...

*

İdare şekli Başkanlık sistemi olacak da, onun ruh ve keyfiyetini hangi dünya görüşü-hayat tarzı dolduracak? Bu cümleyi yazmadan az önce, NYMPHALAR’ın lâf atma niyetine birkaç cümlelik değişik mevzuları gevelemeleri ve illâ belden aşağı bağlamaları, bu arada tenasül uzvumu çevirmeleri eşliğinde, –hâlimi düşünün!–, namazımı tamamladım: Bu, senelerdir yaşadığım bir klâsik. Şimdi: NYMPHALAR’ın cihazları yoluyla gerçekleştirdikleri hüneri, oynadıklarını, onları görevlendiren bütün müesseselere ARMAĞAN ediyorum. Bütün varlığımla!


Baran Dergisi 194. Sayı