ARŞ, Emr Âlemi’nin altında ve Halk Âlemi’ni ihata eden olarak üstünde, Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli ettiği yer. Allah’ın ZAHİR ve BÂTIN isimlerinin - EVVEL ve AHİR’in tecelli ettiği… Halk Âlemi’nde insan, bu âlemi beş hasse (duyu) ile idrak ederken, yürek kabı bu hislerin toplandığı ve bâtını ile EMR Âlemi’nden-BERZAH’tan; beş duyudan gelen idrakler beyinde toplanır ve ihsaslarımız bir şey göndermeden hasselerimizin hissedememesi bakımından, KALB, zâhir ve bâtına açık kabul edici NEFS’in değerlendirici merkezidir. Beş duyudan (hasselerden) gelenlerin kalbe bağlı beyinde hem beden hem bilgi niteliği, onun his değil değerlendirici rolünü gösteriyor. Burada zâhir ve bâtın işleri bakımından HİS davasının asliyetini, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin sözüne bağlayalım: “Hiç çatal bıçakla yemeğin lezzetini alabilir misin?” diyor Üstadım’a - yâni akıl ile zevk ve lezzetin alınamayacağını, “zevken idrak” davasında aklın rolü olmadığını… Malûm: “İmân, zevken idraktir!” ve akıl malûm değerlendirici… EMR Âlemi’nde bulunan her şeyin, HALK Âlemi’nde misâli ve toplayıcı rolü kalbte; hâni Allah, “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım!” buyuruyor… Kişi kendini bildiğince Rabbini bilir; bu hadîs çerçevesinde, bilinen herşey HALK-Nefs, onun ötesi HAKK - bilinmesi gereken… İsimlerinden biri, herşeyi yerli yerince eden mânâsına HAKÎM olan Allah ve O’nun kudret ve saltanatının tecelli ettiği yer ARŞ… Demek ki, ABDÜLHAKÎM Koltuğu, ARŞ’ın KÜRSÜ mânâsına gelmesine nazaran, HALK Âlemi’ni ihata edici kalbin NEFS mânâsını ve HAKKI kabul edici yönünü gösteriyor - istidadı kadar. İNSAN’ın, HALK Âlemi ile ALLAH’ın ZÂT Âlemi arasında BERZAH olması, HALK Âlemi’nin BERZAH’a bağlılığını, hakikatinin onda toplanışını gösterirken, BERZAH mertebelerinin “Kalb hakikati, Ruh, Sır, Hafa, Ahfa” mertebeleri-menzillerini ihtiva etmesi ayrı bahis… BERZAH, kendisine BERZAH olmayandır; NEFS, hem ezelî, hem de ebedî… Mesele insan ve toplum meselelerinin halli, dünya nizâmı, yâni nizâm-ı âlem olunca, gıdası bâtın yolundan alınan ve gördüğümüz dünyanın düzeni gayesine nazaran ABDÜLHAKÎM Koltuğu’nun mânâsı, hem öyle, hem de böyle açık oluyor. İster zâhir, ister bâtına dair olsun, “varlığın hakikatine muttasıf ve herşeyi yerli yerince eden” gereği yerde, hem RABB, hem kul yönünden HAKÎM vasfı… ABDÜLHAKÎM, daha önceleri de belirttiğimiz gibi, başta Allah Sevgilisi, sonra Peygamberler, sahabîler, veliler, ve saire… SEYYİD Abdülhakîm Arvasî. (Büyük İRŞAD KUTBU ki, birkaç asırda bir gelen ve irşadına vefatından sonra da devam eder.): 566: KAPTAN Kusto Müslüman… Onun AYNI, Necib Fazıl Kısakürek: İslâma muhatab anlayışı yenileyen ve bu yatakta beklenen FİKİR KAHRAMANI’nı yetiştiren. (Sırdaş.)


 
KANUNÎ DEVRİ
 
BÜYÜK Doğu İdeolocyası’nda bu devir hakkındaki hükmü yukarıdaki mânâya bağlayarak “niçin 5 asırdır beklenen mütefekkirden” söz edildiğini de, ebced tevafukları eşliğinde gösterelim.
*
KANUNÎ’nin Osmanlı Tahtı’na geçmesi ve Belgrad’ın fethi: 1521.
Tenga: Dar geçit. Sıkıntılı yer. Mezar-Berzah. (KABR-Mezar: 302: ŞEKİB-Sabırlı… ŞEGAB: Yürek kabı, kalb… KALB için yaratılmış kemâl, HUZUR ve TECELLİ ki, mevzuuna göre bu mânâ bir çekirdekte yüklü kuvvetin ağaca doğru gelişimi boyunca görülen isbatı demektir. Nasıl ki HALK Âlemi, EMR Âlemi’nin zuhur sıkıntısından doğdu denir; eşyanın hakikatinin ne olduğunu sorduran ve bulduran sır… ŞEKÎB-Sabırlı: 302: MİRZABEYOĞLU.): 521.
*
KANUNÎ’nin, 13. ve son seferi: Sefer-i Hümayun, Sigetvar Seferi. (Tarihimiz’de KANUNÎ ve GAZÎ, Avrupalılar tarafından MUHTEŞEM lâkabıyla anılan 10. OSMANLI Sultanı 1. Süleyman Han, Sigetvar Seferi’nin zaferle neticelenmesini, kalesinin tam teslimini görmeden vefat etmiştir.): 1566.
Kaptan Kusto Müslüman: 566.
*
KANUNÎ Sultan Süleyman’ın, SEFER-İ Hümayun denilen bizzat katıldığı seferler: Belgrad Seferi. Rodos Seferi. 2. Macaristan (Engürüs) veya Mohaç seferi. Viyana Seferi. 2. Almanya Seferi. İtalya (Korfu ve Polya) Seferi. Boğdan (Moldovya) Seferi. Budin Seferi. Estergon Seferi. 1. İran Seferi. Sigetvar Seferi… Devrinde önemli hâdiseler: İstanbul Muahedesi’nden Charles Quint’in feragatına kadar, Osmanlı Almanya münasebetleri. (1547-1566). Barbaros Hayrettin Paşa’nın Kaptan-ı Deryalığı. Tunus’un fethi ve kaybedilmesi. Preveze deniz zaferi. Cezayir zaferi. Fransa Seferi. Barbaros Hayrettin Paşa’dan sonra Cezayir Bahriye Eyaleti. Turgut Paşa ve Libya. Piyâle Paşa’nın Kaptan-ı Deryalığı. Cerbe zaferi. Malta Seferi. Hind denizlerinde Osmanlılar ve Portekizliler. Süleyman Paşa’nın Hindistan seferi. Özdemir Paşa’nın Sudan ve Habeş Fütuhatı. Pirî Reis’in Seferi. Murad Reis’in Seferi. Seydî Ali Reis’in Hind Kaptanlığı. Veliahd Şehzâde Sultan Mustafa Han meselesi. Şehzâde Sultan Bayezid Han meselesi.
*
İslâm, büyük Selçuklu ve Osmanlı hükümranlığı tarihinde, ilk defa KANUNÎ Sultan Süleyman çağında bozulmaya başladı. O devrin şevket ve satveti bu mânevî zaafı örter ve bu derin hususiyeti kimse bilmez ve görmez. Kanunî çağı, saf ve berrak İslâm akidelerini bulandırmakta umumiyetle en korkunç tesiri aşılayan FARS ve BİZANS parmak izlerinin, imân çehremizi adamakıllı lekelemeye başladığı devirdir. FARS tesiri korkunçtur: İslâm’da en büyük kafalarla atbaşı, en hain bozguncu kelleleri de İranlı… İnsanoğlunu mabud mevkiine çıkarıp, insanoğullarını ona mahkûm etmekte en müthiş EDEBİYAT’a mâlik bulunan Fars ve Bizans dünyası, İslâm’ın hakça en zayıf köleden farklı görmediği devlet reisine, elbette ki, İslâmî hükümlere karşı da hâkim mevkide bulunmayı telkin edecekti. Nitekim bu gizli tesir KANUNÎ çağında muzaffer olmuş; ve ilk defa olarak ŞEYHÜLİSLÂMLAR bir memur gibi, Padişah’ın irâdesiyle nasb ve tâyin edilmeye başlanmıştır. Önceleri, şûraya benzer bir heyet tarafından seçilirdi. Hatır, gönül ve korku fetvalarının başladığı bu vaziyet ertesi, şevket ve satvet ne kadar büyük ve din ve devlet adamları ne derece ulvî olursa olsunlar, İSLÂM’ın ilk defa aldığı ve ileride çok genişlemek istidadını kazandığı en canhıraş yaradır. Batı dünyasının yepyeni bir doğuş (Rönesans) fecri içinde yüzdüğü en nazik hengâmede bu yara, İslâm tefekkür dünyasının aceleyle seferber olup cihanın yeni keşif ve istikametlerini sadece kendisine bağlamasını gerektiren bir çığırda, ancak, nasların sadece kışırlarına mıhlanmak ve onların vecd ve hakikatinden uzak kalmak gibi ölü bir ezbercilik mevsimi açabilirdi. Yâni, NASLARA sımsıkı yapışmak değil de, onları hikmetlerinden öksüz bırakmak düpedüz ihanet… Nitekim öyle olmuş ve Batı dünyası, aklın eşya ve hâdiseler üzerindeki tefahhus hakkını zafer iklilleriyle süslerken, bizde MEDRESE, aslındaki namütenahi derin ruh ve istiklâle rağmen, vecdsiz ve hakikatsiz NAS ezberciliği mevkiinde tutunmaktan başka çare bulamamıştır.
*
KARİH: Kazanan. Kesbedici. “Kusto”. (KARYA: Yara. Kelm-Kelime… KARİHA: Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Her şeyin evveli. Kuyudan çıkarılan ilk su. “Ezel. İlim. Hayat.”… KARİH: Yaralı. Yara-Araz. Tekâmülü gereken… Miltat: Dimağa erişmiş baş yarası. Deniz kenarı… Se’l: Baş yarmak… Sel’a-Yarmak: 165: Rahman Suresi 19-20. âyetler.): 309.
Tırk: Kuvvet. Besilik, semizlik. Bed’en.-Başlangıçta, ilkin. Nefs. Ebedd. “Ezelle Ebedi birleştiren İNSAN nefsi”: 309.
Haş: Kalb: 309.
Rakde: Berzah. Uyku: 309.
Ruznâme: Vakit cetveli. Müzakere programı. Gelir ve giderin yazıldığı defter: 309.
 
ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU
(LÛGAT ve İRFAN)
 
LEVHA: 23 Eylül 1984… Harflerle uğraşıyorum… Elimde LÛGAT… Harflerden KÜLTÜR Davamız isimli eserime âit mânâ çıkarabileceğim bir durum var… Duvarda asılı GÖLGE dergisi üzerinde, Üstadım’ın KESELLER diye el yazısıyla bize ithafı var.
 *
HURUFİYE: Harfler. Kültür. İrfan: 309.
Akrah: Alnının ortasında beyaz olan at. (Şarif: Yaşlı deve. Ezelî nefs. Nefsi-natık… Hadîs: Hayır, atların alnına işlenmiştir.): 309.
Artal: Akranlarından ve benzerlerinden çok daha iri olan. EBEDD. İstikbâl. Hayr-ölüm.): 309.
Musattar: Yazılmış. (Sadece Allah’ın ve bildirdiklerinin bildiğinin kalbte, O’nun isteği ile MUKADDER oluş hâlinde gerçekleşen, HÂL olan KADER sırrının, aşağıdaki kelimenin mânâsı ile birlikte düşünülmesi için bir tedai: Yazı, ruh ve mânânın hakkedilmesi, kazılması, işlenmesidir.): 309.
Serlevha: Yazıda başlık. (Tedâî: Başta yazı, alınyazısı, kader… YAZIDA BAŞLIK: Kaptan Kusto Müslüman - Dünya Çapında Bir Hâdise.): 309.
Şat: Büyük nehir. “Ruh”. (Nehr: Büyük akarsu… Nahr: Eskimek. Ebedd. Nefs. “Bugün, düne nazaran eskiyen”… Nahr: Kurban. Boğazlamak. Boyun-mürşid. Boğaz çukuru. Gündüzün evveli. Namazda kıyamda iken, sağ eli sol elin üstüne koymak… Nahire: Rüzgârla savrulur, yel estikçe ses verir, delik delik olmuş kemik. “Azm, kemik. Azm, kasd, niyet, kat’i karar”… Bedene: Kurbanlık deve. Nefs fedâsı… SOKRAT, “Beden ihtiyarlarken, ruh gençleşir!” der. Gençleşme, kabul edici nefsin tekâmülü nisbetinde yenileşmesidir: 309.
Rakde: Uyku. Rüyâ. Ot. Secde. (Âyet: Allah’tan geldik, dönüş Allah’a.): 309.
Tarak: Bulutların bir yere toplanması. Aynı cinsten olan şeylerin bazısının bazısı üstüne gelmesi. Cem olma, birleşme: 309.
Medrese: İslâmî ilim ve irfan yuvası, yüksek mekteb seviyesinde okul. (Ashab-ı Bedr: 308: Arvasî.): 309.
  *
UHRUF: Harfler. Alfabeyi meydana getiren semboller; çeşitli mânâlara resim olmak üzere kendilerinden yapılan terkible kelimeleri meydana getirirler. Mânânın sureti olmak bakımından, ses de, çizgi ile aynı roldedir - asıl olan ses. Ses veya sembol çizgi olarak harf, “suret, mânânın aynı” şeklinde, işaret ettikleri hakikatlere âittirler. Bu yoldan, sadece harf, yahud ona verilen sayı değerinin işaret ettiği hakikat, (hakikat mertebesi), yahud uygun harflerle yapılan kelime ve kelimelerden yapılan cümle terkibi gibi, harfler arası münasebetlerden doğan hakikatler, kelimenin kök ilgisi çerçevesinde görünenlere benzer, harflerin sayı değerleri üzerinden yapılan hesabla elde edilen mânâlar: EBCED… Sayılar, kelime tevafuklarını gösteren, bağ ve hüküm Allah’ın varlıktaki sırlarından biridir… Ebced, bir hakikatin ikrarı olduğu gibi, olabilir ve ihtimâllerin kurcalanışına, bu meyanda yepyeni hakikatlerin bulunuşuna vesiledir. Yeter ki, hangi mevzu ve niyet için kullanılıyorsa, “ağız yolunu bilmez, kaşık çalar pilâva!” işine dönmesin… HARF-Yemiş toplamak: 880: FERH-Nebatların diplerinde çıkan filiz… HARÎF-Yemiş toplama zamanı: 890: DIMN-Koltuk… “Ben kimim?” meselemi de böylece ortaya koymuş oluyorum… İBDA: 9: Deh-On, aşer… EBCED: 10… EBÛÜ: İkrar etmek, açık etmek, sığınmak, tövbe etmek. “Nefyetmek, zıdları olumsuzlamak. İmân davasında bu yolla Allah’a iltica etmek”: 10… Vedd: Dostluk, sevgi, muhabbet. “Uyum”… Besbese: Haberi duyurmak: 1009= 10… BAZ: “Yeniden oynatan, geri ve arka tarafa doğru” gibi mânâlara gelir. Kelimelerin başına veya sonuna gelen ektir: 10… BAZ: Doğan. Av kuşu. Ayırma, temyiz etme. “İlim avlayan”… EVC: Bir şeyin en yüksek derecesi. Zirve-Pire: 10… GAZA: Din uğruna cihad etme: 1009= 10… Kürtçe, ÇAV: Göz. “İdrak etme”: 10.): 289.
Racife: İlk nefha. Dünyayı sarsan sarsıntı. Dünyayı yerinden oynatan vakıa: 289.
Futur: Yaratmak, halk etmek: 289.
İfraz: Ayırmak, tefrik etmek. Ayrılmak: 289.
*
HARB: Yarmak. DELMEK mânâsına mastar. “Canın müessirliği. İşi koparmak, kazanmak”. (FARZ: Bir şeyi delmek, gedik açmak. Nefse hibe edilen. Nefsin adandığı. Vazifeye tâyin etmek, gelir sağlamak. Yapılması zarurî olan… HARBAK: Yarmak, delmek. Kat’etmek, mesafe almak. Devâ, ilâç, derde çare… Üstadım: Biz herşeyi, sebebte de, neticede de, gayede de, hedefte de, Nefs’in kendi iç mücadelesine bağlı görürüz… Bu bakımdan küçük cihad, büyük cihad nitelemesi. İç oluşun dış oluş tezahürü gücünün, bâtın yolu ve dışta zâhir oluşu asıl, buna yaklaştığı kadar küçük cihad büyük cihadın göstericisi parça hükmündedir. Niyet, kendi öz nefsinde gedik açmak için… Kalb hakikatini meydana getiren müsbet ve menfi kutublar: Ordu, Hakk’ın büyüsüdür.): 802= 1801.
Haşhaş: Hazırlıklı. Silâhlı ve zırhlı topluluk: 1801.
Hubr: Bilme, ilim. Tecrübe: 802= 1801.
Teberrür: Allah rızasına çalışma: 802= 1801.
Berter: Daha yüksek, âlâ: 802= 1801.
Berh: Vakt-su birikintisi. Hisse, nasib, parça. Şimşek. Yaş odunun yanarken çıkardığı ses. (Yunus Emre: Çiğdik, piştik elhamdülillah). Balık. Beden: 802= 1801.
Rah: Zan. Sanma. Kaygı. Kader. (Allah’ın rahmetinin her varlığı kapsaması cümlesinden olarak, varlık verdiği hakikatlerden.): 801.
Zülcelâl ve ikram: “Şeref ve ikram sahibi” mânâsına gelen Allah’ın 99 güzel isminden biri: 801.
Âhir: Hitâm bulan. Son. Sonraki. Sonra gelen: 801.
Kültür Davamız: (Üstadım: “Bu kitab Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir”… Eserin alt başlığı: Temel Meseleler… BÜYÜK DOĞU İDEOLOCYASI’na vücud verici temel meseleleri derinliğine ve genişliğine göstermek ve işlemek üzere açılan ilk gedik.): 801.
*
HURUFİYE: Harfler. Kültür: 309: HAŞ-Kalb… HAŞ: 309= 1308: ARVASÎ… HAKÎM, Allah’ın 99 güzel isminden biri ve ABDÜLHAKÎM (Allah’ın Hakîm Kulu, en başta Allah Sevgilisi); Allah ile kulu arasında bir NESEB ilişkisi olamayacağı hakikati, doğrudan Allah’tan EMR Âlemi’ne âit işlerin “nesebi belirsiz” anlamını göstermiş oluyor… MİLT: Nesebi belirsiz… MİLTAT: Deniz sahili. DİMAĞA erişmiş baş YARASI… Rahman Sûresi 19 ve 20. âyetleri: (Meâl: İki denizi salmış birbirlerine kavuşuyorlar - aralarında birbirlerine asla karışamaz yapan BERZAH var): 3165: SEL’A-Yarmak. Delmek. (Berzah mertebesi)… KUST: 169= 1168: Rahman Sûresi 19 ve 20. ayetler: Abdülhamîd-Hamdeden kul.
*
FURKAN: Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. KUR’ÂN. Kur’ân’ın 25. Sûresi’nin ismi: 431.
LÛGAT: Kelime, söz. Her milletin dili. Sözlük: 1430= 431.
Yekta: Tek, eşsiz, yalnız: 431.
Salih Mirzabeyoğlu: 1431.
Tehevvük: Tenbel olmak. “Sahil. At. Hayâl. Hareketsizlik içinde hareket. Ruh-fikir. Anlayış, titizlik, hiddet. Kusto”: 431.
İhtika’: Bir şeyin sağlamlığı, muhkemliği. Dimağ-beyin heyecanı: 431.
 
ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU
(RATK ve FATK)
 
RATK: Bu kelime, lûgatta, “bir şeyin bir şeye bitişmesi, katışması, cem olması ve HARB’in kızışması” mânâlarına gelir… FATK: Bu kelime ise, “kırma, ayırma, çatlama, DELME ve elbisenin dikişlerini sökme” mânâlarına gelir… Sözkonusu kelimelerin, içinde “hakiki” mânâsı ile mi yoksa “mecaz” anlamı ile mi, yoksa dirayeten mi anlaşılması gerektiği hakkındaki âyet - üzerinde duracağımız husus, ENBİYA Sûresi’nin 30. Âyeti… Meâlen: “O kâfirler bilmediler mi ki, muhakkak gökler ve yer bitişik iken biz onları birbirinden yarıp ayırdık ve her diri şeyi sudan yarattık, hâlâ imân etmezler mi?”… Bir âyetin tefsiri hususunda, onun nazil olma sebebi (Esbab-ı Nüzul), kelime yorumu, hakiki ve mecazî anlamlarını bilme, alâkadar olduğu diğer sûre ve âyetlerle ilgisi, ilk elden - yâni Peygamber yorumu (hadîs), geniş yorum ve dar yorum meselesi, zamanî ilgisi, muradı kestirme ve dirayet gibi sayısız, insan VASFI ve mevzuun kendisi ile alâkalı ölçü ve ölçülendirmeler var… Sırların sırrı Allah’ın, sırların sırrı kelâmına dair ZÂHİRÎ ve BÂTINÎ bu birkaç incelik ışığında, hep SIR İDRAKİ’ne muhatab bir yerde, sözkonusu âyetin tefsirinden süzmeler: “O kâfirler bilmediler mi ki, semavat ve arz FATK idiler, ikisi de DELİKSİZ idi; yukarıdan yağmur yağmıyor, yerde ot bitmiyordu. (RÛYÂ: Ot bitmesi)… Veyahut; Arz, dağsız tepesiz yekpâre idi ve Sema’da Güneş, Ay, yıldızlar yok-yekpâre idi, hepsi bir madde idi. (Heyûla)… (Bu hepsinin başlangıçta “ma’dum-yokluk, mevcut bulunmama” hususundaki müşterekliğine delâlet eder. Kâfirler bunları da, ahvalin görünüşünden, akıl yürütme ile veya nakil yoluyla işittiklerinden bilirler, bilebilirler.) O BİR olan maddeyi biz, FATK ettik, kopardık, ayırdık, DELDİK. Yok iken yaratıldılar, BİR ŞEY iken çoğaldılar; başlangıçta “duhan-duman” gibi bir madde iken, müteaddit yıldızlar ve cisimler oldular, muhtelif tabiatlere ayrıldılar, çeşitlendiler. Arz, Semavat’tan ayrıldı, yukarıdan yağmur (rahmet) yağdırıldı ve üzerinde otlar bitirildi. Her HAYY-diri şeyi sudan husule getirdik!”… RATK ve FATK hakkında üç mânâ beyân edilmiştir… HADÎS: “Sema, ratk idi; yağmur yağmıyordu. Arz, ratk idi; ot bitmiyordu. Sonra, Allah semayı fatk etti yağmur yağdırdı, Arz’ı fatk etti ot bitirdi”… Hadîs müfessirleri, bu belirtişin basarî (feraset, idrak ve fikri) olabileceğini, fakat RATK ile FATK’ın mecazî ve nazm-uyum yönünden olduğunu söylemişlerdir… HADÎS: “Semavat ve Arz, ikisi bitişik bir şeydi. Allah, aralarını ayırdı!”… Bu hadîs çerçevesinde de, “ratk ve fatk hakikattir, fakat bu ilmî bir görüş veya re’y ve kıyas’tır!” denilmiştir. Bu mânâ ilk madde nazariyesine tevafuk ettiği gibi, ARZ’ın Güneş’ten ayrılmış olması hakkındaki nazariyeye de temas eder. Yine aynı mânâlandırmalara dair olarak, RA’D Sûresi’nde geçen “Yeryüzünü döşeyen Allah’tır” meâlindeki âyet zikredilmiştir… Üçüncü mânâ: RATK, “adem-yokluk”ta iştirak, FATK ise İCAD ve temyiz (doğruyu yanlıştan tefrik, işi koparma, işi bitirme, delme ve nüfuz etme, benzersiz olanı yaratma) anlamındadır. Bu, bazı müfessirlerin dirayeten (bilgi, zekâ, kuvvetli tecrübe ve uyanıklıkla) anlattıkları bir mânâdır; görüş ilmî, RATK ve FATK kelimeleri mecazîdir… Denmiştir ki: ENBİYA Sûresi’nin 30. âyeti hakkındaki üç tefsir de doğrudur ve birbirlerine aykırılık yoktur.
*
Fikir, kendini empoze eden mesele ve empoze ediş şekline göre, bir ratk ve fatk, terkib ve tahlil, bitiştirme ve ayırma, bu süreçte yeni terkiblere erme ve tahlil ihtiyacı hâlinde birbiriyle içiçe bir iştir. Bizim yönümüzden dava, Allah ve Resûlü’nün bildirdiği ve gösterdiklerinden itibaren kendini kendinden olmayanlardan farkettiren demek olan mevzu ve meselelerin, tahlil ve terkib hâlinde bağlanılan imân kutbuna, MUTLAK FİKİR’e aykırı olmaması şeklinde, insan ve toplum meselelerinin halli davasıdır. ABDÜLHAKÎM Koltuğu’nun nefste toplu mânâlara nisbetle görünen hikmetleri, muhakkak farkettiniz, ratk ve fatk hakkındaki tefsirin aynen ve kıyasen ona tatbikinin kabilidir. Ondaki DELİK, sıfır, sır hikmetlerinin hem tahlil neticesi, hem üst mânâ-üst diyalektik olarak BERZAH sırrı içinde yerini bulması, açıktır… ABDÜLHAKÎM: 184: Mehdî Salih İzzet Erdiş.
*
RATK - Ulaşmak, yetişmek: 700: TEFEKKÜR.
RATIK - Bitişik etmek, bitiştirmek, beraber etmek, ihtilât: 701: OSMANLI.
*
FATK - Kırma, ayırma, çatlatma, delme…
Fatik - Eline fırsat geçtikçe adam öldürme - işi bitirme. Mecazen, mürşid…
Fatik - Çeri ve öncü olan kimse…



Baran Dergisi 252. Sayı